Cuma, 20 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/22
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî

Müessis (Kurucu) Şeyh

Takiyyuddîn en-Nebhânî

en NebhaniO; Âlim-ul Allâme, Hizb-ut Tahrir'in Müessisi (Kurucusu) Şeyh Takiyyuddîn ibn-u İbrâhim ibn-u Mustafa ibn-u İsmâ'îl ibn-u Yûsuf en-Nebhânî'dir. Filistin'deki Bedevî Araplardan, Filistin'in kuzeyindeki Hayfa şehrine bağlı Safad kazasının İczim köyünü yurt edinmiş Ben-i Nebhân kabîlesine mensuptur. Şeyh, -râcih görüşe göre- H. 1332 - M. 1914 yılında İczim köyünde, dindarlığı ve takvası ile meşhur bir ilim yuvasında doğmuştur. Babası Şeyh İbrâhim, Filistin Maarif Nezâreti'nde Şer'î İlimler müderrisi olarak çalışan Fakih bir Şeyh idi. Kezâ annesi de, kendi babası Şeyh Yûsuf'tan kazandığı şer'î konularda son derece büyük bilgi birikimine sahip idi.

Şeyh Yûsuf, hakkındaki biyografilere göre, Yûsuf ibn-u İsmâ'îl ibn-u Yûsuf ibn-u Hasen ibn-u Muhammed en-Nebhânî eş-Şâfi'î idi. Künyesi, "Ebu'l Mehâsin" idi. Edîb, şâir ve sûfî idi. Önde gelen Kâdîlerden biri idi. Nablus bölgelerinden Cenîn Kasabası'ndaki [Bugün Nablus ve Cenin Filistin'in iki şehridir] dâvâlara bakan Kadâyı üstleniyordu. Ardından İslâmbul'a gitmiş, Bekvî Sancağı'nda Mûsul [Bugün Irak'tadır] dâvâlara bakan Kâdî olarak, sonra Lazkiye'ye [Bugün Suriye'dedir] sonra da el-Kuds'e (Kudüs'e) Cezâ Mahkemesi Başkanı olarak, daha sonra da Beyrut'a Hukuk Mahkemesi Başkanı olarak tayin edilmişti. Kırk sekize (48) varan çok sayıda eserin müellifidir.

Böylesi bir ortamda yetişmesi, Şeyh Takiyyuddîn'in İslâmî şahsiyetinin oluşumunda son derece müessir olmuştur. Öyle ki erken yaşlarda, henüz on üç (13) yaşına basmazdan evvel Kur'ân'ın tamamını zihnine nakşederek hıfzetmişti. Anne tarafından dedesinin takvasından ve uyanıklığından etkilendi, onun engin ilminden alabildiğine faydalandı, erken yaşlarda siyâsi uyanıklık ile, bilhassa dedesinin Osmanlı Devleti'ndeki yönetim adamları ile olan sıkı ilişkileri yoluyla elde ettiği önemli siyâsî meselelerdeki tecrübesinden beslendi. Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî, dedesi Şeyh Yûsuf'un düzenlediği fıkıh meclislerine ve münâzaralarına katılımlarından da istifade etti. Nitekim bu ilmî oturumlara katılımı esnasındaki sergilediği üstün yeteneği ve zekâsı dedesinin dikkatini çekti. Ona büyük ihtimam gösterdi ve babasını, şer'i eğitimini sürdürebilmesi için onu el-Ezher'e göndermesi noktasında ikna etti.

İlmi ve Eğitimi:

Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî, 1928 yılında ez-Ezher Lisesi'ne girdi, aynı yıl üstün başarı ile tamamladı ve el-Ğurabâ' Diploması [Yabancı öğrenciler için Bilimsel Diploma] aldı. Ardından o zaman el-Ezher'e bağlı olan Dâr-ul Ulûm Fakültesi'ne girdi. Öte yandan dedesinin referans verdiği, Muhammed el-Hadır Huseyn [Rahimehullah] gibi şeyhlerin el-Ezher-iş Şerîf'teki ilmî halakalarına katılıyordu. Zîra el-Ezher'deki eski öğretim müfredatı buna imkân tanıyordu. Şeyh en-Nebhânî, hem el-Ezher'in eski müfredatını hem de Dâr-ul Ulûm'u birlikte götürmesine rağmen, ciddiyetinde ve çalışkanlığında başarısı ve seçkinliği ile göze çarpıyordu. Nitekim Kâhire'de ve Müslümanların diğer beldelerinde o zamanlar bilimsel enstitülerce düzenlenen fikrî münakaşalarda ve münâzaralarda açığa çıkan fikrî derinliği, ileri görüşlülüğü, kıvrak zekâsı, kuvvetli delilleri ve üstün ikna kabiliyeti ile akranlarının ve muallimlerinin dikkatini çekiyordu.

Şeyh en-Nebhânî'nin aldığı diplomalar şunlardı: el-Ezher Lisesi Diploması, el-Ezher Ğurabâ' Diploması, Kâhire'deki Dâr-ul Ulûm Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Diploması. Ayrıca el-Ezher'e bağlı Yüksek Şer'î Kadâ Enstitüsü'nden Kadâ İcâzeti aldı. 1932 yılında Şeria Lisans Diploması alarak el-Ezher'den mezun oldu.

Çalıştığı Alanlar:

Şeyh, 1938 senesine kadar Maarif Nezâreti'nde şer'î öğretim hizmetinde çalıştı. Ardından Şer'î Kadâ cihetine intikâl etti. Hayfa Merkezî Mahkemesi'nde Baş Kâtip vazifesi ile başladığı bu alanda, ardından Müşâvir [Kâdî Yardımcısı], sonra da er-Rimle Mahkemesi Kâdîsi olarak 1948 yılına kadar terfi etti.  O zaman Yahudi eliyle Filistin'in düşmesi üzerine Şâm'a gitti, sonra el-Kuds (Kudüs) Şer'î Mahkemesi'ne Kâdî olarak tâyin edilmek üzere aynı sene geri döndü. Ondan sonra 1950 senesine kadar Şer'î İsti'nâf Mahkemesi'ne Kâdî tayin edildi. O zaman istifa etti ve 1952 senesine kadar Amman'daki İslâmî İlimler Fakültesi'nde Lise merhalesi talebelerine dersler verdi. Nitekim Rahimehullah, tüm ilimlerde engin bilgi sahibi bir ilimler deryası idi. Mutlak müctehid idi ve belîğ bir biçimde, son derece düzgün ve fasih olarak delil ile konuşur idi.

Eserleri:

1.       İslâm Nizâmı

2.       Hizbî Kitleleşme

3.       Hizb-ut Tahrir Mefhumları

4.       İslâm'da İktisâdî Nizâm

5.       İslâm'da İctimâî Nizâm

6.       İslâm'da Yönetim Nizâmı

7.       Anayasa

8.       Anayasa Mukaddimesi

9.       İslâmî Devlet

10.     İslâmî Şahsiyet - 3 Cilt

11.     Hizb-ut Tahrir'in Siyâsî Mefhumları

12.     Siyâsî Bakışlar

13.     (Hizb-ut Tahrir'den Müslümanlara) Sıcak Bir Nîdâ

14.     Hilâfet

15.     Düşünme

16.     Kıvrak Zekâ

17.     (Hizb-ut Tahrir'in) Harekete Geçme Noktası

18.     Topluma Giriş

19.     Mısır'ın Silahlanması

20.     Mısır-Suriye-Yemen Arasındaki İkili Anlaşmalar

21.     Amerikan-İngiliz Metodu ile Filistin Meselesinin Çözümü

22.     Eisenhower Projesi Ekseninde Siyâsî Boşluk Teorisi

Bunların yanı sıra binlerce fikrî, siyâsî ve iktisâdî yayın kaleme almıştır. Ayrıca kitaplarının piyasada dolaşımına ve yayımına yasal yasaklama konulmasının ardından Hizb'deki üyeler adına çok sayıda kitabı yayınlanmıştır.

Bunlardan bazıları şunlardır:

1.       İdeal İktisâdî Siyâset [AbdurRahmân el-Mâlikî adına]

2.       Marksist Komünizmin Çürütülmesi [Ğânim Abduh adına]

3.       Hilâfet Nasıl Yıkıldı? [AbdulKadîm Zellûm adına]

4.       Beyyinât Hükümleri [Ahmed ed-Dâ'ûr adına]

5.       Ukûbât Nizâmı [AbdurRahmân el-Mâlikî adına]

6.       Ahkâm-us Salâh [Alî Râğıb adına]

7.       İslâmî Fikir

Daha önce -Hizb'i kurmadan evvel- de "Filistin'in Kurtuluşu" ile "Arapların Mesajı" eserlerini yayınlamıştır.

Vasıfları ve Ahlâkı:

İslâmî İlimler Fakültesi'nde İdârî Müdür olarak çalışan ve Şeyh Takiyyuddîn'in fakülteyi ayak bastığı günden beri ondan hiç ayrılmayan Üstâz Zuheyr Kuhâle şöyle anlatır: "O, nezîh, şerîf, nazîf, muhlis, coşkun enerjili ve Ümmet'in kalbine "İsrail" varlığının saplanmasından dolayı da içi yanan ve elem duyan seçkin bir şahsiyet idi."

Orta boylu, metin bünyeli, dinamik yapılı, keskin mizaçlı, tartışmada maharetli, delil ile susturucu ve hak olduğuna inandığı şeylerde ısrarcı idi. Bıyıkları ile birleşen orta halli bir sakalı vardı. Güçlü bir şahsiyete ve konuştuğunda etkileyici, tartıştığında ikna edici bir karaktere sahip idi. Beyhude çabalardan, gerisin geriye dönülmesinden ve Ümmet'in maslahatlarını bırakıp uzlete çekilmesinden hiç hoşlanmazdı. Yine kişisel hayatı ile ilgili işler ile meşgul olmasından hiç hoşlanmazdı. Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in «من لم يهتم بأمر المسلمين فليس منهم » "Müslümanların işi (derdi) ile ilgilenmeyen (dertlenmeyen) onlardan değildir" kavlini sergileyerek hep Ümmet'in hayrı için çalışırdı. Bu hadisi o kadar çok tekrar ederdi ki hep bunu delil gösterirdi. Bunun için "İhyâ-u Ulûm-ud Dîn" yazarı İmam el-Ğazâlî'nin, İslâmî beldelere saldıran Haçlıları bırakıp kendisini mescide kapatarak kitaplarını yazmaya koyulduğu zaman öldüğünü söylerdi.

Hizb-ut Tahrir'i Kurması ve Onunla Birlikte Seyri:

Şeyh Takiyyuddîn kendisini, Hicrî dördüncü (4.) asırdan beri ortaya çıkan partileri, hareketleri ve örgütleri derinden titizlik ile araştırmaya verdi. Üslupları, fikirleri ile yayılma veya başarısızlık sebeplerini araştırdı. Kendisini bu partileri araştırmaya yönelten faktör; Şeyh'in, Mücrim Mustafa Kemâl "Atatürk" (!) eliyle ilgâ edilmesinin ardından, o zamanlar bu uğurda çalışan İslâmî örgütlerin varlığına rağmen Müslümanların geri getiremediği Hilâfet'in geri getirilmesi için çalışan İslâmî kitleleşmenin varlığına ve gerekliliğine yönelik ihsâsı idi. 1948 yılının Mart ayında Filistin toprakları üzerinde "İsrail" (!) varlığının kurulması ve Ürdün, Mısır ve Irak'a tahakküm eden İngiliz Mandası'nın bağrına bastığı Yahudi çeteleri karşısında Arapların zaafa düşmesi, Şeyh'in ihsasını daha da şiddetlendirdi. Bunun üzerine Müslümanları kalkındıracak hakiki sebepleri araştırmaya başladı. Böylece milliyetçilik fikri yoluyla Ümmet'i kalkındırmaya teşebbüs etti. Bu yönde iki risâle yazdı: Risâlet-ul Arab (Arapların Mesajı) ve İnkâz-u Filistîn (Filistin'in Kurtarılması). Bunlar 1950 yılında yayınladı. Onun bu iki risâlede görülen milliyetçi çıkışı; fikirden, akîdeden ve Ümmet mevcut gerçek mesajından -ki İslâm Risâleti'dir- kopuk değildi. Kendisi ile Ümmet'i gerçek risâletinden koparan, Ümmet aleyhine Batılı sloganlara, ilkelere ve ideolojilere çağıran, Ümmet'in akîdesi, tabiatı ve kıymetleri ile çelişen Arap milliyetçileri arasındaki fark budur! Nitekim daha sonra Şeyh Takiyyuddîn, ilk etapta edindiği bu istikameti terk etti. Ardından diyaloglara girişti ve ortalıkta dolaşan her şeye kulak verdi. Ama hiçbirine ikna olmadı.

Henüz Kadâya (kâdilik mesleğine) intikal etmemiş iken, tanıdığı âlimler ile temas kuruyor, onlar ile Mısır'da buluşuyor ve onlara; Müslümanları kalkındırmak, izzetlerini ve mecdlerini iâde etmek üzere İslâm esâsına dayalı siyâsî bir hizbin inşâsı fikrini arzetmeye başlıyordu. Bu maksatla Filistin'in birçok şehrini dolaşıyor ve mayalanan bu fikrinin, âlimlerden ve kanaat önderlerinden bâriz şahsiyetlere aktarıyordu. Nitekim seminerler düzenliyor, Filistin'in farklı şehirlerinden âlimleri bir araya getiriyor, bu esnada sahih kalkınma metodu hakkında onlar ile diyaloglar kuruyor ve çoğu zaman seyirlerinin hatasını ve çalışmalarının akâmetini kendilerine beyân ederek İslâmî cemiyetler ile Milliyetçi-Vatancı siyâsî partilerin aktivistleri ile tartışıyordu. Kezâ Mescid-il Aksâ, Mescid-i İbrâhim el-Halîl (el-Mescîd-il İbrâhîmî) ve diğer mescidlerin her birinde dînî münâsebetler vesîlesi ile irâd ettiği hutbelerinde birçok siyâsî meselelere değiniyordu. Nitekim Arap nizâmlara, Batılı Sömürgeciliğin kuklaları olduklarını, Müslümanların beldelerinin pençesinde kalması için onunla işbirliği yapan maşalardan birer maşa olduklarını ifade ederek hücûm ediyor, Batılı devletlerin siyâsî plânları ifşâ ediyor, İslâm'a ve Müslümanlara karşı niyetlerini açığa vuruyor, Müslümanlara vâciplerini gösteriyor ve onlara İslâm esâsına dayalı partileşmeye çağırıyordu.

Sonra Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî öne çıkarak Temsilciler Meclisi'ne aday oldu... İdeolojisi İslâm olan siyâsî bir hizbin inşâsına yönelik girişimci tavırları, siyâsî aktivitesi, ciddî çalışması, İslâm'a sımsıkı sarılması, neticelerde devlete etki etmesi göz önüne alındığında, tüm bunlar seçim sonuçlarının aleyhine sonuçlanmasına katkıda bulundu.

Ancak Şeyh'in siyâsî faaliyeti durmamış, azmi kırılmamış ve fazîletli âlimlerden, gözde kâdîlerden, bâriz fikrî-siyâsî şahsiyetlerden bir topluluğu, İslâm esâsına dayalı siyâsî bir hizbin inşâsına iknâ edebilinceye kadar temaslarını ve tartışmalarını sürdürmüş, kendilerine hizbî kadrolaşmayı ve bu hizbe kültürel donanım olabilecek fikirleri arzetmeye başlamış, nihâyet fikirleri bu âlimler nezdinde rızâ ve kabul görmüş, artık siyâsî faaliyeti, Hizb-ut Tahrir'i teşkil ederek taçlandırmıştır.

Hizbin teşkîline yönelik çalışma el-Kuds (Kudüs) şehrinde başladı. Zîra Şeyh, oradaki Şer'î İsti'nâf Mahkemesi'nde çalışıyordu ve o vakit birçok kimse ile temas kurmuştu ki onlardan bazıları şunlardır: Kalkilya'dan Ahmed ed-Dâ'ûr; Lad ve Rimle'den es-Seydân Nimr el-Mısrî ve Dâvud Hamdân; el-Halîl'den AbdulKadîm Zellûm, Âdil en-Nablûsî, Ğânim Abduh, Munîr Şekîr, Şeyh Es'ad Beyûd et-Temîmî ve diğerleri.

İşin başında müessis fertler arasındaki görüşmeler gelişigüzel ve düzensizdi. Bunların çoğu, ya el-Kuds'te ya da el-Halîl'de, görüş alışverişine ve yeni fertler kazanmaya yönelik olarak yapılıyor ve tartışmalar Ümmet'in kalkınmasında müessir İslâmî konular üzerinde yoğunlaşıyordu. Durum, bu fertlerin siyâsî hizbin sıfatını edinmeye başladığı 1952'nin sonlarına kadar böyle devam etti.

1952 yılının Kasım ayının on yedisinde (17.11.1952) siyâsî parti kurma ruhsatı almak maksadıyla Ürdün İçişleri Bakanlığı'na resmî talep ile Hizb'in müessis üyelerinden beş kişi öne çıktı. Onlar şu kişilerdi:

1.    Takiyyuddîn en-Nebhâni / Hizb'in Başkanı

2.    Dâvud Hamdan / Başkan Yardımcısı ve Hizb Sekreteri

3.    Ğânim Abduh / Mâlî Sekreter

4.    Dr. Âdil en-Nablûsî / Üye

5.    Munîr Şekîr / Üye

Osmanlı Cemiyetler Kânunu'nda talep edilen yasal prosedürleri tamamladı. Hizb'in merkezî el-Kuds idi ve bu kânuna göre "bilgilendirme ve haber verme" işlemini yaptı.

Hizb, esâsî nizâmnâmesine (temel tüzüğüne) ek olarak beyânını Hükümet'e sunması ve bundan önce 14.03.1953 târihli 176 sayılı es-Sarih Gazetesi'nde keyfiyetin yayınlanması ile Hizb-ut Tahrir, H. 28 Cumâdâ es-Sâniye 1372 el-muvâfık M. 14 Mart 1953 Cumartesi günü itibariyle yasal bir parti haline geldi ve yürürlükteki Osmanlı Cemiyetler Kânunu'na göre partisel faaliyetlerini yerine getirme ve tüm partisel çalışmalarını yürütme salâhiyetlerine sahip oldu.

Ancak Hükümet, beş kurucu üyeye celp çıkarttı, haklarında soruşturma başlattı ve onlardan dördünü tutukladı. Ardından H. 07 Raceb 1372 el-muvâfık 22.03.1953 târihinde Hizb-ut Tahrir'in yasal olmadığını ve aktivistlerinin her tür çalışmadan [her tür partisel faaliyetten] men edildiğini değerlendiren bir bildiri yayındı ve 01.04.1953 târihinde de el-Kuds'teki bürosunda asılı Hizb-ut Tahrir tabelalarının kaldırılmasını emretti ve bilfiil kaldırıldı.

Ne var ki Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî, bu yasaklamaya hiç aldırış etmedi ve Hizb'i üzerine tesis ettiği Risâleti taşıyarak ilerlemede devamlılıkta ısrarlı davrandı. 1956 yılında Dâvud Hamdân ile Nimr el-Mısrî, Hizb'in liderliğinden çıkınca, onların yerine liderliğe Şeyh AbdulKadîm Zellûm ve Şeyh Ahmed ed-Dâ'ûr girdi. Böylece Hizb'in kıyâdesi (liderliği), Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî liderliğinde bu iki celîl âlimden oluşur hale geldi. İşte bu liderlik, Allah'ın fadlı ve rıdvânı ile en hayırlı kıyâm ile Dâvet'in yükü ile kâim oldu.

Hizb, el-Aksâ meydanlarından yola çıkarak İslâmî Hayatı yeniden başlatmak üzere halk kitlelerini kültürlendirme kampanyasına girişti ve geniş bir aktivite sergiledi. Bu yüzden otoriteler, şekillenişini ve organizasyonunu güçlendirmesini engellemek üzere sert adımlar atmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Şeyh en-Nebhânî, 1953 yılının sonunda beldeyi (el-Kuds'ü) kendi isteği ile terk etmek zorunda kaldı. Ancak ikinci kez geri dönüşü men edildi.

1953 yılı Kasım ayında Şeyh en-Nebhânî, zorunlu olarak ancak kısa bir süre kalabildiği Dimeşk'e [Suriye'nin başkenti Şam'a] gitti, çünkü Suriye otoriteleri bir süre sonra kendisini tutuklayıp Suriye-Lübnan sınırından dışarı attılar. Fakat bu kez de Lübnan otoriteleri kendisini topraklarına girmekten men etti. Bunun üzerine Vâdî'l Harîr'deki Lübnan Polis Merkezi yetkilisinden Lübnan'da kendisini tanıyan bir şahıs ile bağlantı kurmasına izin vermesini talep etti. Lübnanlı güvenlik yetkilisi de bağlantı kurması için ona izin verdi. Böylelikle Şeyh en-Nebhânî, o arkadaşından Lübnan Müftüsü Şeyh Hasen el-Ulâyâ ile görüşmesini talep etti. Bu haber Şeyh el-Ulâyâ'nın kulağına ulaşınca, Şeyh en-Nebhânî'nin Lübnan topraklarına derhal girişini emretmeleri için Lübnanlı yetkililere doğru süratle harekete geçti, aksi takdirde devletin bir yandan demokrasi çağrısında bulunurken öte yanda İslâmî dîn âlimlerinden bir âlimi topraklarına ayak basmaktan men ettiği haberini ülkenin her tarafına yayacağını söyledi. Lübnan Müftüsünün bu tavrı karşısında Lübnanlı otoriteler boyun büküp teslim etmek zorunda kaldılar.

Şeyh en-Nebhânî, Lübnan'da yerleştiğinden beri fikirlerini yaymaya çalıştı ve 1958 yılına kadar bu hususta sıkıntısız olarak devam edebildi. O vakit Lübnan otoriteleri, fikirlerinin tehlikesini idrâk etmelerinden sonra kendisini sıkboğaz etmeye başladılar. Bunun üzerine Şeyh, gizlice Beyrut'tan Trablus'a [Lübnan'daki Trablus] gitmek zorunda kaldı. Onu tanıyanlardan güvenilir birisi şöyle diyordu: "Şeyh, vaktinin çoğunu okuyarak, yazarak ve güçlü siyâsî neşriyâtını yazmak için dünya haberlerini dinlediği radyoyu dinleyerek geçirirdi. Kendisi adıyla sanıyla takî (takvalı) idi. Bakışında ve dilinde afîf idi. İctihâdlarının ihtilâfına rağmen Müslümanlardan herhangi birini, bilhassa İslâm'a dâvet edenleri sövdüğünü, azarladığını yahut küçümsediğini bir gün olsun işitmedim."

Irak'taki Nusret operasyonuna büyük ihtimâm gösteren Müessis Şeyh, merhum AbdusSelâm Ârif ve diğerleri ile olan temaslar da dâhil olmak üzere, bazı temaslar için orada bulunan Şeyh AbdulKadîm'in [Ebu Yûsuf'un] katılımı ile bu uğurda Irak'a birçok seferler düzenlemişti. Bu gezilerin sonuncusu, Irak'ta tutuklandığı vefâtından evvelki idi. Nitekim kendisine çok işkence etmişler, ancak sorgucuların uyguladığı işkence kendisinden bir şey elde etmede hiç işe yaramadı. Söylediği kendisinden öğrenilen şey tek bir cümle idi: «شيخ يبحث عن العلاج!» "Bir yaşlı ilaç arıyor!" Bunun üzerine kendisinden bıktılar ve tâğutlardan gördüğü şiddetli ve korkunç işkence sonucu eli felçli olmuş ve takatsiz kalmış bir halde Suriye sınırı üzerinden kovdular. Onun sınırdan bu kovulması, Ürdün istihbâratçılarının kendilerine gelmesinden hemen önce olmuştu ki onlar kendilerine şöyle demişti: "Elinizdeki tutuklu, sizin de aradığınız Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî idi!" Velâkin Allah'a hamdolsun ki fırsatı kaçırmışlardı.

Şeyh -Rahimehullah- Hizb'i sâbit adımlar üzerine tesis etmiş, hedefe varmaya âdeta ramak kalmıştı. Velâkin her şey için yazılı bir vakit vardır.

Nihâyet H. 01 Muharrem 1398 el-muvâfık M. 11 Aralık 1977 Pazar sabahı İslâmî Ümmet; önde gelen seçkin şahsiyetlerinden bir simge, ilimler deryâsı, genel mânâda bu asrın en meşhur fakihi, 20. yüzyılda İslâmî Âlem'de İslâmî Fikr'in tartışmasız müceddidi, Fakih, Muctehid, Âlim-ul Allâme ve Hizb-ut Tahrir'in Müessis Emîri Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî'yi kaybetti. Kendisi, Allahu Te'alâ'nın vefât ettirdiği Beyrut'taki el-Evzâ'î Mezarlığı'na defnedildi. Uğrunda tüm ömrünü harcadığı çalışmasının semerelerini hasât edemedi ki o, Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'dir. Emâneti, halefi ve yol arkadaşı olan Büyük Âlim Şeyh AbdulKadîm Yûsuf Zellûm'a terk etti. Ne var ki o, Rahimehullah da, gerçekleşmesi için zahmet ile çalıştığı hedefe şâhid olamadı. Ancak onun çabaları; kendisine intisâb edilen, fikri binlercesi tarafından taşınan, milyonlarca destekçisi bulunan, adamları yaşanılan her yere ve kâfirlerin, tâğutların ve zâlimlerin nice zindanlarına kadar yayılan bir Hizb olarak meyvesini verdi.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı: Livâ’lar (sancaklar) ve râyeler (bayraklar) mevzusu

Soru: Livâ'lar (sancaklar) ve râyeler (bayraklar) mevzusu, en-Nizam-ul Hukm (Yönetim Nizamı) kitabının (Arapça Mutemed baskısının) 158. sayfasında (Türkçe baskının 249. sayfasında) ve el-Şahsiyyet-ul İslamiyye (İslamî Şahsiyet) kitabının ikinci cildinin (Arapça Mutemed baskısının) 183. sayfasında (Türkçe baskının 193. sayfasında) geçmektedir. Aşağıda beyan edilen yerlerde küçük bir karışıklık görülmüştür:

1. "Livâ' [اللواء] -‘Âlem [العلم] de denilir- ordu komutanının bulunduğu yer için bir âlamettir... Râye [الراية] ise orduya verilen bir âlemdir... Ordunun birçok râyeleri vardır ama sadece bir livâ'sı bulunur." Bu nasıl olur?

2. "Livâ' ordunun emîrine (bir başka yerde vârid olduğu gibi ordunun komutanına) bağlanır. Râye ise harb esnasında muârakenin (çarpışmanın) komutanı tarafından kullanılır." Öyleyse ordu komutanına bağlanan şey ile muârakenin komutanına verilen şey arasında ne fark vardır?

3. "Livâ' Dar-ul Hilâfe'de (Hilâfetin merkezinde) Halîfe'nin kasrı (konutu) üzerine çekilir. Râyeler ise devletin tüm müdürlükleri, dâireleri, idâreleri ve müesseseleri üzerine çekilir." Halîfe'nin kasrı devletin müesseselerinden değil midir?

4. "Livâ' mızrağın ucuna bağlanan ve ona sarılan şeydir. O livâ' olarak isimlendirildi. Çünkü büyüklüğünden dolayı sarılı durur ve gerekmedikçe açılmaz. Râye ise göndere çekilir ve rüzgarın dalgalandırmasına bırakılır." Öyleyse rüzgârın dalgalandırmaması** halinde ve rüzgârın dalgalandırdığı şey ancak râye iken, bu livâ' Dar-ul Hilâfet üzerinde ve Ordu komutanının karargâhı üzerinde nasıl asılacaktır?

Lütfen bu konuları, bilhassa devletin mumeyyize (ayırtedici) âlametleri olan bu livâ' ve râyeyi bize açıklayınız. Nitekim bunun karışıklık olmaksızın vazıh olması oldukça ehemmiyetlidir. BerâkAllahu Fîkum [Allah sizleri mübarek kılsın]

 

Cevap:

Bu iki kitaba dikkatlice bakılırsa ve belirtilenlerin hepsi birlikte değerlendirilse hiçbir karışıklık bulunmaz:

1.    Livâ' ve Râye lüğatte âlem [العلم] olarak geçer. Kamus-ul Muhît'in [رَوِيَ] maddesinde şöyle geçti: "...Râye âlemdir ve çoğulu Râyâttır. [رايات]" [لَوِيَ] maddesinde ise şöyle geçti: "...Livâ' âlemdir, çoğulu Vuyâ'dır. [ألوية] "

Sonra şüphesiz Şâri' [Şeriat koyucu] bunların her birine kullanıldığı yere göre şer'î bir mânâ verdi. Şöyle ki;

-          Livâ' ordunun emîrine veya ordunun komutanına bağlanır. Bu onun yeri için bir âlamettir. Her nereye yerleşirse yerleşsin, bu (livâ') o yere eşlik eder. Livâ'ın ordunun emîrine bağlanmasının delîli şudur:

دخل مكة يوم الفتح ولواؤه أبيض) r أن النبي ( Nebî [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] fetih günü Mekke'ye beyaz bir livâ ile girdi. [İbn-i Mâce Câbir'den rivayet etti.] En-Nesâi Enes'ten şöyle rivayet etti:

بيده) بن زيد على الجيش ليغزو الروم عقد لواءه حين أمَّر أسامة r( أنه Nebî [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] Usâme İbn Zeyd'i Rumlarla savaşacak olan orduya komuta etmesi için tayin ettiğinde, onun livâ'ını kendi eliyle bağladı.

-          Râye, (tabur, tümen ve ordunun diğer birimleri gibi) ordu birliklerinin komutanları ile beraber bulunur. Bunun delîli, Nebî [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in Hayber'de ordunun komutanı iken söylediği şu kavlidir:

لأعطين الراية غداً رجلاً يحب الله ورسوله، ويحبه الله ورسوله، فأعطاها علياً» « Yarın râyeyi Allah ve Rasulü'nü seven ve Allah ve Rasulü'nün de kendisini sevdiği bir adama vereceğim. Böylece ‘Alî'ye verdi. [Muttefekun aleyh]

O zaman ‘Alî'ye [KerramAllahu Vechehu, Allah yüzünü kerim kılsın] orduda bir taburun veya birliğin komutanı olarak îtibar ediliyordu. Kezâ el-Harîs İbn Hassan el-Bekrî'nin hadisinde şöyle geçti:

، وإذا رايات سود فسألتُ ما هذه r على المنبر وبلال قائم بين يديه متقلد السيف بين يدي الرسول r (قدمنا المدينة فإذا رسول الله الرايات فقالوا عمرو بن العاص قدم من غزاةMedine'ye geldiğimizde Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'i minber üzerinde ve Bilâl'i de Rasul [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'in elleri arasında kılıcı kendi elleri arasında tuttuğunu ve siyah râyelerin dalgalandığını gördük. Böylece bu râyelerin ne olduğunu sordum. Dediler ki, Amr-u İbn-ul Ass ğazveden döndü.

Dolayısıyla [وإذا رايات سود] "siyah râyeler gördük" demek, orduda birçok râyeler bulunuyordu demektir. O zaman ordunun komutanı tek kişiydi ve o ‘Amr-u İbn-ul Ass idi. Bu demektir ki tugayların ve birliklerin komutanlarının yanında râyeler vardı.

Bu nedenle livâ' ordunun emîrine bağlıdır ve râyeler de ordunun kalanı, tümenleri, tugayları ve birimleri ile birliktedir. Böylece orduda tek bir livâ' bulunur, ama ordunun tamamında birçok râyeler bulunur.

Öyleyse livâ' başkası değil ancak ordunun emîrinin âlemidir (sancağıdır) ve râyeler de askerlerle birliktedir.

2.    Livâ' ordunun emîrine bağlanır ve onun karargâhının üzerindeki bir âlemdir. Yâni o ordunun emîrinin karargâhına aittir. Fakat muârakede; muârakenin emîri -o ister bizzat ordunun emîri olsun isterse ordu emîrinin tayin ettiği bir başkası olsun- kendisine savaş esnasında meydanda taşıması için râye verilir. Bunun içindir ki râye, Umm-ul Harb (savaşın anası) olarak isimlendirildi. Zîra o meydanda muârakenin komutanı tarafından taşınır.

Bu nedenle gerçekleşecek bir savaş halinde, muârakenin komutanında tek bir râye olacaktır. Bu, o zamanlar herkes tarafından bilinen bir meseleydi ve yükseltilmiş duran râye muârake komutanının kuvvetliliğinin bir delîli idi. Bu da orduların savaşlarının örflerine göre idârî bir düzenlemedir.

Daha haberi askerlere ulaşmadan Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] insanlara Zeyd'in, Câ'fer'in ve İbn Ravâha'nın şehâdetini îlan ediyordu:

أخذ الراية زيد فأصيب ثم أخذ جعفر فأصيب ثم أخذ ابن رواحة فأصيب» « Zeyd râyeyi aldı ve vuruldu, sonra Ca'fer onu aldı ve o da vuruldu, sonra İbn Ravâha onu aldı ve o da vuruldu.

Fakat barış halinde veya muârake sona erdiğinde, -Amr-u İbn-ul Ass ordusu hakkındaki el-Harîs İbn Hassan el-Bekrî hadisinde geçtiği gibi- ordunun birlikleri, tümenleri, tugayları ve diğer birimleri tarafından yükseltilmek üzere râyeler orduda dağıtılır.

3.    İslam'da ordunun komutanı Halîfe'dir. Bunun içindir ki şer'an onun karargâhı üzerine livâ' çekilir. Çünkü livâ' ordunun emîrine bağlıdır. Yine Halîfe'ye devletin müesseselerin reisi olarak itibar edilerek Dar-ul Hilâfet üzerine (idârî olarak) râyenin çekilmesi de câizdir.

Devletin cihazlarına, müesseselerine ve idârelerine gelince; bunlar üzerine -livâ olmaksızın- yalnızca râyeler çekilir. Zîra livâ' yerinin bir âlameti olarak sadece ordunun komutanına hastır.

4.    Evet, Livâ' mızrağın ucuna bağlıdır, onun üzerine sarılıdır ve orduların sayısınca ordu komutanlarına verilir. Dolayısıyla birinci, ikinci ve üçüncü ordunun komutanlarına aittir... Yada eş-Şâm, Irak ve Filistin ordusunun komutanına aittir... Yada Haleb veya Hums veya Beyrut ordusunun komutanına aittir... Ordulara verilen isimlere göre böylece devam eder.

Livâ' esasen mızrağın ucuna sarılmalı ve gerekmedikçe açılmamalıdır. Mesela Dar-ul Hilâfet üzerinde... Zîra o önemli bir yerdir. Yine barış zamanında orduların komutanlarının** üzerinde... Fakat askerlerin komutanlarının karargâhlarının bilinmemesi gereği gibi güvenlik şartları onun açılmamasını gerektirirse, açılmaz ve sarılı kalır.

Râye'ye gelince, o bugünkü bayraklar gibi rüzgârın dalgalandırmasına bırakılır. Bunun için devletin dâirelerine tevdî edilir.

 

Hülasa;

Birincisi: orduya ilişkin olarak;

1.     Gerçekleşecek savaş halinde livâ'ın ordunun emîrinin karargâhına ait olması lâzımdır. Esasen açılmaz bilakis mızrak üzerinde sarılı kalır. Sadece güvenlik durumunun sağlanmasından sonra açılması mümkündür.

Meydanda ise muârake komutanı tarafından taşınan tek bir râye bulunur.

2.     Barış halinde ise livâ' orduların komutanlarına bağlıdır. Mızrağa sarılıdır ve ordu komutanlarının karargâhları üzerinde açılması mümkündür.

Râyeler de ordudaki birliklere, tugaylara, tümenlere, birimlere ve diğer gruplara dağıtılır. Her bir birlik veya tümen için (idârî olarak) özel bir mumeyyize râyenin olması mümkündür ve bunlar (asıl) râye ile birlikte çekilir.

İkincisi: Devletin dâirelerine, müesseselerine ve güvenlik teşkilâtlarına ilişkin olarak;

Dar-ul Hilâfet hariç olmak üzere bunlar üzerine yalnızca râye çekilir. Dar-ul Hilâfet üzerine ise, Halîfe'nin ordunun komutanı olması itibariyle livâ' da çekilir. Orada livâ' ile râyenin (idârî olarak) birlikte çekilmesi câizdir. Zîra Dar-ul Hilâfet, devletin müesseselerinin başıdır. Benzer şekilde özel müesseselerin ve sıradan insanların da râye taşımaları ve bilhassa bayramlar, zaferler ve diğer kutlamalar münasebetiyle müesseselerine ve evlerine asmaları mümkündür.

Bu açıklamanın, mevzu hakkında herhangi bir karışıklığı izale etmek için yeterli olmasını umarım.

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir’den Fransa Cumhurbaşkanı Başkan Chirac’a Açık Bir Mektup

  • Kategori Hizb
  •   |  

Sayın Başkan,

Bu mektubu yazmakta tereddütlüydük ve bu tereddüdün iki sebebi vardı:

Birincisi; biz bir Devleti temsil etmiyoruz. Bizler, Müslüman toprakları üzerinde Raşidi Hilafet Devleti’ni, İslam Devleti’ni kurarak İslamî hayat yolunu yeniden başlatmak için çalışan ve ideolojisi İslam olan siyasî bir partiyiz. Bir Devleti temsil etmediğimiz sürece, bunu uygunsuz bulabileceğinizi hissettik ki, Fransa gibi büyük bir devlete bir Devletin yazmasından ziyade şahsınıza bir parti tarafından yazılmaktadır.

İkincisi; mektubumuzdaki talepleri kabul etmeyeceğine inandığımız herhangi bir yöneticiye yazmıyoruz. Sizin, 17 Aralık 2003’te Fransa’da Müslüman hanımlar tarafından giyilen Hicaba ilişkin konuşmanızı duyduk. Fransa’nın bir sistem ve ideoloji olarak laikliği benimsediğini ve kurumlarınızda herhangi bir dinî sembole izin vermeyeceğinizi açıkça söylediğinizi duyduk. Yine, Hicabın yani Müslüman hanımlar tarafından giyilen başörtüsünün, haç takmak ve diğer benzer semboller gibi dinî bir sembol olduğunu açıkça söylediğinizi duyduk. Oysa İslam’da bir hanım için başörtüsü, salah (namaz) ve siyam (oruç) gibi kesin bir farziyet olarak değerlendirilir. Böylece sizin konuşmanızdan anladık ki, bu konu sizin tarafınızdan kararlaştırılmış ve Hicabın yasaklanmasına dair yasanın geçirilmesine yönelik tavsiyenizi yeniden incelemeyeceksiniz. Binaenaleyh talebimizi kabul etmenizin az bir ihtimâli bulunduğu halde size yazmalı mıydık?

İki noktayı dikkate alarak size yazmaya karar verdik:

Birincisi; 480 yıl önce, 16. yüzyılda, biz Müslümanlar Fransa’ya karşı bir iyi niyet hareketi gösterdik.

İkincisi; Tarihsel olarak Fransa, bir iyi niyet hareketlerine iltifat ve centilmenlik geleneğine sahiptir.

Bu mektubu yazmaktaki umudumuz, bugünün Fransa’sının dünün Fransa’sına karşı gösterilmiş bir iyi niyet hareketine karşılıkta bulunmasıdır. Fransız Kralı I. Francis, 1525 Pavya Savaşı’nda esir alınmıştı. Fransa, kralının esir alınmasıyla utanç hissetmişti. Fakat ordusu onu esaretten kurtaramıyordu. İşte o zaman, Osmanlılar elindeki İslamî Hilafet Devleti’ne başvurdu. 6 Aralık 1525’te Fransa kralı namına, İslamî Devlet’ten yardım isteyen bir elçi gönderdi. Elçi, Osmanlı Halifesi Suleymân el-Kanunî’ye ulaştığında, hemen bu çağrıya icabet etti. Suleymân elçiye şöyle yazan bir mektup verdi: “...Elçiniz tarafından teslim edilen mektubu aldık. İçinde düşmanınızın ülkenize saldırdığı ve serbest bırakılmanızı sağlamaya muteallik olarak yardımımızı talep ettiğiniz beyan ediliyordu. Talebinize icabet ettik. Öyleyse rahatlayın ve endişelenmeyin...” İşte Suleymân’ın icabet etmesi böyleydi. Hilafet Devleti, Fransa kralını kurtarmak için devletlerarası ağırlığını ve askerî kuvvetini kullandı ve onun serbest bırakılması için tesirli bir katkıda bulundu.

Müslümanların Halifesi Fransa’ya, hiç karşılıksız, Fransa’nın herhangi bir parçasını işgâl etmesizin veya Fransa’nın herhangi bir bölgesini sömürgeleştirmeksizin yardım etti. Üstelik hareketini bir iyi niyet hareketi olarak yaptı. Bundan da öte, 1536’da Müslümanların Halifesi Sultan Suleymân el-Kanunî ile Fransa kralı I. Francis arasında akdedilen Konstantinapol Anlaşması, hiçbir devlete verilmemiş imtiyazları İslamî Devlet’te Fransa’ya vermişti.

Sayın Başkan,

İşte bu; Devletimizin, İslamî Devlet’in, Osmanlı Hilafet Devleti’nin dünün Fransa’sı için gösterdiği iyi niyet hareketidir. Bugünün Fransa’sı, Fransa’da Müslüman hanımlar tarafından giyilen Hicabın yasaklanmasını iptal edecek ve Müslümanlara bu iyi niyet hareketiyle karşılıkta bulunacak mıdır?

Bekleyeceğiz ve göreceğiz. Eğer bugünün Fransa’sı bu iyi niyet hareketine karşılıkta bulunursa, Allah’ın izniyle yeniden kurduğumuz zaman İslamî Hilafet Devleti’ne karşı iyi bir jest olacaktır.

Lütfen selamlarımızı kabul ediniz.

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER