Pazartesi, 27 Rebiu’l Evvel 1446 | 2024/09/30
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Bugün, Etiyopyalı yetkililer, Somali'deki kuvvetlerini bu yılın sonunda geri çekme kararı aldıklarını açıkladılar. Bu açıklama, son aylarda Aden Körfezi ile Somali sahilleri açıklarında korsan eylemlerinin dikkat çekici bir şekilde artması üzerine gelmiştir. Nitekim bu eylemler, bir milyon varil petrol taşıyan Suudi bandıralı bir tankerin kaçırılmasıyla taçlanarak son günlerde daha dikkat çekici bir şekilde artmıştır. Diğer taraftan medya organları, 16.11.2008 günü, Somali'nin geçici Başbakanı Yûsuf Abdullah'ın; Mücahit Gençler Hareketi, ülkenin çoğunluğuna hakim oldu ve başkent Mogadişu'ya ulaşmak üzeredir şeklindeki açıklamasını naklettiler. Etiyopya ise, Somali'de kalmaktan ve orada korkunç kayıplar vermekten yakınmaktadır. Nitekim haber ajansları, 18.11.2008 günü, Adis Ababa'da düzenlenen "İGAD" devletleri dışişleri bakanlarının kongre kutlamalarında Etiyopya Dışişleri Bakanı'nın şu açıklamasını yayınladılar: "Açık bir şekilde tekrar vurgulamak isterim ki Etiyopya kuvvetleri, belirsiz bir tarihe kadar ağır sorumluluklar taşımayı sürdürmeye hazır değildir ve önemli olan böylesi zor bir zamanda Somalili liderlere doğru mesajın ulaşmasıdır."

O halde bu, Amerika'nın kendi adına savaşmaları için görevlendirdiği ajanlarının hezîmete uğradıklarını ve daha fazla direnecek dermanlarının kalmadığını mı gösterir? Ayrıca 26.10.2008 günü imzalanan Cibuti Anlaşması diye bilinen anlaşmanın bu meseledeki rolü nedir? Son olarak her ne olursa olsun bu tür grupların yalnız başına teknik ve askerî açıdan böylesi düzenli eylemler yapması mümkün müdür, yoksa arkasında büyük devletler mi vardır?

Cevap:

Korsan eylemlerinin son zamanlarda dikkat çekici bir şekilde arttığı doğrudur. Bu meselenin incelenmesi sonucunda aşağıdaki hususlar mülâhaza edilir:

1. Kaçırılan gemilerin geneli ya Avrupa yada diğer devletlerin gemisi olup aralarında Amerikan gemisi bulunmamaktadır. Amerikalılar ise, müdahale etmeksizin olan bitene seyirci kalmaktadır. Nitekim haber ajansları, 17.11.2008 tarihinde, Amerikan CENTCOM (Merkez Kuvvetler Komutanlığı) Komutanı Amiral "Mike Mullen"in; rehinelerin olmasından dolayı herhangi askerî bir operasyonun yapılmasının zor olacağı ve korsanların hepsinin de oldukça iyi eğitildikleri şeklinde bir açıklamasını naklettiler. Beşinci Filo Komutanı Jean Campbell ise, 18.11.2008 tarihinde, BBC Radyosu'na yaptığı açıklamada şöyle demiştir: "Her yerde bulunmaya güç yetiremiyoruz... Bununla birlikte her türlü önleyici tedbirlerin alınmasını da teşvik ediyoruz." Yine 19.11.2008 günü "el-Arabiyye" televizyon kanalının naklettiği başka bir açıklamasında ise, bunların askerî eylemler olmayıp âdi suç eylemleri olmasından dolayı olaya müdahale etmeye niyetlerinin olmadığını ifâde etmiştir. BBC Radyosu'nun internet sitesi ise, 20.11.2008 günü, Beyaz Saray Sözcüsü Jeff Morrill'in; dünyanın tüm deniz kuvvetleri oraya konuşlanmış olsa bile bu sorun çözülmez şeklindeki açıklamasına yer vermiştir.

2. Aden Körfezi ile Somali sahilleri açıklarındaki yabancı gemilerin sayısı yoğun şekilde artmıştır. Zîra orada Beşinci Amerikan Donanması, geçen ay 09.10.2008'de bu bölgeye deniz gücü gönderme kararı alan NATO gemileri ve bu ayın onunda, görevi Kızıldeniz'in güneyindeki deniz geçitlerini korsanlardan korumak olup karargahının da İngiltere'nin Nortwood eyaletinde olacağı bir İngiliz Amirali komutanlığı öncülüğünde Yona Atlanta denilen bir deniz gücü ile hava gücü konuşlandırma kararı alan Avrupa Birliği'ne bağlı savaş gemileri bulunmaktadır. Nitekim bu kararın üzerine, Somali sahilleri açığına yedi adet Avrupa savaş gemisi gönderilmiş ve daha önce de yaklaşık 12 ilâ 15 savaş gemisinden oluşan Anti Terörizm Deniz İttifakı [Task Force 150] adında çok uluslu bir kuvvet oluşturulmuştu. İşte tüm bunlara rağmen korsan eylemleri artmıştır!

3. Yaşanan bu olaylardan dolayı Avrupalıların, bilhassa Fransızların "çıldırdıklarına", dolayısıyla da kuvvet üzerine kuvvet oluşturduklarına şahit olmaktayız. Ayrıca uzatılabilirliği olmakla birlikte altı ay boyunca korsanlar ve gemilere yönelik silahlı yağmalama eylemleriyle mücadele etmek üzere savaş gemilerinin Somali kara sularına girmesine izin veren 02.06.2008'de Güvenlik Konseyi'nde alınan 1816 sayılı kararının arkasında da onlar vardır. Zaten bu da Fransız girişimi ile olmuştur. Nitekim Fransız haber ajanslarında geçtiği üzere Fransa, 16.09.2008 günü, Dışişleri Bakanı Kouchner yoluyla gelecek Aralık ayında Güney Kızıldeniz bölgesindeki, yani Aden Körfezi ile Somali sahilleri açıklarındaki korsanlarla mücadele etmek amacıyla deniz ve kara yoluyla olmak üzere askerî bir operasyon başlatılması önerisinde bulunmuştur. Yine Fransız Haber Ajansı A.F.P, Hint Okyanusu'ndaki Fransız Deniz Kuvvetleri Komutanı Cerard Now'un; Aden Körfezi ile Arap Denizi'ndeki korsanlar, mükemmel şekilde donatılmış ve eğitilmiş gerçek askerî bir güce benzer güç haline geldiklerini teyit eden bir açıklamasını nakletmiştir. Benzer şekilde Almanya da orada askerî eylemler yapılması talebinde bulunmuş ve Güvenlik Konseyi, oy birliğiyle 20.11.2008 günü, İngiltere'nin şekillendirip arkasında Avrupa'nın olduğu bir karar çıkartmıştır. Bu karar ise, korsanları kapsayacak şekilde Somali topraklarında ve sahillerinde kaos ve şiddetin yayılmasına katkıda bulunan herkesi cezalandırmayı içermektedir.

4. 18.11.2008 günü el-Cezîre kanalı ise, Cibuti Kanadı Somali Kurtuluş Cephesi Başkanı Şeyh Şerif Ahmed'in; bölgedeki mevcut büyük kuvvetlere bağlı savaş donanmaları altında korsan eylemlerinin artmasından duyduğu şaşkınlığını ve bunun anlaşılması zor bir muamma olduğunu ifâde eden açıklamasını nakletmiştir. Yine aynı tarihte el-Cezîre kanalında yayınlanan Günün Konuğu Programı'nda Asmara Kanadı olarak bilinen Somali Kurtuluş İttifakı Lideri Ömer İmân Ebû Bekr, korsanların bir Amerikan türetmesi olduğunu, Somali sahillerinde yoğun bir şekilde Amerikan savaş gemilerinin bulunduğunu ve bu devasa Amerikan gemilerinin varlığına rağmen bu korsanların onların gözü ve kulağı önünde bu eylemleri yaptıklarını bildiklerini ifâde etmiştir. Dahası haberler, Amerikan kuvvetlerinin Somali ve diğer ülkelere emtia taşıyan bu gemileri rehin alan korsanları eğittiklerini ve bu eylemlerine göz yumduklarını teyit etmiştir!

5. İşte tüm bunlardan aşağıdaki şu sonuçları çıkarırız:

Birincisi: Amerika, ister Somali topraklarında on sekiz aydan fazla kalamayarak zelîl ve aşağılanmış bir şekilde gerisin geriye döndüğü 1993 yılında yaptığı gibi doğrudan kendi kuvvetleri ile olsun, isterse gitmek üzere askerlerinin tasını tarağını toplayan Etiyopya'nın yaptığı gibi kendi yerine görevlendirdiği ajanları ile olsun, Somali toprakları üzerindeki savaşta "zafer" elde etmeyi başaramamıştır! En azından yakın gelecekte de kazanması uzak bir ihtimaldir.

Bu başarısızlığın üzerine Amerika, siyasî müzakereler oyunuyla siyasî bir zafer elde etmeye yönelmiştir. Bu da Abdullah Yûsuf Hükümeti ile İslâmî Mahkemeler Kanadı arasındaki sunî bir koalisyondan oluşan ortak bir hükümeti gerçekleştirerek olmuştur. Bunun yanı sıra o, Abdullah Yûsuf Hükümeti ile İslâmî Mahkemelerin Cibuti Kanadı arasında, 26.10.2008 günü imzalanan anlaşmanın ortaya çıkarılmasını başardıysa da bu anlaşmanın, Mücahit Gençler Hareketi'nin kötü hatırata sahip bu anlaşmaya karşı çıkması, Somali'deki bölgelerin çoğunu ele geçirmesi, hatta bizzat Abdullah Yûsuf'un açıklamasına göre, başkente varmak üzere olmasından dolayı amacına ulaşması beklenmemektedir. Bilindiği üzere bu hareket, Asmara ve Cibuti Kanadı olmak üzere İslâmî Mahkemeler'den ayrılmıştır. Zîra 2007 Eylül ayındaki Asmara Anlaşması'nı imzalamalarından sonra onları, laiklerle koalisyon kurmak ve Allah yolunda cihâdı terk etmekle itham etmiştir.

İşte böylece Amerika, Somali topraklarında istediği anlamda askerî ve siyasî bir zafer elde etmeyi başaramamıştır.

Amerika'nın Somali topraklarındaki bu başarısızlığından sonra sanki o, deniz yoluyla bölgeye hakim olmaya yönelerek Somali ve Aden sahillerini, devletlerarası, bilhassa Avrupa bandıralı gemileri kaçırma merkezi haline getirmiştir. Böylece güvenlik açısından Avrupa'yı, bu kaçırma eylemleriyle meşgul etmiş, dolayısıyla da "kara çatışmasında" kendi yükünü hafifletecek Avrupa için denizde bir "baş ağrısı" oluşturmuştur. Ardından o, deniz yoluyla Afrika Boynuzu sahillerine inecek, akabinde de Ortadoğu bölgesindeki "Yaratıcı Kaos" teorisi politikasına benzer "kaçırma" kaosu yaratmak yoluyla içlerine sızacak, dolayısıyla da bu deniz kaosunun arkasından bir tarafında Yemen'in, öteki tarafında Cibuti'nin yer aldığı Aden Körfezi'ndeki Bâbu'l Mendeb Boğazı'na hakim olmaya yönelik hedeflerini gerçekleştirecek ve ileride tekrar Somali'ye sızması kolaylaşacaktır. Böylece Avrupa, kaçırma politikasıyla meşgul olup kendisine ait ticarî ve savaş gemileri bu bölgeden uzaklaşmışken Amerika da Kızıldeniz'e, geçitlerine ve çevresine hakim olacaktır. Bilindiği üzere hem ihraç edilen petrolün üçte biri, hem de muhtelif emtia üzerinde dönen devletlerarası deniz ticaretinin buradan geçmesinden dolayı burası, stratejik ve ekonomik açıdan kritik ve önemli bir bölgedir. Dolaysıyla bu bölge, binlerce ticaret gemisinin geçidi durumundadır.

İkincisi: Korsan eylemlerine karşı Amerika, umursamaz bir tavır takınırken, mülahaza edildiği üzere Amerika'dan daha çok zarara maruz kalmasından dolayı Avrupa bu durumu önemsemektedir. Zîra Amerikalılar buna karşı askerî bir operasyon yapılmasını gerektiren terörist bir eylem olmaktan ziyade âdi bir suç eylemi olarak görmekteler. Dolayısıyla onlara göre bunun hiçbir faydası ve yararı olmayacaktır. Dahası dünyanın tüm devletleri bir araya gelmiş olsa bile bunu durdurmayacaklarını ifâde etmekteler!

Nitekim bu tutum, bölgedeki Amerikan ajanlarına yansımıştır. Zîra Mısır, Kızıldeniz boyunca beş Arap devletini kapsayan 20.11.2008 günkü Kahire Zirvesi sonrasında korsanlara karşı koyulurken, Somali kara toprakları ile kara sularının egemenliğine saygı duyulmasının belirtildiği sonuç bildirgesine etki etmeyi başarmıştır. Bu da devletlerin sınırları ve kara suları aşılarak bölgede askerî bir operasyon yapılması çağrısında bulunan Fransız projelerine karşıt bir durum olduğu anlamına gelmektedir.

Korsanlara karşı Amerika'nın tutumu işte bu şekildedir. Avrupalıların tutumuna gelince; Sarkozy'nin tanımladığı üzere bunu, askerî güç benzeri bir durum, gerçek bir suç endüstrisi olarak değerlendirmekteler ve gelecek ay buna karşı geniş çaplı askerî bir operasyon açılması gerektiğini düşünmekteler.

Üçüncüsü: Amerika, bir an olsun gözlerini Cibuti'den ayırmamaktadır. Zîra orada ayağını basacak sabit bir yer olması için çalışageldiyse de Fransa, Cibuti'yi bölgedeki ana üssü görmektedir. Çünkü iki bin yedi yüz (2.700) Fransız askerinin bulunduğu, Afrika ortalarına kadar bölgedeki nüfuzunu korumak üzere hava ve kara noktası olarak kullandığı dışarıdaki en büyük Fransız askerî üssü buradadır. Fransa, Amerika'nın Cibuti için can attığının farkındadır; bunun içindir ki hem Amerika'nın Cibuti'ye olan aşırı isteğini, hem de onun için çatışmasını frenlemek ümidiyle kendisine ait olan Camp Lemonier adındaki eski üssünü Amerika'nın kullanmasına ve bin askeri geçmeyen basit bir kuvvet yerleştirmesine müsamaha göstermiştir. Ancak Amerika alternatif yollar da düşünmektedir. Zira o, hâlihazırda bu üstte bulunan sekiz yüz askerini (800) kendisi için son durak olmaktan ziyade bir hareket noktası olarak görmektedir ve terörizmle mücadele gerekçesi altında iki bin Amerikan askeri alacak derecede bu üstü genişletmek için çalışmaktadır. Bu gerekçe de Fransa'nın genişletmeye müsamaha göstermesine bir giriş noktası olacaktır. Nitekim 28.10.2008 tarihli, eş-Şark-ul Avsat gazetesinde geçtiği üzere, Fransa Savunma Bakanı, Birleşik Devletleri'nin hedefinin terörizmle mücadele için bir geri askerî üst inşa etmek olduğunu ifade ederek Amerikan varlığının kalıcı olmayıp terörizmle mücadeleyle ilişkilendirerek Fransız varlığının kalıcı olduğunu vurguladı. Bu açıklama, Fransa'nın varlığının gitmesine ve Cibuti'deki Amerikan varlığının uzamasına yönelik bir korkunun olduğuna işaret etmektedir. Her ne kadar bakanın bu açıklamasında böyle bir işaret olsa da Fransız üst düzey askeri bir yetkilinin aynı gün aynı gazeteye verdiği röportajda bir açıklama daha geçmiştir. Zîra Savunma Bakanı'nın Fransız üstünü ziyaret ettiği sırada görüştüğü bu üst düzey askeri yetkili şöyle demiştir: "Birleşik Devletleri'nin Cibuti'ye konuşlanmaktan maksadı, Afrika Boynuzu'ndaki kalıcı Amerikan varlığını güvence altına almak, Yemen'deki, Somali'deki, hatta Sudan'daki gerilim noktasına odaklanmaktır."

Yine Amerika'nın planlarından biri de geçmişte İngiltere'nin yaptığı gibi Aden'de kendisine ait kalıcı bir üst inşâ etmek ve nüfuzunu Yemen'in diğer bölgelerine yaymak için burayı bir hareket noktası edinmektir. Bunun içindir ki Yemen, son gelişmelerden kaygı duymaktadır. Nitekim 18.11.2008 günü el-Cezîre kanalı, Yemen Dışişleri Bakanı Ebû Bekr el-Karbî'nin; korsanlarla mücadele gerekçesi altında Aden Körfezi'nde konuşlanan Batılı donanmaların yoğunluğundan duyduğu endişeyi, bunu, Arap ulusunun güvenliği için bir tehdit olarak değerlendirdiği ve bu donanmaların konuşlandırmasının Kızıldeniz'i uluslararasallaştırmaya yol açacağını ifâde eden açıklamasını yayınlamıştır.

Gerek Cibuti'ye, gerekse Aden'e yönelik bu Amerikan özlemi, önce güvenlik açısından Avrupa'yı meşgul etmek, ardından da bu bölgeden uzaklaştırmak veya varlığını azaltmak amacıyla Amerika'yı "Avrupa" bandıralı devletlerarası gemileri "terörize" etmeye sevk eden dürtülerden bir dürtüdür.

Görüldüğü üzere korsanlar meselesi, birincisi; Somali içerisindeki mevcut durum ve ikincisi; Aden Körfezi ile Somali sahilleri bölgesine hakim olmak üzere iki hususla ilişkilidir. Mülahaza edilen odur ki Amerika, korsan eylemlerine "göz yummakta" ve kara sularından hareket etmek amacıyla gözlerini Afrika Boynuzu'na dikmektedir. Avrupa ise, çıkarlarını korumak amacıyla askerî açıdan da olsa korsan alevini söndürme kaygısındadır.

İşte tüm bunlar, bölgede meydana gelen korsan eylemlerinin arkasında uzun bir Amerikan elinin olduğuna dair güçlü bir kanıt ortaya koymaktadır.

Son olarak; İslâmî beldelerin böylesi bölgelerle kuşatıldığı bir sırada Kızıldeniz ile Somali sahillerinin Sömürgeci Kâfir devletlerinin bir çiftliği olması elbette yürekleri parçalamaktadır. Ne var ki Kızıldeniz ile Somali sahilleri civarındaki Müslüman beldelerinin yöneticileri, Müslümanların kara sularına, hava sahalarına ve topraklarına egemen olmaya dönük çatışmalarında bu devletlerin birbirlerine karşı koz olarak kullandıkları bir kuklaya ve araca benzemektedirler.

Gerçekten bu yöneticiler, ruveybidadır ve Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] ne kadar da doğru söylemiştir:

سَيَأْتِي عَلَى النَّاسِ سَنَوَاتٌ خَدَّاعَاتُ يُصَدَّقُ فِيهَا الْكَاذِبُ وَيُكَذَّبُ فِيهَا الصَّادِقُ وَيُؤْتَمَنُ فِيهَا الْخَائِنُ وَيُخَوَّنُ فِيهَا الأَمِينُ وَيَنْطِقُ فِيهَا الرُّوَيْبِضَةُ قِيلَ وَمَا الرُّوَيْبِضَةُ قَالَ الرَّجُلُ التَّافِهُ فِي أَمْرِ الْعَامَّةِ "İnsanlara öyle aldatıcı yıllar gelecek ki o zaman yalancılar doğrulanacak, doğru sözlüler de yalanlanacaklardır. O zaman hâinlere güvenilecek, güvenilir olanlar da ihânetle suçlanacaklardır. İşte o zaman Ruveybida konuşacaktır." Denildi ki: "Ruveybida da nedir?" Buyurdu ki: "Kamunun işleri hakkında müptezel (söz sahibi olan) adamdır!" [İbnu Mâce rivâyet etti]

 

 

Devamını oku...

Soru: Darfûr olaylarına ilişkin Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'ndeki el-Beşîr davası hangi noktaya ulaştı? Avrupa ile Birleşik Devletler arasındaki gerilim şiddetinin hafiflemesinin mülâhaza edilmesi, bu davalarda bir orta çözüme ulaşmak üzere oldukları an

Soru: Darfûr olaylarına ilişkin Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'ndeki el-Beşîr davası hangi noktaya ulaştı? Avrupa ile Birleşik Devletler arasındaki gerilim şiddetinin hafiflemesinin mülâhaza edilmesi, bu davalarda bir orta çözüme ulaşmak üzere oldukları anlamına mı gelmektedir?

Cevap:

Birincisi: Soruya cevap verebilmek için davanın gelişim sürecinin ve bağlantılarının arz edilmesi gerekir:

1. Devletlerarası Cezâ Mahkemesi, hem devletlerarası şemsiyesi altında çıkarlarını korusun, hem de Amerikan saldırısına karşı koysun diye Avrupalı eller tarafından türetilmiş bir araçtır. Devletlerarası Cezâ Mahkemesi, 1998 yılında Roma Antlaşması adı altında ortaya çıkmıştır. Bu da toplu soykırım, insanlık suçu, savaş suçları gibi ağır ve devletlerarası öneme haiz suçlar işleyenler hakkında kovuşturma açmak içindir. Zîra yerel mahkemelerin herhangi etkin bir yaptırım alamaması durumunda son seçenek olarak bu tür suçları işleyenleri yargılamaktadır.

2. Amerika Birleşik Devletleri, 31.12.2000'de Roma Antlaşması'nı imzalamasının ardından Clinton, Başkanlık Ofisi'ni terk etmeden önce bunu onayladıysa da Amerikan Kongresi, antlaşmayı onaylamadı ve George Bush, ülkesinin antlaşma üzerindeki imzasını, mahkeme 2002 yılında açılmak üzere iken geri çekti. Ardından da George Bush, Amerikan askerlerini koruyan, mahkemenin Amerikalıları tutuklamasını engelleyen ve hukukî yaptırımlarına boyun eğmemelerini sağlayan kanunlar çıkarttı. İşte o zamanda beri Amerika, mahkemeye düşman kesilmiştir.

3. Hem Amerika'nın, hem de Sudan'ın Roma Antlaşması'nı imzalamamasına rağmen özellikle Fransa, ardından da İngiltere olmak üzere Avrupa Birliği, Darfûr davasının Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'ne taşınmasına ilişkin Güvenlik Konseyi'nden bir kararın çıkarılması için yerel ve evrensel çapta halkçı bir baskı oluşturmada başarılı oldu. Bunu da Sudan'ın anlaşmayı imzalamamasına rağmen davayı Güvenlik Konseyi'ne taşımasını gerekçe göstererek yaptı. Buna ise küresel barışı ve güvenliği tehdit ettiğini görmesi halinde, mahkemenin her türlü davayı kovuşturma hakkına sahip olduğunu ifâde eden antlaşma maddelerinden birini gerekçe gösterdi. Avrupalılar, bilhassa Fransa, bunu kanıtlamak için de Darfûr olaylarını istismar etti ve orada yaşanan cürümleri abarttı... Milyonlarca mültecinin, yüz binlerce ölünün, toplu soykırıma ve savaş suçlarının işlenmesine varacak derecede korkunç cürümlerin yaşanması yüzünden Darfûr'daki olayların küresel barışı ve güvenliği tehdit ettiğine dair bir kamuoyu oluşturdu... Fransa ile İngiltere, Sudan Hükümeti ve onunla ilişkisi bulunan Cancavîd Örgütü'ne atfedilen suçlar üzerine yoğunlaşırlarken Avrupa, bilhassa Fransa tarafından desteklenen isyancı hareketlerin cürümlerini görmezlikten geldiler.

4. Böylece Fransa ile İngiltere, el-Beşîr Hükümeti aleyhinde Darfûr olaylarına yönelik bir halkçı sempati oluşturdular. Hatta Amerika, davanın Devletlerarası Mahkemeye taşınmasına hükmeden Güvenlik Konseyi'nin 2005 Mart ayındaki 1593 sayılı kararının oylanması sırasında veto hakkını kullanmaksızın oylamaya katılmayan ülkelerle yetinmek zorunda kaldı. Oysa o bu kararın, Sudan'daki nüfuzuna karşı yöneltilmiş bir Avrupa ürünü olduğunun farkındaydı! İşte bu şekilde karşıt oy olmaksızın, bilakis dört devletin -ki bunlar Cezayir, Brezilya, Çin ve Birleşik Devletler'dir- yokluğunda 11 oyla mezkur karar çıktı. Halbuki Amerika, kararın ele alınması sırasında devletleri oy vermemekle tehdit etmesine rağmen Fransa ile İngiltere'nin Darfûr cürümleri sebebiyle el-Beşîr Hükümeti aleyhinde oluşturdukları kamuoyu, Birleşik Devletleri'nin Darfûr davasının Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'ne taşınmasına karşı koymaya cesaret edemeyeceği derecede oldukça güçlü idi. Dolayısıyla oylamaya katılmayan devletlerle yetindi.

5. Şubat 2007'de ise, Devletlerarası Cezâ Mahkemesi Başsavcısı "Luis Moreno-Ocampo", mahkemeden hem eski İçişleri Bakanı Ahmed Mahmûd Hârûn, hem de Cancavid kuvvetlerinin komutanı "Alî Kûşâyib" lakabıyla bilinen Alî Mahmûd Alî hakkında tutuklama müzekkeresi çıkarmasını talep ettiyse de Sudan, mahkemenin müzekkeresini reddetti. Bunun üzerine 2007 Nisan ayında mahkeme, bu iki kişi hakkında tutuklama müzekkeresi çıkarttı ve bu müzekkere, Hârûn hakkında cinayet, eziyet ve işkence olmak üzere 42 suçlama, Alî hakkında ise cinayet ve sivillere yönelik kasten saldırı olmak üzere 50 suçlama içermekteydi. Ancak Sudan, her iki suçlunun da teslim edilmesini hemen reddetti.

6. Sudan, Avrupa'nın ağır baskılarına rağmen tutuklama müzekkeresi akabindeki sekiz ay boyunca iki suçluyu teslim etmemede ısrar etti. Nihayet 2007 Kasım ayında başta İngiltere olmak üzere Avrupa Birliği devletleri, Güvenlik Konseyi'nden Sudan'a daha fazla baskı uygulamasını talep ettiler. Nitekim İngiliz Büyük Elçisi, John Sawers şöyle diyordu: "İnsan haklarını çiğneyen suçlulardan birinin Sudan Hükümeti'ne atanmış olması Güvenlik Konseyi açısından utanç vericidir. Başsavcının gelecek ay Güvenlik Konseyi'ne sunacağı raporunun o kadar da olumlu olacağından endişeliyim." Bunu ise, Güvenlik Konseyi'nden ivedi yaptırımlar almasına yönelik talepleri noktasında İngiltere ile Fransa yanlısı Darfûr'daki isyancı liderlerin hızlı hareketleri takip etti. Nitekim Sudan Halk Kurtuluş Hareketi'ndeki isyancıların liderlerinden biri olan Abdulvâhid en-Nûr, Minber-is Sudân Gazetesi'ne şu açıklamayı yaptmıştır: "Darfûr'da barışın gerçekleşmesi, Darfûr'daki kişilere yönelik ayrıcalık anlayışının sona ermesini gerektirir." Ve şöyle ekledi: "Güvenlik Konseyi, 1593 sayılı karara istinat eden tutuklama müzekkeresi konusunda Sudan'ın işbirliği yapacağından emin olmalı ve kesin yaptırımlar alınmamasının, sorunun çözümünde konseyin beceriksizliğine dair bir delil olmasından sakınmalıdır." 3 Ekim 2007'de ise, Darfûr'daki isyancı "Adâlet ve Eşitlik Hareketi", Darfûr'a ilişkin çalışmasında, Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'nin yanında yer alması için devletlerarası topluma çağrıda bulundu. Nitekim isyancı hareketin Resmî Sözcüsü Ahmed Huseyin Ahmed, Minber-is Sudan Gazetesi'ne şu açıklamayı yapmıştır: "Adâlet dayatılmaksızın Darfûr'da kalıcı barışın gerçekleşmesi imkânsızdır." Bu sırada ise Başsavcı "Ocampo", yeni bir dava açmaya hazırlandığını(?) ifade etti.?

7. Buna ilâveten Avrupa Parlamentosu, 22.05.2008'de Devletlerarası Cezâ Mahkemesi ile işbirliği yapmayan Sudanlı liderlerin mal varlıklarının dondurulması çağrısında bulundu ve Mahkemenin Başsavcısı da Sudan Hükümeti'ndeki önde gelen liderler hakkında yeni bir dava açacağını ifşâ etti. Nitekim Avrupa Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri'nin zirve toplantısında, Birleşmiş Milletler'deki Fransız Büyük Elçisi Jean-Robert Morris şöyle diyordu: "Fransa ve Avrupa Birliği, iş birliği yapmamayı sürdürmesi halinde Sudan Hükümeti'ne karşı daha fazla sert yaptırımlar almaya hazırdır. Tüm Avrupalı liderler bana destek vermektedir ve altı Avrupa devletinin, Güvenlik Konseyi'nin kararına saygı gösterilmesi gerektiğini vurgulamaları bir ilktir."

8. Avrupa Birliği, 14.07.2008 günü, Devletlerarası Cezâ Mahkemesi yoluyla Umer el-Beşîr'in itham edilmesini fiilen başardı. Zîra Başsavcı Luis Moreno-Ocampo, üçü toplu soykırım, beşi insanlık suçu ve ikisi de cinayet olmak üzere on adet suçlamada bulundu. Yargıçlar ise, el-Beşîr hakkında tutuklama kararı çıkmadan önce, beyanatların araştırılmasının aylarca zamanlarını alacağını beklemekteler.

İşte böylece Avrupalılar, el-Beşîr'in kovuşturulması kararını çıkararak, dolayısıyla da Devletlerarası Cezâ Mahkemesi tarafından aranan bir savaş suçlusu haline gelen ajanı el-Beşîr'i zayıflatarak Amerika'nın Sudan'daki nüfuzuna bir darbe indirmeyi başardılar!

9. Bu sırada ise Amerika, Darfûr cürümleri ile el-Beşîr Hükümeti'ne karşı kamuoyunu tahrik etmedeki Avrupa'nın başarısının yanı sıra mahkemenin yaptığı soruşturmalara yönelik devletlerarası saygıyı dikkate alarak, özellikle el-Beşîr'in ağır şekilde kovuşturulmasına ilişkin olmak üzere Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'nin kararlarını etkisizleştirmeye teşebbüs etti. Bunun için de aşağıdaki hususları gerçekleştirdi:

a- George Bush Yönetimi, 26.04.2008 günü, Lahey Mahkemesi'nin Darfûr bölgesindeki vahşî eylemler hakkındaki soruşturmalarına Washington'un saygı göstereceğini açıkladı.

b- Devletlerarası Cezâ Mahkemesi, haklarında fiili kovuşturma açtığı Sudan'daki sorumluların sayısını arttırmayı sürdürünce, Darfûr'daki barış sürecinin gelişmesine yönelik alarm zili çaldı. Zîra Sudan'daki Amerikan eski Elçisi "Andrew Natsios" şöyle diyordu: "Devletlerarası Cezâ Mahkemesi, Sudan'daki pek çok diplomatik şahsiyetin kovuşturulmasına yönelik kararlılığı hakkında gazetelerde geçen tehditlerini uygularsa, ülkeyi kaos ve yıkım ortamına sürükleriz."

Ardından Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'nin el-Beşîr'i açıkça itham etmesiyle bu tür açıklamalar sıklaştı ve Birleşik Devletler, el-Beşîr'in kovuşturulmasının Darfûr'daki barış sürecini rüzgarın esintisine bırakacağı noktası üzerine yoğunlaştı...

c- Amerika, mahkemenin tutuklama müzekkeresi kararını çıkarmasını erteletmek amacıyla Afrika'daki ve Arap dünyasındaki ajanlarını harekete geçirdi. Nitekim Sudan'ı, "Hârun ve Alî'nin" Afrika Mahkemesi'nde veya Sudan Mahkemesi'nde yargılanmasına teşvik etmesi için Amr Mûsa'yı görevlendirdi. Bunu yaparken de mahkemenin, yerel mahkemeler tarafından görülen davalara bakma yetkisi olmadığını belirten Roma Antlaşması'nın 16 sayılı maddesini istismar etti. Bu adımı, hem Afrika Birliği'nden, hem Arap Topluluğu'ndan, hem Bağlantısızlar Hareketi'nden, hem İslâm Konferansı Örgütü'nden, hem Tanzanya, Kenya ve Uganda'dan... destek gördü.

10. Bu teşebbüsler, Avrupa baskılarına etki edince Avrupa, ajanlarını, Sudan'ı destekleyenleri eleştirmekle görevlendirdi. Zîra Adâlet ve Eşitlik Hareketi'nin lideri şu açıklamayı yapmıştır: "Arap Topluluğu'nun Sudan Hükümeti ile Darfûr halkına karşı uzun vadeli bir felakete yol açacak bir komploya bulaşmasından korkuyorum." Afrika Birliği'ni eleştirirken de şöyle demiştir: " Afrika Birliği kanununun dördüncü maddesi, kendisine üye olan herhangi bir devlet tarafından insan haklarının çiğnendiği her türlü davaya Birliğin müdahale etmesi şartını koşar. Savaş suçları, toplu soykırım ve insanlık suçu da bu kapsama girer. O halde Birlik, neden bu maddeyi uygulamıyor? Yoksa Birlik, geçen beş sene yettiği halde Darfûr'daki durumun bir trajedi olmadığını mı sanıyor?"

11. Bununla birlikte Avrupa, bilhassa Fransa, Amerika'nın Afrika Birliği'ni harekete geçirmesinin etkisini fark etmiş, bundan dolayı Afrika Birliği temsilcileri ile görüşmeler düzenlemiş, bu görüşmelerde tavrını "yumuşatması" karşılığında gerçekleştirmeyi istediği birtakım "kazanımlar" ortaya sunmuş... Nihayet Amerika ile yolun ortasında buluşmasının kaçınılmazlığı ve son demine kadar gitmesinin, ne el-Beşîr'in kovuşturması, ne de "Hârun ve Alî'nin" Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'ne teslim edilmesinde ısrar edilmesi açısından hiçbir faydası olmayacağı sonucuna varmıştır. Ancak bu, Avrupalı yetkililerinin açıklamalarında geçtiği üzere görüşmelerde elde edeceği kazanımlar karşılığında olacaktır ki buna yönelik aşağıdaki şekilde emareler vardır:

a- Geçenlerde Fransa'nın Birleşmiş Milletler Elçisi Jane-Robert Morris'in şu açıklamasıdır: "Afrika Birliği'nin iki temsilcisi ile yoğun görüşmeler yaptık... Sudan'a mesajımız, Darfûr'da cinayet işlemeyi ve askerî operasyonları durdurmalı... İnsanlık sıkıntısını durdurmak ve Darfûr'a insanî yardımların ulaşmasını kolaylaştırmak için elinden geleni yapmalı... Tüm siyasî partilerin siyâsî diyaloga katılmasına izin vermeli... Ve Çad ile ilişkilerini iyileştirmelidir."

b- Hem Fransız Büyük Elçisi Jane-Robert Morris'in, hem de İngiliz Büyük Elçisi John'un 15.07.2008 günü şu açıklamayı yapmalarıdır: "Eski İçişleri Bakanı Ahmed Hârun ve Cancavîd kuvvetlerinin komutanı Alî Kûşeyb'in suçlanması hakkında Devletlerarası Cezâ Mahkemesi ile işbirliği yapması için Sudan Otoriteleri açısından henüz zaman geçmemiştir." Yani el-Beşîr, hem Ahmed'i, hem de Alî'yi teslim ederse tutuklanmaktan kurtulabilir. Bu önerinin propagandası için de İngiltere, Libya'nın, Güney Afrika'nın ve Katar'ın davaya müdahale etmelerini telkin etti."

c- 27.07.2008'de Sudan Dışişleri Bakanı'nın, İngiltere ile Fransa'nın Sudan'ın Devletlerarası Cezâ Mahkemesi ile işbirliği yapmasını ve her iki suçluyu teslim etmesini istemesi üzerindeki esrar perdesini kaldırması ve her iki ülkenin de Barışı Koruma Kuvvetleri'nin konuşlandırılması ve anlaşmazlığa yönelik acil siyasî bir çözüm oluşturulması taleplerine dikkat çekmesidir.

d- Gerek Fransa, gerek İngiltere, gerekse Amerika'nın karar taslağı üzerinde Libya'nın yaptığı tadilatlara muvafakat etmeleri ve bu tadilatın da, Devletlerarası Cezâ Mahkemesi tarafından Umer Hasan el-Beşîr'e isnat edilen her türlü suçlamanın dondurulması çağrısında bulunmasıdır...

e- Sudan Adalet Bakanı Abdulbâsıt Sabdarât'ın, özellikle 2003 yılından beri Darfûr'da meydana gelen insan haklarının çiğnenmesi davalarına bakmak üzere Nimr İbrâhim Muhammed'in Başsavcı olarak atandığını açıklaması, ardından da şöyle demesidir: "Kuşayb, sorgulanacak ve Sudan Yerel Mahkemesi'nde yargılanacaktır." Kezâ Başsavcı Nimr İbrâhîm Muhammed, 01.09.2008 günü, Darfûr'da savaş suçları işlemesi hakkında Cancavîd kuvvetleri komutanı Alî Kuşeyb'e itham edilen iddiaların araştırıldığını teyit ederek şöyle demiştir: "Savaş suçları işlemekle itham edilen Alî Kuşeyb'in sorgulanmasına devam ediyoruz..."

f- Fransa'nın gerek Sudan'a, gerek el-Beşîr Hükümeti'ne, gerekse Hârun ve Alî'ye karşı tavırlarında bazı yumuşamalar göstermesidir. Zîra onların Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'ne teslîm edilmeleri şartından vazgeçerek yerel mahkemede yargılanmaları ve hükümet içerisinde bakan olmamaları ile yetinmiştir...! Nitekim Sarkozy, geçenlerde Birleşmiş Milletler'in New York'taki Genel Merkez Binası'nda bu iki suçlunun teslim edilmesi hakkında gazeteciler ile yaptığı röportajda şöyle diyordu: "Bu iki suçlunun, Sudan Hükümeti'nde bakan olarak kalmasını istemiyoruz." Yani bu açıklaması ile Hârun'a işaret etmiştir. Daha önce de Birleşmiş Milletler'deki Fransız Büyük Elçisi Jean-Robert Morris şöyle diyordu: "Yaptıkları her işin, Devletlerarası Cezâ Mahkemesi ile resmî işbirliği yapmaları kapsamına girmesi gerektiğini burada defaatla söyledim. Şayet kendi vatandaşlarını, kendi ülkelerinde yargılamak istiyorlarsa Roma Antlaşması'na göre buna hakları vardır. Ancak bunu, Devletlerarası Cezâ Mahkemesi ile anlaşarak yapmaları gerekir ve işbirliği için henüz zaman geçmemiştir."

g- Devletlerarası Cezâ Mahkemesi Yargıçlarının 15.10.2008'de Umer el-Beşîr hakkında tutuklama müzekkeresi çıkmasından önce daha fazla zaman talep etmeleridir.

İkincisi: Artık bu izahatlara binâen soruya cevap verebiliriz:

Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'ndeki el-Beşîr ve Darfûr davası, Avrupa ile Amerika arasındaki bir orta çözüme doğru ilerlemektedir. Bu da "Hârun ile Alî'nin" yerel mahkemede yargılanması, dolayısıyla da el-Beşîr hakkındaki kovuşturmanın hafifletilmesi, ardından da kaldırılması yoluyla krize yönelik bir çıkışın oluşturulmasını kapsamaktadır. Ancak bu, Avrupa, bilhassa İngiltere ve Fransa lehine kazanımların gerçekleşmesi karşılığında, yani Avrupa ajanı isyancı hareketlerin etkin şekilde yönetime ve Çad'ın güvenliğine ortak olmasını garantileyen müzakereler yoluyla Darfûr'a ayak basmaları şeklinde olacaktır...

Çünkü dava, mevcut verilere göre, orta çözüm müzakerelerine doğru ilerlemektedir. Bu da orta çözüm müzakere şartlarının iyileştirilmesi amacıyla siyasî güçlerin çatışmasını, baskıların uygulanmasını ve atmosferlerin ısınmasını gerektirir. Yani bazen kabaran, bazen dinen, bazen kızışan, bazen de dinen şekilde sürecektir... Dolayısıyla bu çözüm, en azından yakın görünürde o kadar da kolay değildir. Her hâlükârda Kasım 2009'da Beyaz Saray'a yeni Amerikan Yönetimi gelmeden önce bir çözümün gerçekleştirilmesi muhtemel değildir. Hatta geldikten sonra bile bu, bölgedeki etkin pek çok kuvvetin iç içe girmesinden dolayı kısa olmayan bir zamana muhtaçtır.

Devamını oku...

Bir Taraftan Yahudi Varlığı, Gazze'yi Kuşatma Altına Alarak Filistin Halkını Katlederken, Öteki Tarafta Filistin Otoritesi, Amerikalı Komutan Dayton'un Emirlerini İnfâz Etmek Üzere İslâm İle Savaşıyor ve Batı Şeria'daki Filistin Halkını Sindiriyor

Bir taraftan işgâl kuvvetleri ile çapulcu Yahudi yerleşimcileri, Batı Şeria ile Gazze'de Filistinlileri katledip kuşatma altına aldığı Gazze'ye gıda, ilaç, su ve elektrik girişini engelleyerek etrafa fitne-fesat saçarken, öteki taraftan  Filistin Otoritesi'nin despotik birimleri de işgâl kuvvetlerine niyabeten evleri basarak içerisindeki ve yol kenarlarındaki insanları tutukluyorlar, Hizb-ut Tahrir'in bir aydan beri Hilâfet Devleti gölgesinde tatbik edilen İslâm'a dayanarak mevcut krizlerin köklü çözümlerini açıklamak üzere kokuşmuş Kapitalizm demokrasisinin yol açtığı küresel ekonomik kriz hakkında düzenlediği konferansları engellemek amacıyla kültür salonlarını, merkezlerini ve mescitleri basıyorlar. Filistin halkına yönelik bu azgın Yahudi savaşı ile Otorite'nin aşağılık ve iğrenç davranışları karşısında aşağıdaki hususları vurgularız:

1. Genelde Arap yöneticileri, özelde ise Mısır ile Filistin Otoritesi yöneticileri, Gazze'nin kuşatılması, Filistin halkının katledilmesi, sürgün edilmesi ve aç bırakılması cürümüne ortak olmuşlardır.

2. Kuşatma, sözde Yahudi varlığının ortaya çıkarılmasına katkıda bulunan ve ona hayat veren hükümetlere bağlı şahısları ve parlamenterleri taşıyan sandallarla kırılmaz. Bilakis kuşatmayı kıracak ve Gazze'yi Yahudinin pençelerinden kurtaracak olan Allah'ın mücahit kullarını taşıyan savaş gemileridir ki böylece düşmanları çatlatacak şekilde insanlar onurlu bir hayat yaşasınlar.

3. Olmayan bir heybetin ve kıytırık bir hakimiyetin peşinde koşan bir otorite, boş yere Ümmet'in düşmanı Yahudiler ile Amerikalıların emirleri karşısında boyun eğmesin, zelilleşmesin, bastırmak, zindanlara atmak ve işkenceye maruz bırakmak için kendi beldesinin halkını tutuklamasın. Kezâ aynı şekilde boş yere kendisini İslâm ile Müslümanların karşısına düşman olarak dikmesin, İslâm râyesini dalgalandırmak ve ona davet etmek uğrunda İslâm davetini taşıyanların görevlerini edâ etmelerini engellemesin. Bunun içindir ki Filistin Otoritesi, hem Hizb-ut Tahrir'in faaliyetlerine, hem de İslâm'ın şânını yücelten tüm barışçıl faaliyetlerine hiç karışmamalıdır. Şayet Filistin Otoritesi'nin zerre kadar hayası varsa, insanları, sabah-akşam saldıran Yahudi yerleşimcilerin saçmalıklarından korur! Ancak Amerikalılar ile Yahudiler, Otorite'yi insanları savunması için mi, yoksa Müslümanları tutuklaması ve İslâm ile savaşması için mi ortaya çıkarttı, eğitti ve silahlandırdı?

4. İslâmî âlemdeki kötü gidişatları değiştirmek üzere muhlis şekilde çalışanları muvaffak kılması için Filistin halkı kalpleri ve gönülleri ile Allah'a yönelmişlerdir ki ordular, Ümmet'in boyunlarına musallat olan asalak yöneticileri alaşağı etsin de bu orduları tehlîl ve tekbîr getirerek Filistin'e doğru harekete geçirecek Müslümanların Halîfesi nasbedilsin. İşte bizler Hizb-ut Tahrir olarak bunun için çalışıyoruz ve Allah'ın izniyle bunun yakın olduğunu görüyoruz.

وَاللّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَـكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ "Şüphesiz ki Allah, emrine ğâlibdir, muktedirdir. Velâkin insanların çoğu bunu bilmezler!" [Yûsuf 21]

 

Devamını oku...

Zulüm, Kıyamet Gününün Karanlıklarından Bir Karanlıktır

Bilhassa el-Menkubeyn ve Vadi el- Nahle bölgesinde olmak üzere Kuzey'de süregelen tutuklama kampanyası devam etmektedir. Bu tutuklamalar, çok iyi tanıdığımız sorumluluk ve mesuliyet sahibi kişiler gibi, silahlı cemaatleri ve şiddeti desteklemeyen şahsiyetleri kapsamıştır. Bilakis onlar, değişimin daveti taşımak yoluyla olacağına inanan şahsiyetler olup ne Feth-ul İslam ile ne de istihbarat birimlerinin türettiği diğer şüpheli cemaatlerle ilişkileri vardır. Üstelik onlar, bu tür tehlikeli tuzaklara düşmekten berî olan sorumluluk sahibi şebâbdır.  Nitekim bu şahsiyetlerden biri olan Şeyh Hâlid Yûsuf, dürüstlüğüyle, mesuliyetiyle, insanlara olan sevgisiyle ve onların maslahatlarına olan düşkünlüğüyle tanınan bir şahsiyettir.  Tutuklanmasının üzerinden yaklaşık iki hafta geçmesine rağmen, şu ana kadar ne tutuklanma sebebi, ne kendisine isnat edilen suç, ne akıbeti, ne de mahkemeye sevk edileceği tarih bilinmektedir. Bizler Hizb-ut Tahrir olarak sorarız; peki bu şebâbın durumu, aylarca, dahası senelerce tutuklanıp işkenceye, hakarete, kemiklerinin kırılmasına, derilerinin yüzülmesine maruz kalıp ardından da haydi şimdi evinize gidebilirsiniz, sizin hiçbir suçunuz yok denilen daha öncekilerin durumu gibi mi olacak? Onların akıbeti, herhangi bir yargılama olmaksızın senelerce zindanlarda kalan daha öncekilerin akıbetleri gibi mi olacak? Tüm çıplaklığı ile deriz ki; şayet kardeşlerimiz, insanların güvenliğine zarar verecek yüz kızartıcı bir fiil işlemişlerse veya maazallah câiz olmayan bir işe karışmışlarsa, böyle bir şeyi onlar yapmış olsa bile bunu onlardan kabul etmeyiz, bilakis bunları reddeder ve onların karşısında oluruz. Yok, eğer delilsiz şekilde şüphe üzerine alınmışlar ve onurları kırılmışsa bunu da şiddetle reddederiz.

Bir daha sorarız; İslâmi bölgeler ile Müslümanların şebâbı sırf şüphe veya bireysel silaha sahip olmaları yüzünden güvenlik baskılarına, takibatlara ve tutuklamalara niçin maruz kalmaktadırlar? Oysa başkaları tank, top, tüfek  gibilerine sahip olup bunlarla savaşırken onlara karşı güvenlik birimleri kıllarını dahi kıpırdatmışlar mıdır? İslâm'a bağlılığı aşırılık olarak görürlerken, niçin mezhepçi konuşmaları ve fırkacı provokasyonları bir cürüm olarak değerlendirmemektedirler? Ayrıca bu cemaatleri beyhude çatışmalar uğrunda kullanmalarından sonra bazı evlatlarımızın şüpheli cemaatlere karışmasının baş sorumluları politikacılar ile güvenlik birimleri değil midir? Nitekim onlar bugün Feth-ul İslâm cemaatini koruyup kollayanın kimler olduğu hakkında birbirlerini itham etmemişler midir?  En iğrenç şekilde politikalar yürüttükleri, insanların kanların akıttıkları, ardından da pisliklerini Müslümanlarla temizleyip onları kurban ettikleri halde hiç kendilerinden utanmıyorlar mı? أَلاَ سَاء مَا يَحْكُمُونَ "Ne de kötü hükmediyorlar!" [en-Nahl 59]

Bizler adil bir muamele istiyoruz, dolayısıyla başkalarına padişah evladı muamelesi yapılırken, bizlere ise üvey evlat muamelesi yapılmasını asla kabul etmeyiz. Çünkü bizler bu beldenin halkı ve öz evlatlarıyız, zilleti ve aşağılanmayı kabul etmeyiz. Hele hele bunu dinimize bağlılığımızdan dolayı yapılmasını hiç kabul etmeyiz. Kardeşlerimize karşı insaf edilmesini talep ediyoruz: Şayet suçlu iseler bu açıklanmalıdır, yok eğer masum iseler- ki biz böyle olduğuna inanıyoruz- geciktirilmeksizin derhal serbest bırakılmalarını istiyoruz.

وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ "Zulmedenler, nasıl bir yıkılış ile yıkıldıklarını çok yakında bileceklerdir." [eş-Şu'arâ 227]

 

Devamını oku...

Batı Demokrasileri, Müslümanlara Zulmediyor

  • Kategori Danimarka
  •   |  

Danimarka Yüksek Yargısı, 19 Kasım Çarşamba günü, "iki Tunuslu gencin" davası hakkında, hapsedilmesini gerektirecek yeterli gerekçeler olmamasından dolayı Tunus asıllı Müslüman gencin hapsedilmesinin yasaya aykırı olduğuna karar verdi. Kayda değerdir ki bu genç, hukukî bir gerekçe olmaksızın sekiz aydan fazla bir zaman hapishanede kalmıştır. Ancak mahkeme, "devletin güvenliğine tehdit" teşkil ediyorlar gerekçesiyle Tunus asıllı iki Müslüman gencin sınır dışı edilmesine karar veren Entegrasyon Bakanlığı'nın kararına ilişkin bir tavır takınmamıştır. Yine kayda değerdir ki itham edilen bu iki gençten birisi, "kendi isteği" ile Danimarka'yı terk etmeye karar verirken ikinci genç ise, Hükümet'in sınır dışı edememesi üzerine "zorunlu ikâmet" gereğince kalmasına izin verilmiştir. Yüksek Yargı'nın kararına rağmen Hükümet, hem "zorunlu ikâmetini" dayanılmaz bir hale getirmek, hem de onu ve "zorunlu ikâmet" gereği ikâmet eden diğer kişileri "kendiliğinden" ülkeyi terk etmeye zorlamak için "hukukî" olarak bu genci suçlamakta, tehdît ve sıkboğaz etmekte hala ısrar etmektedir.

"İki Tunuslu gencin" davası olarak bilinen bu davanın üzerine yasal şekilde Danimarka'da ikâmet eden Müslümanların sınır dışı edildiği bu dava benzeri pek çok durumun olduğu bilgisine ulaştık. Sınır dışı edilmeleri ise, ne sınır dışı edilene, ne de akrabalarına sınır dışı edilme gerekçelerini öğrenme izni verilmeyen "idârî karar" gereğince gerçekleşmektedir. Bildiğimiz tek bir şey vardır ki o da otoritelerin, sınır dışı edilen kişinin "devletin güvenliğine tehlike" teşkil ettiğini düşünmeleridir. Aynı şekilde sınır dışı edilen kişiye kendisini müdafaa etmesi izni dahi verilmemiştir. Çünkü otoriteler, "delillerin" yargıdan bile gizli kalması gerektiğini düşünmekteler!

Otoritelerin Müslümanları suçlayabilmesi ve sınır dışı edebilmesi için 2002 yılının başlarında çıkan "terör yasası" gereğince delilleri öğrenme ve yargı karşısında nefsi müdafaa hakkı kaldırılmıştır.

Müslümanlara yönelik bu tür polisiye uygulamalar, sadece Danimarkalı otoritelerle sınırlı değildir. Zîra hukukî bir dayanak olmaksızın "hukukî ilkelerin" kaldırılması, Müslümanların suçlanması ve keyfî tutuklamalar, demokratik Batılı devletlerinin hepsinin yaptığı bir iştir. İşte Amerika, senelerdir suçlamaksızın ve hukukî bir dayanak olmaksızın Müslümanları hapsetmekte, Amerikan Merkezî Haber Alma Teşkilatı [CIA] uçakları, Avrupa'da kol gezmekte, Müslümanları kaçırmakta ve soruşturma sırasında "suni boğulma" ve benzeri işkencelerin uygulandığı Avrupa ile Müslümanların beldelerindeki gizli işkence hapishanelerine göndermektedir. İşte bu uygulamalar, "sorgulama yöntemlerini güçlendirme" ve "terörizmle mücadelenin zorunlu araçları" olarak itibar edilmektedir. Bunun yanı sıra Avrupa Birliği, "Ulusal Güvenlik Hizmeti" gerekçesiyle Avrupalı devletlere Müslümanları mescitlerinde ve okullarında takip etme ve gözetleme izni veren terörizmle mücadele kanunu çıkarmıştır.

İngiltere'de ise, bizzat İngiltere İçişleri Bakanlığı'nın 2007 yılı verilerine göre 11 Eylül olaylarından beri sırf terörizm ile ilişkileri olduğu şüphesinden dolayı bin yüz on üç kişi (1113) -ki bunların geneli Müslümandır- tutuklanmıştır ve bunlardan sadece on ikisi suçlanmıştır. Batıdaki terörizm suçlamasına ilişkin bu ve benzeri davalarda kişilerin suçsuzluklarını kanıtlamaları oldukça zordur. Bu da İslâm'ı çarpıtmaya çalışan medya organları ile politikacıların oluşturduğu İslamafobi atmosferinden dolayıdır. Nitekim Müslümanları hukukî dayanaklardan yoksun terörist eylemler işlemekle suçlayan Batıda pek çok karar çıkmıştır. Bilakis bu suçlamalar, mesnetsiz delillere veya işkence altında alınan ifâdelere veya Amerikan ile İsrail istihbaratlarından alınan bilgilere dayanmaktadır.

Hem kanunların, hem de "idâri sınır dışı edilmesi" uygulamasının Danimarka Hükümeti tarafından daraltılması, Batıdaki Müslümanlara karşı yürütülen geniş çaplı hukukî ihlaller operasyonun uzantısından başka bir şey değildir. Bu ihlaller de demokrasinin "kanun devleti" olduğunu ve terörizmle mücadele kanunları yoluyla Müslümanlara özgü bir kanunlar rejimi oluşturulduğunu kanıtlamaktadır. Zîra suçlanan Müslümanlar, bunun aksi kanıtlana kadar veya suçsuzluklarını kanıtlama hakları olmaksızın suçlu olarak itibar edilmektedirler.

Terörizmle savaşın temel bir parçası olarak Müslümanları terörize etmeyi ve onları kontrol altına almayı amaçlayan bu kanunlar, "kanun devleti" olan demokrasi ile Müslümanların beldelerindeki "polis devleti" olan diktatörlük arasındaki farkları ortadan kaldırmaktadır.

Batılı Sömürgeci devletler, sömürgecilik ile ajan diktatör nizâmlar oluşturmak yoluyla İslâmî âlem beldelerindeki Müslümanlara hakim olmalarından sonra Batı beldelerindeki Müslümanlara hakim olmaya çalışmaktalar. Bazılarının İslâmî âlemdeki diktatör nizâmların uyguladığı baskı ve zulümden firar ederek Batıya iltica eden bu Müslümanlar, Batı demokrasilerinde de kendisinden kaçtıkları aynı zulüm ile karşılaşmışlardır. Dolayısıyla onların hali, tıpkı yağmurdan kaçıp doluya tutulan adamın hali gibidir.

Ey Müslümanlar!

Artık açığa çıkmıştır ki ister Batılı demokrasiler olsun, ister İslâmî âlemdeki Batının ajanı olan diktatör nizâmlar olsun bu laik nizâmlar, sizlerin güvenliğini sağlamamıştır, sağlayamayacaktır ve de temel haklarınızı vermeyeceklerdir. O halde şunu iyi bilmelisiniz ki haklarınızı ve güvenliğinizi garanti edecek olan sizleri yaratanın katından gönderilmiş ideolojik adil bir nizâmdır ki o, Hilâfet Devleti ile temsîl edilecek olan İslâm Nizâmı'dır.

وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِيـنَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا Allah, sizlerden îmân edip sâlih amel işleyenleri, kendilerinden öncekileri yeryüzünde Halîfe kıldığı gibi onları da yeryüzünde Halîfe kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini (İslam'ı) yeryüzünde hâkim kılacağını, (geçirdikleri) bu korkularını güvene çevireceğini vaâdetti. [en-Nûr 55]

Hizb-ut Tahrir / Danimarka, İslâm'a ve Müslümanlara karşı aşırı nefretin ve adavetin had safhaya ulaştığı sizlere uygulanan ve temel haklarınızı çiğnemeyi amaçlayan tüm tehditler ile baskılar karşısında Allah'ın ve Rasulü'nün râzı olacağı hak duruşu ile durmanız ve tek saf olmanız için sizlere seslenmektedir ey Müslümanlar! Kezâ sizleri, haklarınızı garanti edecek, güvenliğinizi gözetecek ve sizleri dünyanın ve ahretin izzetine götürecek Müslümanların beldelerindeki Râşidî Hilâfet Devleti gölgesinde İslâmî hayatı yeniden başlatmak için çalışanlarla birlikte çalışmaya çağırmaktadır.

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ "Ey îmân edenler! Allah ve Rasulü sizi, size hayat verene dâvet ettiği zaman icâbet edin!" [el-Enfâl 24]

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Al Birini Vur Ötekine!

CHP lideri Deniz Baykal, 10 Kasım 2008'de partisi tarafından Eyüp'te gerçekleştirilen bir etkinlikte, çarşaflı bir kadına CHP rozeti takarak "öyle istismar olmaz, böyle olur" dercesine bir çıkış yaptı. Bu çıkış, gazetelerin köşe yazarları ve mevcut laik küfür partileri nezdinde bir tartışma konusu haline geldi. Kimi televizyonlar başörtüsünün "üniversitelerde" serbest bırakılmasına dair AKP'nin MHP desteği ile gerçekleştirdiği anayasa değişikliğini Anayasa Mahkemesine götüren Baykal'ın o dönemde örtünme hakkında sarf ettiği sözlerle, bugünlerde söylediği sözleri karşılaştırdı. En son olarak da AKP lideri Erdoğan, sütten çıkmış ak kaşık misali yaptığı 21 Kasım 2008 tarihli açıklamasında şöyle dedi: "Bu konular yıllar yılı bu ülkede istismar edilmiştir. Bu iş konuşulmaz, yapılır. Güzel gelişmeler var. Yani bu tür gelişmeleri hayranlıkla izliyorum, ama temennim odur ki bunlar bir istismar olmasın."

Peki o değil miydi, suret-i haktan görünüp, Müslümanların oyunu aldıktan sonra, Allah'ın emri konusunda "toplumsal mutabakat gerekir" diyerek önce bu Müslüman halkı oyalayıp avutan sonra da yaptığı anayasa değişikliğinin arkasında durmayıp, Anayasa Mahkemesi üniversitelerde başörtüsünün takılmasını iptal ederken açık küfre dayandığı halde "yargı kararına saygı" martavalı ile bu kararı infaz edip, kendini seçen Müslümanlara her zaman olduğu gibi sırtını dönen?

CHP lideri Deniz Baykal'a gelince, görülen o ki bu çıkışında etkili olan husus; demokratik küfür siyasetinde her zaman rastlanan makyavelist anlayışın dışa vurumu olan gündelik ucuz seçim taktiklerinden başka, İngiltere Kraliçesi'nin Türkiye ziyareti sırasında ipuçlarını verdiği Türkiye'ye yönelik yeni İngiliz politikasının rüzgârına kapılmış olmasıdır. Bunun da nedeni öteden beri CHP ve muadili sair sol partilerin takip ettiği İngiliz katı laikliğine karşılık Amerika'nın Türkiye halkına Erdoğan gibi ikiyüzlü siyasetçiler eliyle pazarladığı, İslami duyguları istismar eden "ılımlı laiklik" taktiği ile başarı elde etmesidir.

Bu durumdan kurtulmanın, liberal Amerikan ve dikta İngiliz ajanlarının şirretinden korunmanın tek bir yolu vardır; o da bu çürümüş devleti, tüm kurumları ve yapıları ile yıkmak ve yerine İslâm Akîdesini esas alan teşekküller oluşturmak üzere ikinci Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurmaktır.

 

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmî Sözcü Yardımcısı
Türkiye Vilâyeti

Devamını oku...

Muhafazakarların Hizb-ut Tahrir Hakkındaki Yalanları, Popülaritelerini Düzeltme Girişiminden Öte Bir Şey Değildir

Geçen Perşembe günü, BBC-1 Televizyon kanalındaki "Khoten Times" programında Muhafazakarların partisinde görevli ve yetkili olan Philip Hmund'ın Hizb-ut Tahrir hakkında dile getirdiği yalanlar, düşen popülaritelerini yükseltmeyi amaçlayan birçok azgın kampanyalarının parçasından başka bir şey değildir. Nitekim Hmund, program sırasında Hizb-ut Tahrir'in "Yahudileri öldürmeye ahdetmiş" bir örgüt olduğunu ifade etmiştir.

Hizb-ut Tahrir'in İngiltere'deki Medya Temsilcisi Tâci Mustafa şöyle dedi: "Geçen haftalarda ifşâ olan David Cameron ile beraberindeki 'Türk gençlerinin' kibirliliği, Rusya'daki zenginlerle olan ilişkilerini zedelediği gibi küresel mâlî kriz sırasındaki güvenilir kişiler görünümleri noktasında karşılaştıkları zorlukları da olumsuz etkilemiştir."

"Bunun sonucunda da George Osborne'nin görevinde kalmasını kabullenmediğini gösteren Muhafazakarların ilkesinin sayın Cameron'un güvenirliğini sorgulamaya başladığı söylentileri ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine tekrar eski alışkanlıklarına dönerek bu defa makinistliğini Nick Giriffin'in yaptığı trene binerek Hizb-ut Tahrir aleyhinde yalancı ve ucuz saldırılara yeltendiler. Zîra Philip Hmund'un açıklaması, ilk kez David Cameron'un ifade ettiğinde çürütüldüğü üzere asılsızdır ve bu, Müslümanlara saldıran diğer politikalarına eklenen başka bir politika sayılır."

"Cameron'ın aldığı destek, öncekine göre en aşağı bir seviyeye düşmüştür ve kendisinin Başbakan olacağını sanması oldukça uzaktır. Dolayısıyla tekrar genelde Müslümanlara, özelde ise Hizb-ut Tahrir'e çamur atan popülarite hamlelerine başvurduğunu görmemiz garip ve şaşırtıcı değildir. Zîra o, insanların yetersiz bilgiye sahip olmalarını istismar ve kaygılarını en kötü şekilde manipüle etmektedir."

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Pakistan Silahlı Kuvvetleri, Amerikan Silahlarının, Yakıtının ve İçkisinin Bekçisi Haline Geldi

Bugün birçok gazete, Amerikan kuvvetleri ile NATO kuvvetlerine ait silahların, yakıtın, erzakın ve içkilerin bekçiliğini yapan Pakistan ordusu ile kuvvetlerinin resimlerini yayınladı. Allah'a imân, Allah korkusu, Allah'a takva ve Allah yolunda cihâd şiarına sahip Pakistan ordusu, bizzat Afganistan ile Pakistan'daki Müslümanların katledilmesi, yaralanması için kullanılacak olan silahların, Müslümanları bombardımana tutacak Amerikan tankları ile savaş uçaklarında kullanılacak yakıtın, Alman Hükümeti'nin parlamentodaki ifadesine göre, "kafalarını dindirmeleri ve dertlerini unutmaları amacıyla" şeytanın yandaşlarına gönderilen şarap ile votka şişelerinin bulunduğu erzak torbalarının bekçisi haline gelmiştir.

Mevcut demokratik Pakistan Hükümeti, önceki diktatörlükten "daha iyidir" derlerken gerçekten de doğru söylüyorlar. Ancak ne acıdır ki bu iyilik, sadece Sömürgecilik içindir! Zîra Ümmet bundan, bizzat Sömürgeciden daha sömürgeci kesilen Sömürgeci hükümetler dışında hiçbir hayır görmemiştir.

Bunun yanı sıra "Today Dawn" Gazetesi, Pakistan ordusunun "kendi kardeşlerinin" noktasını titizlikle belirlemeyi başararak Amerikan savaş uçaklarının onları bombalamasına imkân verdiğinin belirtildiği Pakistan ordusu hakkında bir rapor yayınladı. Yoksa bu yardım olmasaydı, Müslümanların yerini bulmak nerede, Amerikan ordusu nerede? Ancak Gilânî, Zerdarî, Rahmân Mâlik gibi politikacılar ile Keyânî gibi hain askerlerden oluşan bir çete, dünyanın en büyük yedinci düzenli ordusuna, uzak menzilli füzelere ve nükleer silaha sahip yüz altmış (160) milyonluk güçlü bir beldeyi Sömürgeci Kâfirlere teslim etmiştir. Oysa Pakistan, sahip olduğu imkânlarıyla Afganistan'daki Amerikan kuvvetlerini söküp atmaya muktedirdir. Ancak bu, ajan yöneticilerden kurtulup Hilâfet kurulmadıkça imkânsızdır.

Ey Silahlı Kuvvetler İçerisindeki Muhlisler!

Önünüzde Hilâfet'in kurulması durumunda hemen tatbik edilebilir pratik İslâmî bir anayasaya sahip olan Hizb-ut Tahrir'in temsîl ettiği muhlis evrensel bir liderliğin durduğunu hatırlatırız. Ayrıca Hizb, Arap beldelerini ve Müslüman Orta Asya beldelerini kurulması halinde Hilâfet Devleti'ne ilhak etmek üzere önceden tüm hazırlıklarını yapmıştır. O halde Hizb-ut Tahrir'e nusret vermeye koşunuz ve Rabbiniz ile buluşacağınız o günü hatırlayınız. Zîra O, yaptıklarınızdan dolayı sizleri hesaba çekecektir.

يَوْمَ تَشْهَدُ عَلَيْهِمْ أَلْسِنَتُهُمْ وَأَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُم بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ "O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edecektir." [en-Nûr 24]

 

İmrân Yûsufzây

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmi Sözcü Yardımcısı
Pakistan Vilâyeti

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER