Pazartesi, 21 Cumade’s Sânî 1446 | 2024/12/23
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü
Erdoğan Liderliğindeki Türkiye Cumhurbaşkanlığı Küfür Sistemidir Onu Muhasebe Etmek ve Ona Karşı Çıkmak Farz Olduğu Gibi  Rıza Göstererek Onu Takip Etmek ve Ona Güvenmek de Haramdır  Ebu Hanife – Mübarek Topraklar (Filistin)

بسم الله الرحمن الرحيم

Erdoğan Liderliğindeki Türkiye Cumhurbaşkanlığı Küfür Sistemidir
Onu Muhasebe Etmek ve Ona Karşı Çıkmak Farz Olduğu Gibi
Rıza Göstererek Onu Takip Etmek ve Ona Güvenmek de Haramdır
Ebu Hanife – Mübarek Topraklar (Filistin)

Kafirler, bazen ulusal, bazen özgürlükçü devrim, diğer bazı zaman da itirazlarla olmak üzere talebe göre Müslüman kitleleri etkileyen siyasi duygulara bürünerek hile ve aldatmayla halkları saptırmayı alışkanlık haline getirmişlerdir… İşte bugün kafir Amerika bizleri, Türkiye’de gırtlaklarımıza kadar saplanan Laiklik rejimiyle karşı karşıya bırakarak bunu, İslam’dan hiçbir şey olmadığı halde aldatılmış insanların İslam veya İslam’dan olduğunu düşündüğü sloganlarla gizlemektedir. On altı yıl önce İslami odaklı Adalet ve Kalkınma Partisi, 2001 yılında İngiliz ajanı “Ecevit” zamanında Amerika’nın Türkiye Merkez Bankası’ndan milyarlarca doları çekmesiyle meydana gelen ekonomik krizin ardından Türkiye’deki siyasi sahneyi ele geçirdiğinde, Türkiye halkını ekonomik durumdan dolayı hayal kırıklığına uğratan şiddetli bir enflasyon krizine neden olmuştu. Zaten Amerika’nın istediği şey de Türkiye’de İngiliz ajanları -Ecevit ve orduyu- frenleyip aciz bırakacak büyük bir ekonomik sarsıntı meydana getirmekti. Ardından Türkiye’deki Müslümanların duygularına yakın güçlü İslami sloganlara sahip İslami odaklı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin katıldığı seçimler yapıldı. Nitekim ülkede fesada ve ifsada yol açan, Müslümanların akidelerine, kültürlerine ve kendilerine Osmanlıların ihtişamını hatırlatan her şeye karşı çıkan Kemalistler pahasına ezici çoğunluğun desteğini de aldı. Dolayısıyla Türkiye halkı, Kemalistlerin iğrençliğinden kurtulmanın bir işareti olarak gördükleri partiyi seçtiler. Peki Mustafa Kemal’in kuyruklarının ve Laikliğin takipçilerinin cehenneminden kaçanlar, aradıklarını Erdoğan ve İslami partisinde bulabildiler mi?

Kayda değerdir ki öncelikle konuşmamızı daha köklü, sabit ve açık bir hale getirmek için yöneticileri muhasebe etmenin şeri bir vacip olmasının yanı sıra bireysel ve toplu olarak Müslümanların siyasi bir hakkı olduğunu vurgulamak gerekir. Zira Allahu Teala, şöyle buyurmuştur: وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ “Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar.” [Tevbe-71] Şimdi burada birbiriyle bağlantılı birtakım sorular soralım; Erdoğan’ın gelmesiyle birlikte İslam veya İslam’ın bir kısmı yönetime ulaştı mı? Erdoğan, gerek iktidara ulaşmadan gerekse iktidara ulaştıktan sonra siyasi programlarında gerçekten İslam’ın tamamı veya bir kısmı ile hüküm verdi mi? Erdoğan’ın yüzlerce yıl sonra bile Allah’ın şeriatının tamamı veya bir kısmı ile hükmetmek için çalışacağına işaret eden tek bir açıklaması var mı? Erdoğan, gerek Türkiye’de gerekse felakete uğrayan diğer İslam ülkelerindeki Müslümanların sorunlarına yardım etti mi? Ayrıca Yahudilere, Amerika’ya ve Ertuğrul sultanlarının et ve tırnakla koruduğu İslam topraklarını işgal eden diğer sömürgeci kafirlere karşı gerçek bir hareket veya gerçek bir askeri harekete dair bir işaret gösterdi mi? Ümmetinin durumuyla yanıp tutuşan bir Müslümanın düşüncesinde ortaya çıkabilecek sıkıntılı bu ve benzeri birçok sorulara, umulur ki aklı ikna edecek ve kalbe itminan verecek şifalı cevaplar verilir. Nitekim Allahu Teala’nın şu kavline icabet eden birisi ancak değişebilir: إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ “Bir kavim nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez.” [Rad-11] Dolayısıyla Allah Subhanehu, ümmeti uyuşturan ve onun yüzyıldır kalkınmasını engelleyen büyük bir kötülükten ve vücuduna yayılan kanser hücrelerinin olduğu bir bela olmalarına rağmen kendilerinde bir hayır olduğu düşüncesiyle Müslümanlar bu Ruveybida ajanlara sarıldıkları sürece Müslümanın durumunu yenilgiden zafere, zilletten izzete ve zayıflıktan iktidara ulaştırmayacaktır. Düzenbaz Erdoğan liderliğinde Türkiye’deki yönetim sistemi, bünyesine ümmetin vücuduna yayılan küfür rejimleri hücrelerinin enjekte edildiği iğrenç Laik hücreden öte bir şey değildir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002 yılında iktidara yükselmesi, Kemalistler, politikacılar ve askerlerle yıllarca süren şiddetli çatışmaların üstesinden gelen bir Amerikan sıçramasıydı. Hatta yalan ve saptırmayla İslami sloganları yükselten bir partinin sırtından ülkedeki demokratik oyuna daha da yaklaştı. Böylece Amerika, art arda dört yüzyıl boyunca İslam’a ve İslam Devleti’ne kucak açan köklü bir ülke üzerindeki hegemonyasını gerçekleştirmiş oldu.

- Hizb-ut Tahrir’in H. 22. Cumadel Ûla 1428 M. 08/06/2007 tarihinde yayınladığı soru-cevapta şöyle geçmektedir: “Amerika’nın, Türk ordusuna doğrudan müdahale etmesi zor bir durum olduğu gibi ona paralel bir güç oluşturmasının da riskli bir durum olduğu açığa çıkmıştır. Dolayısıyla orduyu (demokratik) bir yolla diskalifiye etmek için çalışabileceği başka bir yöntem gördü. Bu da adamlarından birisini parlamenter çoğunlukla iktidara taşıyarak ordunun otoritesini sınırlandıran yasalar çıkarmaktı. Öyle de oldu. Zira Erdoğan ve Abdullah Gül seçilerek bu ikisi 28 Şubat olayının ardından Fazilet Partisi’nden ayrılarak kendi ortamlarıyla çalışmaya başladılar ve Özal ile benzer özelliklere sahip olan Erdoğan liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdular. Nitekim Erdoğan, Laik ve Amerika’nın has adamlarından biri olmasına rağmen tarikat ehli olan ve bünyesinde İslami duygular taşıyan biridir. Amerika belediye başkanlığından beri onunla birlikte hareket etmekteydi. Bunun ardından Erdoğan’ın gelmesi için bir zemin hazırlamaya başladı. Nitekim Amerika, 2001 yılında Türkiye Merkez Bankası’ndan 5 ilâ 7 milyar dolar para çekti. Zira Özal döneminde temellerini attığı ekonomik ayrıcalıklardan dolayı Amerika bu süreci kolay ve basit bir şekilde gerçekleştirebildi, ekonomik bir sarsıntı oluşturdu, insanlar Liranın alım gücü keskin bir şekilde düştüğü için şikayet etmeye başladılar ve insanların Ecevit ve hükümetine karşı öfkesi artmaya başladı. Böylece 03/11/2002 tarihinde erken seçim ilan edildi. Dolayısıyla Adalet ve Kalkınma Partisi seçimleri ezici bir çoğunlukla kazandı. Özellikle seçim propagandasında Laiklik ile İslam’ın küçük bir kısmının arasını meczetmiş olsa da ama Laik ordunun düşmanlığı ve Kemalistlerin İslam’ı kışkırtması yüzünden Müslümanların genelinin en çok dikkatini çeken o oldu. Böylece parlamenter çoğunluğu kazanarak hükümeti tek başına kurdu… Bir sonraki adım ise Türkiye hükümeti ile Abdullah Gül’ün 05/07/2006 tarihinde Condoleezza Rice ile imzaladığı ABD arasında ortak bir vizyon belgesi imzalamak oldu. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı'nın resmi internet sitesinde 05 / 07 / 2006'da yayınlanan basın açıklamasında göründüğü gibi ana hatlar belirlenmiş olup giriş kısmında şöyle geçmektedir: “Bizler, barışın, demokrasinin, özgürlüğün ve refahın gelişmesi gibi bölgesel ve küresel hedeflerle ilgili değerleri ve fikirleri paylaşıyoruz.” Girişin ardından bahsedilen ana hatların bir kısmı şöyledir: Türkiye ve Amerika, aşağıdaki tüm konularda birlikte çalışmayı taahhüt ederler: Genişletilmiş Ortadoğu’da demokratik yolla barışı ve istikrarı ilerletmek, Arap-İsrail çatışmasına kalıcı bir çözüm bulmak için uluslararası çabalar ile İki devletli çözümü temel alan Filistin-İsrail çatışmasına kalıcı bir çözüm bulma konusunda uluslararası çabaları desteklemek, Hazar Denizinden gelen hatlar dahil kaynakları ve çizgileri çeşitlendirerek enerji kaynakları etrafındaki güvenlik seviyesini yükseltmek, (Atlantik üzerinden) Atlantik Okyanusu bölgesi ile ilişkiler ve NATO’daki değişiklikleri güçlendirmek, terörizm ve bağlantılarıyla mücadele etmek, kitle imha silahlarının yayılmasını önlemek, dinler ve kültürler arası ve içi anlayış, saygı ve takdir seviyesini yükseltmek… Bazı eylemlerle son buldu.”

- Böylece Osmanlıların ülkesinin liderliğindeki Erdoğan, küfrün başı ve kapitalizmin dayanakları konumunda olan Amerika ile stratejik işbirliğine başladı. Böylece de Amerika'nın Türkiye ve Orta Doğu'daki hayati çıkarlarını yerine getirmek için bu stratejiyi izlemeye devam etti. Daha da kötüsü bu karşılıksız hizmet, kapitalist ülkelerde ve çürük temellerinde baş gösteren fikri ve siyasi zayıflık belirtilerinin başladığı bir zamanda gerçekleşti. Bir taraftan böyle. Diğer taraftan ise aynı zamanda tüm bunlar İslam ülkelerinde İslam'ın siyasi yıldızının yükseldiği bir zamanda oldu. Yani şartlar, Erdoğan ve diğerlerinin Allah’ın şu kavline icabet etmeleri için uygun bir hale gelmişti: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ Ey iman edenler! Allah ve Resulü sizi, size hayat verene çağırdığı zaman icabet ediniz. [el-Enfal-24] Ancak bu icabet, Allah’ın azim olan dini İslam’ın hayat, devlet ve toplum vakıasında pratik olarak varlığı dışındaki İslami kılıfa bürünmüş sloganlar atmakla olmaz. Sanki İslam, tüm hain ve günahkarların sürükleyip durduğu bir binekmiş gibi amacına ulaşıp sömürgeci kafirin ihanet ve bağımlılık tahtına oturduğunda, sanki daha dün mırıldanıp duran kendisi değilmiş gibi Allah’ın Kitabı’nı, ümmetin akidesini ve şeriatını sırtının arkasına atmıştır!

- Erdoğan liderliğinde olan Türkiye’deki yönetim sisteminin politikasını, Rabbu'l-îzzet Subhânehu’nun razı olduğu şeri temele dayalı olarak meşru bir şekilde muhasebe etmeliyiz. Hatta akıllarını nefislerinin arzusu için satanların ve bilip bilmeden kendilerine komplo kuranların hayallerine bağlanan şaşkınların tamamı kerih görseler bile. Burada, Allah’ın Resulü -Salavati Rabbi ve Selamuhu Aleyh’in- yönetime ulaştığı şeri keyfiyete ilişkin genel bir bakış sunacağız; çünkü bu keyfiyet, delaletlerini aşmadan takip edilmesi zorunlu olan şeri hükümler olması itibariyle gerek yönetenler gerekse yönetilenler olsun Müslümanlar için bağlayıcı olduğu gibi, Allah’a karşı sadık olup İslam’ı yücelten ve benimseyen her bir İslami parti için de bağlayıcıdır. Bu ise tüm kafirler hoşlanmasalar ve her bir taraftan Müslümanların üzerine üşüşseler dahi yeryüzünde Allah’ın dinini hakim kılmak, O’nun şeriatını ve Müslümanların sultanını tüm şeriat ve metodun üzerine egemen kılmak için elzemdir. Nitekim Resul (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), İslam’ı iki dönemde taşıdı: Mekki dönem; bu dönemde İslam’ın fikirlerini, bu toplumdaki değişim noktalarında etkili ve kontrol edici güç sahiplerinin mefhumları, ölçüleri ve kanaatleri olacak şekilde toplumda yerleştirmek amacıyla İslam’ı sadece fikri ve siyasi olarak taşıdı. Dolayısıyla bu güçler de İslam’ı benimsedi ve cahil tagutlara ve sapkın putlara muhakeme olmak yerine İslam’ı egemen kıldılar. Nitekim Mekke’deki müşriklerin kalplerini, kibir ve inat kılıfının yanı sıra babaları ve atalarının zulümleri üzerindeki ısrar kılıfı bürüdüğü gibi Mekke toplumu İslam davetinin önünü kapatmıştı. Bunun üzerine Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), daveti için başka bir kulvar aradığı gibi daveti toplumun evlatlarının davranışlarını belirleyen mefhumlar, insanların Rableriyle, kendileriyle ve diğer insanlarla olan ilişkilerini haram ve helal bazında düzenleyen ölçüler ve İslam’ın fikirlerinin Müslümanların sahip olduğu kanaatler olacak şeklinde kucaklayacak, koruyacak ve benimseyecek başka bir toplum aradı. Ensar (Radıyallahu Anhum)’ın İkinci Akabe Biatı’nda İslam’a nusret vermesi, Allah’ın dininin, fikri metoduyla, yani akidesi ve hükümleriyle İslam’a aykırı olan tüm şeriat ve metodun üzerine egemen olması için bir kapı oldu. Dolayısıyla -biatte bulunan- İkinci Akabe halkı İslam Devleti’ni ortaya çıkardı ve Rabbul izzet kerim Resulü’ne, İslam Devleti’nin merkezi Medine-i Münevvere’nin olduğu hicret yurdunu gösterdi. Nitekim hicret oldu, İslam Devleti kuruldu ve İslami toplum oluştu. Medine-i Münevvere’de İslam Devleti’nin kurulmasıyla birlikte Müslümanlar Medine dönemine, yani İslam’ın tüm insanlara taşındığı döneme girmiş oldu. Ama bu sefer sadece İslam’ın fikri gücüyle yetinilmedi. Dahası bir de buna devletin gücü ve yönetimin heybeti eklendi. Dolayısıyla genel olarak Mekke döneminde İslam davetinin taşınmasının gerçekleştiği keyfiyet, Müslümanların siyasi varlığını, -İslam Devleti’ni- oluşturmak içindi. Dolayısıyla da bu keyfiyet, İslam’ın metodu olarak kabul edildiği gibi İslam’ın şiarını yücelten ve kendisini İslam’ın hükümlerini yönetime ulaştırmak için gerçek anlamda İslam davetinin taşınmasını omuzlayan bir parti olarak ilan eden İslami siyasi partinin fiilleriyle ilgili hitabı olarak kabul edilir. Bu yüzden İslam, umutlarını zorba krallık rejimlerinin baskısı altındaki yaşam sıkıntısından kurtulmaya bağlayan Müslümanların duygularını tatmin etmek için yüceltilmez. Eğer böyle olursa onunla birlikte dinsiz Laikliğin Müslüman ve gayrimüslimlerin bireysel özgürlüğüne izin verdiği bir İslam yönetime ulaşır.

- Bunun üzerine Resul (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in her iki dönemde taşımış olduğu davet metodundan istinbat edilmiş ana hatlardan şunları çıkarabiliriz: Devleti ikame etmek için çalışmanın yapıldığı Mekke dönemi. Devletin kurulduğu ve İslam’ın İslami toplumda pratik olarak uygulandığı Medine dönemi. Dolayısıyla değişim için çalışan siyasi partiler ile Türkiye Cumhurbaşkanlığı sistemi de dahil İslam ülkelerindeki yönetim sistemlerine yönelik siyasi muhasebemizi aslında bu hatlar üzerine inşa ediyoruz:

1-    İslam, diğer tüm akide ve kanunlara egemen kılmak için Resul (Sallalllahu Aleyhi ve Sellem)’in üzerine inen bir akide ve bir yaşam metodudur. Nebi -Aleyhissaletu ve’s Selam’dan- sonraki Müslümanlar, bu egemenliği gerçekleştirmekle mükelleftirler.

2-    İslam ve küfür tamamen birbirine zıt olup hiçbir koşulda bunları bir araya getirmeye imkan yoktur. Bu, her zaman ve mekanda tevhid akidesiyle çelişen tüm ideoloji veya fikir için de geçerlidir. Zira putperestlik, Hristiyanlık, Yahudilik, kapitalizm, sosyalizm, vatancılık ve milliyetçilik…Bunların tamamı küfür veya küfürden olup İslam, akide ve nizamıyla tamamen çelişmektedir.

3-    İslam Devleti -Hilafet Devleti’nin- siyasi bir varlık olarak var olması ve devamlılığı Müslümanlar, tüm Müslümanlar için şeri bir vacip olup onun hayat sahasından uzaklaştırılması ve uygulanmasının ihmal edilmesi haramdır ve bu devlet yoluyla insanın Allahu Teala’ya kulluk etmesi temelinde insan onurunu güvence altına almak için de insani bir gerekliliktir.

4-    İslam ve küfür arasındaki fikri ve maddi çatışma, kıyamet gününe kadar devam edecek olan sabit bir sünnet olup bu çatışmanın sona ermesi imkansızdır. Dolayısıyla ya İslam egemen olacak ya da diğerleri.

5-    Yahudi, Hristiyan, Hindu ve Budist olan kafirlerin tamamı, İslam’a düşmanlık eden kafirler olup sömürgeci ülkeleri aracılığıyla her fırsatta onu ortadan kaldırmak için çalışmaktadırlar.

6-    İslam’ı iktidara ulaştırmanın yolu, bizzat İslam’ı almayı gerektirdiği gibi demokratik seçimler yolu haram bir yol olup İslam bu yolla iktidara İslamcılarla bile olsa ulaşmaz.

7-    İslam’ın hükümlerinin, yönetimin inkılabi, kapsamlı, eksiksiz olarak tam bir şekilde hemen teslim alınarak doğrudan uygulanması gerekir. Dolayısıyla şeriatın hayat sahasından uzaklaştırılması veya iddia edildiği üzere tedric gerekçesiyle onun için çalışmanın geciktirilmesi Allahu Teala’nın öfkesinin hak edildiği büyük bir cürüm ve büyük bir siyasettir.

8-    Müslümanlar, diğer insanların dışında tek bir ümmet olup ulusal, etnik ve mezhepçiliğe dayalı siyasi sınırlarla aralarının ayrılması caiz değildir. Dolayısıyla İslam ülkelerinin, Hilafet Devletinin rayesi altındaki tek bir siyasi birliğe dahil edilmesi vacip olup bunun aksi ise haramdır.

9-    Müslümanlara, tüm Müslümanlara yardım etmek Müslümanların ve yöneticilerin üzerine vacip olup bu yöneticiler için daha da elzemdir. Dolayısıyla Müslümanlara yardım etmeyerek onları yalnız bırakan bir yönetici, Allah’a, Resulüne ve müminlere ihanet eden bir hain olarak kabul edilir.

10- Kafirleri dost edinmek, onlara sevgi beslemek, siyasi planlarını uygulamak, çıkarlarını gerçekleştirmek ve onlar için İslam ülkelerinde bir yol kılmak haram olup İslam’a ve Müslümanlara karşı işlenmiş bir cürümdür.

- Tüm bunlardan sonra geriye dönüp diyoruz ki: Adalet ve Kalkınma Partisi, başlangıçta doğru bir İslam anlayış üzerine kurulmamış olup kitlesi ise, Türkiye’yi kafirlere ve onların laikliklerine boyun eğme zilletinden çıkarmak, İslam’ı ve Hilafeti’ni yeniden geri getirmek için köklü bir değişimi gerçekleştirmek amacıyla kurulmuş doğal bir kitle değildir. Zira AKP, 1997 yılı 28 Şubat olayında alevlenen Amerika ve İngiltere arasında Türkiye üzerinde gerçekleşen uluslararası çatışmanın sonucunda kurulmuştur. Bunun detayları şöyledir; (Amerika’nın adamı Özal), 1980’lerde Anavatan Partisi’ni kurduğunda ordu içerisindeki İngiliz ajanları Müslümanlara sempati göstermekte olan bu partiyi bir tehlike olarak görmeye başladı. Bunun üzerine İngiltere (Mesut Yılmaz)’ı Anavatan Partisi’nin başkanlığına getirdi ve partiden Özal’ın adamlarını çıkardılar. Böylece Kemalistler, partinin sadakatini mücrim Mustafa Kemal’in yolu üzere olan Laikliklerine dahil ettiler. Öte yandan Özal’a ve Amerika’ya olan bağlılıklarından dolayı Anavatan Partisi’nden atılan unsurlar İslami eğilimlerinden dolayı Refah Partisi’ne katıldılar, onların Erbakan’ın partisinde güçlü etkileri oldu ve Erbakan İngilizlerin adamlarına daha yakın olmasına rağmen onda Amerikan kefesi ağır bastı. İşte doksanlı yıllarda -Amerikan yanlısı (Çiller’in) Doğru Yol Partisi ile Özal unsurlarının girmesinden etkilenen (Erbakan’ın) Refah Partisi’nin- koalisyon hükümetini kurmaları, sanki onun da Amerika tarafından yönlendirildiğini göstermektedir.

- AK Parti, başlangıçta İslam esasına dayalı siyasi bir eylemde bulunmadığı gibi İslam’ı kapsamlı bir şekilde anlamayı da benimsemedi. Yani o, İslam’ı net olmayan genel ifadelerle ortaya koyarak İslami sahada çalışan İslami hareketlerin bu felaketine son verip siyasal İslam’ı -İslam Devleti’ni- kurmak amacıyla Resul (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in Mekke döneminde yaptığı gibi belirli bir şeri metota uyarak İslam’ı iktidara siyasi olarak taşımak için İslam davetini taşımadı. Zira onlar, merkezi çalışma ve şeri hükümlere uymaktan uzaklaşmayı saplantı haline getirmişlerdir. Sonuç ise acı üstüne acı oldu. Çünkü İslamcıların kendileri iktidara ulaştılar ama onlarla birlikte İslam’dan hiçbir şey ulaşmadı! Bu, AK Parti’nin değişimde Resul (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in metoduna muhalefet etmesi açısındandı; zira her ne kadar bu muhalefet, partiyi iktidara taşımış olsa da İslam’ı iktidara taşımadığı gibi kendini beğenmişler isteseler de istemeseler de İslam’ın bir kısmını bile iktidara taşımamıştır. Erdoğan açısından olana gelince; iktidara gelmesinin ardından İslami hükümlerden sorumlu bir yönetici olması vasfıyla İslam’ı uygulaması gereken bir yönetici olmuştur. Aksi takdirde ya kafir, ya zalim, ya da fasık olur. Burada Erdoğan’ı tekfir etme meselesine girecek değilim. Zira bu alana girmek için burası yeri değil. Buranın yeri Allah’ın izni ile yakında kurulacak olan Hilafet Devleti’ndeki İslami yönetimdir. Zira o zaman İslam’a ve Müslümanlara karşı koyan ve istediği gibi onlara komplo kuran herkese Allah’ın hükümleri uygulanacaktır. Burada birinci derecede beni ilgilendiren Erdoğan’ın siyasi rejiminin küfür olmasıdır. Yani o, tek kelimeyle küfür sistemidir. Dolayısıyla ister İslami yönetim sistemi olan Hilafet’in yıkılmasının ardından Türkiye’nin İngiliz Kemalistlerden miras aldığı parlamenter sistem olsun isterse bu kez Amerika’nın Türkiye’ye İslami rejim olarak ihraç ettiği ve halkın genelinin başkan olarak seçip tüm yetkilerin kendisine verildiği başkanlık sistemi olsun fark etmez. Zira Amerika, parlamenter sistem olduğunda İngiliz nüfuzunun Türkiye üzerinde hakim olduğunu biliyordu. Çünkü başbakan, mücrim Mustafa Kemal yoluyla Laikliği koruyan askerin bir kuklasıydı. Bu yüzden Türkiye’yi ele geçirmek istediğinde bunu ancak İngiliz ajanlarının kanadını kırmak, onların etkisini azaltmak ve onları yönetimde etkilemekle yapabilirdi. Dolayısıyla Erdoğan’ın temsil ettiği başkanlık sistemi, en geniş kapıdan Osmanlılarının ülkesine geçmek için binilen bir truva atıdır. Bu nedenle özellikle Erdoğan’a tabi olan Müslümanların; Erdoğan’ın Cumhuriyet sisteminin küfür sistemi olup gerek şekil gerekse üzerine bina edilen temel olarak İslam’dan olmadığını, yöneticilere nasihatte bulunma, küfür ve küfür yönetimden olmaları, kafir devletlere bağımlı olmasından dolayı uyarılmaları farziyetine dayalı olarak siyasi bir şekilde muhasebe edilmesi gereken bir küfür sistemi olduğunu, bunların tamamının haram olduğunu, Müslümanlara karşı işlenmiş bir cürüm olduğunu, Allah’a, Resulü’ne ve müminlere ihanet olduğunu anlamaları gerekir. Eğer Erdoğan nasihate icabet ederse, güzel bir şekilde haram işlemekten vazgeçip kötülüklerini yok ederek hidayete ve doğru yola geri döner. Yok eğer inkar etmekle emrolunduğu halde taguta muhakeme olmada, kafir Batı’yla bağlantı kurma ve boyun eğmede, Filistin, Şam, Irak, Burma ve diğer ülkelerde avazı çıktığı kadar çığlık atan genç kızları, yetimleri, dulları ve acılı Müslümanları yalnız bırakmada ısrarcı olursa o zaman onu sert bir şekilde eleştirmek, komplolarını açığa çıkarmak ve kafir devletlerle olan bağlantısını ifşa etmek gerekir. Dolayısıyla (Erdoğan sevdalıları) bilsinler ki bu dünyada Allah’tan başka mukaddes olan hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla da Allah Subhanehu dışındaki insanlar, iki kat daha yanlış yola sürüklenmişlerdir. Şimdi aklı başında olanlara, Nübüvvet evini hatırlatıyorum. Siz Nübüvvet evinin ne demek olduğunu biliyor musunuz? O bile muhasebe ve Allah’ın emirlerine boyun eğme anlayışının azametine yükselemez. Dilerseniz Allahu Teala’nın Ahzab suresindeki şu ayetini okuyun: يَا نِسَاء النَّبِيِّ مَن يَأْتِ مِنكُنَّ بِفَاحِشَةٍ مُّبَيِّنَةٍ يُضَاعَفْ لَهَا الْعَذَابُ ضِعْفَيْنِ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا“Ey peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa, onun azabı iki katına çıkarılır. Bu, Allah’a göre kolaydır.” [Ahzab-30] Şimdi Erdoğan, konum ve güç bakımından Nübüvvet evinden daha mı şereflidir? Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz?

- Burada netleştirilmesi gereken bir mesele daha var. Erdoğan için asılsız mazeret ve argümanlar ileri sürenler diyorlar ki; Erdoğan henüz ülkede yönetime tam olarak hakim olamadı, önünde bir takım engeller var, düşmanları ve rakipleri var, hasımlarından birçoğu onu gözetleyip duruyor, onda olmayan güce sahip olan büyük ülkeler olduğu gibi onunla ağır bir şekilde alay etmeye çalışan, ima ile dahi olsa Müslümanların durumuyla ilgili değişime iğneli bakışta bulunan onlara bağlı başka ülkeler de var. Buna cevap olarak diyoruz ki: Bu gerçekten doğru. Ama onlar, sadık davetlerin ilk etapta batıl ile güçlü bir mücadeleye girmedikçe nusret ve zafere ulaşmayacağını anlamıyorlar mı? Nuh -Aleyhi’s Selam’ın- gemisinin, günün birinde ıssız bir çöldeki çöl kumlarının üzerinde gidebileceğini akıl ve mantık kabul eder miydi? Ama sonunda yelken açarak dağ gibi dalgalar onu taşıdı ve üzerine binen müminler kurtuldular, kafirler ise boğuldular ve sonra da Allah’ın izniyle Cûdî dağına yerleşti. Muntakim ve Cebbar olan Allah şöyle buyurdu: وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءكِ وَيَا سَمَاء أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاء وَقُضِيَ الأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْداً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ “(Nihayet) "Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!" denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: "O zalimler topluluğunun canı cehenneme!" denildi.” [Hud-44] Dolayısıyla hak olan her bir davette, hak ile batılın çatışması ve fikri ve kanlı mücadelenin olması Allahu Teala’nın bir sünnetidir. Zira Allah, müminleri ve samimi bir şekilde çalışanları, musibet ve zorluklarla imtihan eder. Dolayısıyla mesele, müminleri sarsıntıya uğratacak dereceye ulaşır. Hatta müminlerin saflarında ideolojisinde kararlı tek bir sadık mümin kalsa bile onu batıl ve batıl ehli asla değiştiremez. İşte o zaman müminler, Allah’ın nusretine ve yardımına müstahak olurlar. 

- Nitekim Resul (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), birçok engellerle karşı karşıya kaldı, sahabelerinden -Rıdvanullahi Aleyhim-, kimi öldürüldü, kimi işkence gördü kimi yerinden edildi, üzerine deve işkembesi atıldı, Ebu Talib’in halkı muhasara altına alındı, taciz edildi, takip edildi, yalan propagandalar yapıldı, zulüm ve baskıdan kaçarak Habeş kralına siyasi sığınmada bulundular ve benzeri birçok şeye maruz kaldılar. Medine-i Münevvere’de yönetimi teslim alıp devleti kurmasının ardından devleti sağından, solundan, önünden, arkasından, hatta içerisinde zorluklar ve engeller kuşatmaya başladı. Zira devlet kurulduğunda toplumun üçte birini çoğu İslam’ı açığa vurup düşmanlıklarını gizleyen Münafıklara dönüşen müşrikler, diğer üçte birini kaleleri Medine’yi kuşatan, pazarı, ekonomik kaynakları ve alt yapıyı kontrol eden din düşmanı Yahudilerden ve diğer üçte biri de bir kısmı fikri taşıyan ve bunun bilincinde olan Muhacirlerin, bir çoğu da hicretten bir yıl öncesine kadar İslam’ı tanımayan ve İslam hakkında ise siyasi bir fikir olan (La İlahe İllallah Muhammeden Resulullah)’tan başka bir şey bilmeyen güç ve kuvvet ehli Ensarın olduğu Müslümanlardan oluşmaktaydı. Sonra tamamı yeni ortaya çıkmış olan İslam Devleti’ni gözetleyip duran Kureyş liderliğindeki Müşrik kabilelerden oluşan dış engeller ortaya çıktı. Ayrıca Roma ve Perslerin olduğu büyük devletler, İslam Devleti’nin düşman kabilelerden oluşan ezilmiş bir alan olarak hesap ettikleri Arap Yarımadası’nın ortasından kendilerine uzanan bir güç olarak uluslararası egemenliğinin tartışılmasını reddediyorlardı. Peki böyle bir güç, nasıl oldu da İslam risaletini davet ve cihat yoluyla dünyaya taşıyan küresel ideolojik bir devlet oldu?

- Nebi -Aleyhissalatu ve’s Selam’ın- vefatının ardından İslam Devleti’nin iç koşulları kötüleşti. Zira Müseylemetül Kezzab, Secah, Esved El-Ansi ve Tuleyha Bin Huveylid El-Esedi’nin bayrağı altında Arap Yarımadası’na ridde olayları yayıldı. Dolayısıyla İslam sadece Medine-i Münevvere, Taif, Mekke-i Mükerreme ve Bahreyn’deki Cuvasa köyünde yerleşti. Bunun üzerine Ebi Bekir Es-Sıddîk (Radıyallahu Anhu) aslan gibi bir sıçrama gerçekleştirdi. Zira Usame Bin Zeyd’in Rum ülkesine gönderilmesini uygulamaya koydu, onlarla savaştı ve zafere kilitlendi, mürtedlerle savaştı, zekat vermeyenlerle yaptığı savaşta birçok sahabe ve Kur’an hafızı şehit oldu. Genel olarak Ebu Bekir, Allah’ın kendisine verdiği desteğe güvenen mümin bir lider azmi ve dinin ve Müslümanların güvenliği için krizlerden çıkabilen deneyimli bir siyasetçinin sertliği ile iç ve dış zorluklara karşı koydu. Böylece ilk kurulan Raşidi Hilafet Devleti, aynı zamanda hem iç hem de dış engellerle karşı karşıya kaldı. Hatta Ebi Hureyra (Radıyallahu Anhu) şöyle dedi: “Kendisinden başka ilahın olmadığı Allah’a yemin olsun ki eğer Ebu Bekir Halife olmamış olsaydı Allah’a ibadet olmazdı.” Kendisi Allah’a sadık ve ümmeti için muhlis her bir samimi Müslüman için ve yeryüzünde yürüyen kurtarıcı birisidir. Abdurrahman’ın, Müslümanların durumları ölümcül bir duruma gelecek şekilde kötüleşmesinin ardından Endülüs’te İslam’ı nasıl da yenilediğine bir bakın. Âli Zengi ve Selahaddin, Haçlı savaşları günlerinde Müslümanların koşullarının bozulmasının ardından nasıl da ümmetin vahdetini yeniden sağladılar. Yine Seyfüddin Mahmud Bin Memdud Kutuz sadece Kenane-Mısır’dan nasıl da Tatarlara karşı koyup yalnızca 11 ay içerisinde onlara karşı zafer elde etti. Dolayısıyla İbnu’l Esir, İbn-i Kesir ve diğer tarih kitaplarında buna benzer birçok kıssalar bulabilirsiniz. O halde engellerin varlığının, İslam’ın geri dönmesine ve onun yeniden İslam Devleti’nde uygulanmasına bir mani ve engel olduğuna dair bahane, özür ve engeller olarak alınması caiz değildir. Zira bizzat İslam, bu engellere karşı koymak ve Müslümanlar ne kadar büyük tehlikede olurlarsa olsunlar bu zorlukların üstesinden gelmek için birtakım çözümler ve fıkıh kitaplarında ayrıntılı şeri hükümler koymuştur. Zaten İslam’da bu tür hükümlerin olmamasının imkanı var mı? Hem de İslam, insanların tüm fillerini kuşatıyor ve tüm krizlerden çıkmayı garanti eden çözümleri içeriyorken İslam ümmetinin sarsılmasının imkanı var mı?Özellikle 15/07/2016 tarihinde gerçekleşen son darbeden bu yana siyasi ve askeri rakiplerinin ilerleyişini engelleyip zor duruma sokarak onlara zarar vermekte çok marifetli olduğunu görüyoruz. Peki neden Erdoğan, bu becerisini İslam’ı geri getirip onu Hilafet Devleti’nde uygulamak için kullanmıyor. İşte o zaman Allah yolunda canlarını feda edecek olan Türkiye halkını arkasında bulacak, dahası ümmeti zorba krallık döneminden Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafet Devleti’nin aydınlığına çıkaran Rabbani bir liderin haykırışı için can atan bir ümmet bulacaktır. Şayet Türkiye halkı, Kemalist İngiliz ve Amerikancı Erdoğan ile kendilerine Allah’ın şeriatı ile hükmeden başı siyah üzüm tanesi gibi Habeşli bir köle arasında tercih yapmak isterlerse, Erdoğan’ı, ardından da Kemalistleri kaldırıp sırtlarının arkasına atsınlar ve onların tamamına karşı Habeşli bir köleye biat etmeyi tercih etsinler. Duamızın sonu, alemlerin Rabii olan Allah’a hamd etmektir.

Kaynak: H. Rabiu’l Âhar 1440 - M. Aralık 2018 tarihinde yayınlanan El-Vai Dergisinin 387. sayısı.

Yorum Ekle

Gerekli olan (*) işaretli alanlara gerekli bilgileri girdiğinizden emin olun. HTML kod izni yoktur.

yukarı çık

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER