Perşembe, 26 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/28
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Bir Sorunun Cevabı

Soru: İçtimai Nizam kitabının "Kadına Bakmak" bölümünde şöyle geçmektedir: "Bir kadınla evlenmek isteyen kimse, halvette bulunmaksızın ona bakabilir. Câbir, Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

إذا خطب أحدكم المرأة فإن استطاع أن ينظر إلى ما يدعوه إلى نكاحها فليفعل. قال: فخطبت امرأة فكنت أتخبأ لها حتى رأيت منها ما دعاني إلى نكاحها فتزوجتها "Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediğinde, onu nikahlamaya götürecek yere bakma imkânı varsa yapsın." [el-Hâkim tahriç etti ve Muslim'in şartına göre sahih dedi]

Yine 48. sayfanın sondan bir önceki paragrafında şöyle geçmektedir: "Yani mümin erkeklerin gözlerini sakındırmaları vaciptir. Ancak dünürcü erkekler müstesnadır. Zira bunlar, dünürcü olmak istedikleri kadınlara bakabilmeleri için gözlerini sakındırmayabilirler. "

O halde nişanlıdan maksat nedir? Kadınla nişanlılık sonrası mı yoksa kadınla nişanlılık öncesi midir? Eğer kadınla nişanlanılması öncesiyse nişanlı, bir kadın üzerinde karar kılana kadar bir o kadına bir bu kadına bakan kimse mi yoksa muayyen bir kadını nişanlamaya karar veren kimse midir?

Cevap:

Lügatte [إذا] şart edatı, mazi fiile karine olarak geldiğinde fiili yapmayı ifade etmesinin yanı sıra yapma hükmünde, yani yapılmak üzere veya yapma esnasında olanları da ifade eder.

Yani bu, fiilen veya hükmen fiili yapma olmak üzere her ikisini de ifade eder. Ancak o ikisinden birini belirleyecek olan bunlara dair varit olan karinedir.

Mesela şu ayet-il kerime:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلاةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ "Ey iman edenler! Salatı ikame etmeye kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız." [Maide 6]

Buradaki "إذا قمتم" [kalktığınız] zaman ifadesi, salat için kıyama kalktığınızda gidin ve abdest alınız demektir. Fiilen salatı eda ettiğiniz zaman gidin ve abdest alınız demek değildir. Çünkü abdest, salattan önce gelir.

Hakeza "Sizden biriniz evlenmek istediğinde" ifadesi de nişanlanmak istediğinde anlamına gelen fiilen veya hükmen evlenmek istenmesi halini kapsar.

Ancak fiili yapmayı istemenin fiilin yapma hükmüne girmesi için fiili yapmayı isteyenin fiili yapmada ciddi olması şartı koşulmuştur. Aksi takdirde mana bunu kapsamaz. Bunun içindir ki "Maliki, Şafi ve Hanbeli" olmak üzere Cumhur-ul Fukaha, nişanlının bakmasının meşru olması için kadına bakan kimsenin kadını nikahlamayı isteyen, icabet etmesini belirgin bir şekilde ümit eden olmasını veya kadının nikahına icabet edeceğini veya zannı galiple icabet edileceğini bilmesini şart koşmuşlardır. Hanefiler ise diğer şartlar olmaksızın kadının nikahının istenmesi şartıyla yetinmişlerdir.

Velhasıl; bakmanın kendisine caiz olduğu kimse fiilen veya hükmen evlenecek olan kimsedir. "Hükmen" kelimesinin manası, kendisiyle evlenmesi için kadınla nişanlanmakta ciddi olmasıdır. Yoksa bir kadın üzerinde karar kılınıncaya kadar sırf birine ve diğerine bakmak için değildir. Çünkü açıkladığımız gibi "evlenmek istediğinde" ifadesinin anlamı fiilen veya hükmen kastettiği kadınla nişanlanmaya yönelmiş kişidir. Yoksa fiilen veya hükmen nişanlanmada ciddi olmaksızın gözden geçirmek için değildir. Bu da Allah Subhânehu'nun hakikatini bildiği bir durumdur ve saklı olan hiçbir şey ona gizli kalmaz. Dolayısıyla fiilen veya hükmen nişanlanmak için bir bakış olmadığında kıyamet günü bundan sorulacaktır. Allah'ın cezası çok şiddetlidir.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Anayasa Mukaddimesi'nde şöyle geçmektedir: "Madde-140- Ümmetin fertlerinden her bir ferdi, kamu mülkiyeti kapsamında olanlardan faydalanma hakkına sahiptir. Devletin, tebaanın geri kalanı olmaksızın bir kimsenin kamu mülkiyetlerini sahiplenmesine ve veya işletmesine izin vermesi caiz değildir."

Kitaplarımızda şu hadis varit olmuştur:

المسلمون شركاء في ثلاث... "Müslümanlar şu üç şeyde ortaktırlar..."

Şu hadis de varit olmuştur:

الناس شركاء في ثلاث... "İnsanlar şu üç şeyde ortaktırlar..."

Soru aşağıdaki şekildedir:

Söz konusu madde, faydalanma hakkının ümmetin fertlerine ait olup tabiyet taşıyan kimseler veya tebaanın fertlerine ait olmadığını ifade etmektedir. Aynı şekilde hadislerden birinin Müslümanları, diğerinin insanları ifade ettiği de mülahaza edilmektedir. O halde bizler, ammın has üzerine hamledilmesi kaidesi ile amel edip rivayetlerin birinde geçen "insanlardan" maksadın Müslümanlar olduğunu mu anlamış oluyoruz? Böylelikle (hakkında birbirine destekleyen delillerin varit olduğu üzere kamu hizmeti dışında) zimmet ehlinin kamu malında hakkı olmamakta mıdır, yoksa bu meseleye ilişkin başka bir anlayış mı vardır? Allah sizleri mübarek kılsın.

Cevap:

1. 140. madde şunu ifade etmektedir: "Ümmetin fertlerinden her bir ferdi, kamu mülkiyeti kapsamında olanlardan faydalanma hakkına sahiptir. Devletin, tebaanın geri kalanı olmaksızın bir kimsenin kamu mülkiyetlerini sahiplenmesine veya işletmesine izin vermesi caiz değildir."

"Ümmet" kelimesi müşterek lafızlardandır. Yani birçok manası olup bir, cemaat, Müslümanlar, tebaa ve din... manasına gelir.

Mananın tahdidi ise karine vasıtasıyla olur.

Bizler bu metinde ümmet kelimesiyle açık bir şekilde "tebaa" kelimesini kastettik. Zira maddenin sonunda şu ifadeyi zikrettik: "...tebaanın geri kalanı olmaksızın..."

Bu, maddenin metninin anlaşılması açısındandır.

İki hadisin anlaşılması ve iki hadiste geçen "insanlar" ve "Müslümanlar" lafzından kastedilenin tebaa olduğunun istinbat edilmesi açısından olana gelince; aşağıdaki şekildedir:

2. Tahsis, beyan demektir. Mesela hem amm bir lafız hem de ondan daha amm bir lafız varit olduğunda bakılır: Eğer birinci amm lafız, daha amm olan ikinci lafzı beyan eden ise onun için bir tahsis olur. Yok eğer değilse her ikisi de tahsis yoluyla beyana muhtaç olarak kalırlar. Dolayısıyla amm, daha amm olanın fertlerinden bir fert olur.

"İnsanlar şu üç şeyde ortaktırlar..." ve "Müslümanlar şu üç şeyde ortaktırlar" hadislerinin ilkindeki "insanlar" kelimesi, ikincisindeki "Müslümanlar" kelimesinden daha ammdır. Ancak iki nass da başka bir beyana ihtiyaç duymaktadır. Çünkü "Müslümanlar" kelimesi "insanlar" kelimesini tahsis eder derseniz dolayısıyla bu husustaki şeri hüküm, kamu mülkiyeti Müslümanlara ait olmuş olur ki bu doğru olmaz. Çünkü kamu mülkiyeti, Müslümanlara ait değildir. Zira İslam devletinin dışında yaşayan, yani tebaasından olmayan Müslümanın kamu mülkiyetinde hiçbir hakkı yoktur ve bu da gayet açıktır.

Bunun için deriz ki "insanlar" amm bir lafızdır ve "Müslümanlar" onun fertlerinden bir ferttir. Ardından hem insanlar hem de "insanlar" lafzının fertlerinden bir fert olan "Müslümanlar" lafzı için tahsis yoluyla bir beyanı araştırırız ki böylece Büreyde hadisini buluruz:

... ثم ادعهم إلى التحول من دارهم إلى دار المهاجرين، وأخبرهم أنهم إن فعلوا ذلك فلهم ما للمهاجرين وعليهم ما على المهاجرين، فإن أبوا أن يتحولوا منها فأخبرهم أنهم يكونون كأعراب المسلمين يجري عليهم الذي يجري على المسلمين، ولا يكون لهم في الفيء والغنيمة شيء إلا أن يجاهدوا مع المسلمين "...Sonra onları kendi dârlarını muhacirlerin dârına çevirmelerine davet et ve onlara, eğer bunu yaparlarsa muhacirler lehine ve aleyhine olanların onlar için de olacağını haber ver. Eğer onu muhacirlerin dârına çevirmeye karşı çıkarlarsa onlara, Müslümanlara uygulananların kendilerine uygulandığı Müslüman Araplar gibi olacaklarını ve Müslümanlarla birlikte cihat etmedikleri müddetçe feyde ve ganimette hiçbir hakları olmayacağını haber ver."

İşte bu hadis, Dâr-ul İslam'a dönüp devlet tabiyeti taşımayan bir kimsenin Müslüman olsa bile tebaanın haklarından her hangi bir hakka sahip olmayacağı hususunda sarihtir. Yani "insanlar" ve "Müslümanlar" lafzı Büreyde hadisi, yani tebaa ile tahsis edilmiştirler.

Böylece şeri bu husustaki hükmün, kamu mülkiyeti Dâr-ul İslam'da yaşayıp tabiyet taşıyan kimselere ait olduğunu anlarız.

3. Bu, soruda zikrettiğiniz iki hadisten şeri hükmün istinbat edilmesi açısındandır ki o da aşağıdaki şekildedir:

"İnsanlar" hadisi ammdır.

"Müslümanlar" hadisi ammın fertlerinden bir ferttir.

Büreyde hadisi: "İnsanlar" ammını tahsis edendir. Yani ister Müslümanlardan isterse gayrimüslimlerden olsun sadece tebaadan olan kimselerdir.

4. Ancak zimmet ehline intibak eden sarih nasslar da vardır ki bunlardan biri şudur:

Yollar kamu mülkiyetindendir. Tirmizi, Âişe [Radıyallahu Anha]'den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

كان على رسول الله ثوبان قطويان غليظان، فكان إذا قعد فعرق ثقلا عليه، فقدم بَزٌّ من الشام لفلان اليهودي، فقلت لو بعثت إليه فاشتريت منه ثوبين إلى الميسرة... "Resulullah'ın üzerinde pamuktan kalın iki elbise vardı. Oturduğunda üzerindeki ağırlığından dolayı terlerdi. Derken falan Yahudi için Şam'dan kumaş geldi. Dedim ki: Keşke ona haber gönderseydin de rahat iki elbise alsaydın."

İslami Devlet'te yaşayan bu Yahudi, ticareti için Müslümanların yollarını kullanıyordu ve yollar bir kamu mülkiyetiydi.

Sahabe, Şam Nasranilerinin Müslümanlarla birlikte Şam nehirlerinden içmeleri üzerinde icmaa etmiştir. Aynı şekilde hem Irak ve Bahreyn'de Mecusilik üzere kalanlar hem de Mısır'daki Kıptiler Nil'den içiyorlar, sulanıyorlar ve hep birlikte ormanlardan odun topluyorlardı.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: "Değişim", insanın kontrol ettiği dairede midir? Şayet durum böyleyse insan, zamanın ve mekanın değişimine tahakküm edebilir mi? Dolayısıyla zaman uzar ve değişim meydana gelmezse bu, değişim için çalışanların hatalı olması mı demektir? Yoksa "değişim", insanı kontrol eden dairede midir? Şayet böyleyse o halde: إِنَّ اللَّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ "Muhakkak ki Allah, bir kavimde olanı değiştirmez, tâ ki onlar kendilerinde olanı değiştirmedikçe!" [er-Ra'd 11] ayet-il kerimesinin medlulü nedir?

Cevap: Soruda geçen "değişim" kelimesinden maksat "değişim için çalışmaksa" evet değişim insanın kontrol ettiği dairede yer alır ve bu husustaki şeri hükümler vazıhtır.

Yok eğer değişimden maksat: "onu gerçekleştirmekse" bu doğru değildir. Çünkü değişimi gerçekleştirmek insanı kontrol eden dairededir. Dolayısıyla bazen insan, ciddiyet ve gayretle çalıştığı halde arzulanan değişim istendiği gibi meydana gelmeyebilir. Bazen de değişim kısa yada uzun bir zaman geçtikten sonra gerçekleşebilir ...

İnsan, amelinden dolayı muhasebe edilmeden önce kendisini muhasebe etmelidir ki kusurları telafi etsin, ciddileşsin, gayret göstersin, bu üslubu alsın, şu üslubu terk etsin, sulukunda bulanıklık gözlemlediğinde onu değiştirsin ve Allah Subhânehu ile bağını güçlendirsin.

Ancak tüm bunlar, şerden hayra ve batıldan hakka değişim için çalışmanın gerekliliğini gerektiren şeri hükmün edası içindir.

Ancak bunun şu yada bu yerde bugün yada yarın malum bir zamanda yakinen gerçekleştirilmesi insanının kontrol ettiği dairede değildir. Bilakis bu insanı kontrol eden dairededir.

Bunun delili ise Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in siretinden ve fillerinden dolayıdır. Zira Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Mekke'de gönderildi ve orada on senenin üzerinde çalıştı. Buna rağmen değişim meydana gelmedi... Burada Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in çalışmasında hata etmiştir diye bir şey söz konusu olamaz.

Ardından o gurup Mekke'ye geldi... Birinci ve İkinci Akabe Biati gerçekleşti... Musab [Radıyallahu Anh], bir sene içerisinde Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Mekke'de gerçekleştirdiğinin çok çok üzerinde olan Medine'de bir değişim meydana getirdi. Oysa Musab'ın çalışması, kesinlikle Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in çalışmasıyla kıyas edilemez... Ardında devlet Mekke'de değil Medine'de kuruldu...

Binaenaleyh değişim için en güzel muhkem bir amelle çalışmak, üslupları ve imkanları güzelleştirmek ve birçok mekanda çalışmak... tüm bunlar insanın kontrol ettiği ve muhasebe edileceği dairedir. O halde yol uzasın yada kısalsın insan değişim için ciddiyetle çalışmalı, yolun zorlukları azmini kırmamalı, musibetler onu pes ettirmemeli ve engeller azmini zayıflatmamalıdır. Aksine dimdik olan sıra dağlar gibi hak üzere sebat ederek yüce dağlar şeklinde dosdoğru kalmalı, en güzel muhkem amelinden dolayı gece-gündüz kendisini muhasebe etmeli, Allah'a dayanmalı, kendisine nusret vermesi ve lütufta bulunması için gece-gündüz O'na dua etmelidir...

Değişimi gerçekleştirmeye gelince; bizi kontrol eden dairededir. Dolayısıyla bizler, bugün yada yarın şu zamanda yada şu mekanda onu gerçekleştiremeyiz. Bunun içindir ki yolun uzaması veya zorlukların üst üste binmesi durumunda karamsarlığa veya ümitsizliğe kapılmamız doğru değildir. Aksine çalışmaya devam etmeli, sadakati, ihlası, ciddiyeti ve gayreti elde etmeye çalışmalı, üslupları güzelleştirmeli ve gözden geçirmeliyiz... Muhakkak ki Allah, salihleri iktidar kılacaktır.

Yine yolun uzaması, insanın değişim için çalışmasının illa da başarısız veya hatalı olduğu anlamına gelmez. Zira Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Mekke'de değişim için çalışmış, kendisine karşı koyulmuş, birçok kez nusret talebinde bulunmuş, ancak onlar bunu reddetmiş, hatta bazılarının tepkileri kanlı olmuştur... Ardından Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in gönderildiği Mekke'de değil de Medine'de nusret meydana gelmiştir... Hiçbir kimse, Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], başarısız yada hatalı olup Musab [Radıyallahu Anh]'ın çalışmasında kusursuz olduğunu aklının ucundan bile geçirmesin!

Şu ayet-il kerimeye gelince:

إِنَّ اللَّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ "Muhakkak ki Allah, bir kavimde olanı değiştirmez, tâ ki onlar kendilerinde olanı değiştirmedikçe!" [er-Ra'd 11] Şeri bir hükme ilişkindir ki o, arzulanan değişim için çalışan bir kimse ciddiyet, gayret, sadakat ve ihlas ile çalışmalıdır. Zira Allah Subhânehu, değişimi tembeller ve uyuyanlar için değil bilakis ciddiyet, gayret, sadakat ve ihlas ile çalışanlar için gerçekleştirecektir.

Velhasıl:

1. Arzulanan değişim için çalışmak bir farz olup insanın kontrol ettiği dairededir.

2. Değişimi bugün yada yarın şu veya bu mekanda gerçekleştirmek insanı kontrol eden dairededir. Bunun içindir ki vaat edilen nusret geciktiğinde ümitsizliğe kapılmak veya oturmak caiz değildir.

3. Yolun uzaması çalışanların illa da hatalı olduğu anlamına gelmez. Bilakis bu, Allah Subhânehu'nun şöyle buyurduğu gibidir:

إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا "Kesinlikle Allah emrine galiptir. Allah, her şey için bir kader koymuştur." [et-Talâk 3]

4. Allah Subhânehu, değişimi tembeller ve uyuyanlar için değil bilakis sadık ve muhlis şekilde çalışanlar için gerçekleştirecektir. Allah, Veliyy-ut Tevfîk'tir.

 

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Ülkemizde bir savunma avukatı olarak görev yapmak caiz midir? Bizim burada ülke çapında ünlü avukatlardan biri sayılan ve bu ününden dolayı televizyona çıkan iyi bir üstaz var. Bu kişi, bazı mazlum kimselerin savunma avukatlığı görevini üstlenmektedir... Burada bazı kardeşler, böyle bir görevin caiz olup olmadığını sormaktadırlar. Savcı hakkındaki şeri hüküm, savunma avukatlığı hakkındaki şeri hükümden farklı mıdır? Ayrıca savunma avukatı, kişinin hak sahibi olduğuna kanaat getirir ve rüşvet gibi meşru olmayan bir araç kullanmaksızın bunu elde etmesi zorlaşırsa bu durumda hakkın hak sahibine döndürülmesi maksadı güttüğü sürece bu caiz midir?

Cevap: Avukatlık görevi açısından olana gelince:

1. Avukatın "savcılık" görevini yapması caiz değildir. Çünkü onun bu görevi, şeriat tatbik edilmediği sürece yasa ve suçlama bakımından otoriteyi savunmayı gerektirir. Bunun içindir ki otoritenin vekilliğini yapmak caiz değildir ve avukatın bir savcı olarak görev yapması için herhangi bir mazeret aranmaz. Zira bu haramdır.

2. Savunma avukatının savunması, şeriata göre kişinin sabit olan hakları hususunda mazluma yardım etmek üzerine olursa görevini yapması caizdir. Ama şeriata göre değil de beşeri hukuka göre sabit olan haklarsa bunları savunmak caiz değildir.

Mesela İslam, hak kelimesini söylemesinden dolayı zulme maruz bırakılan ve hapse atılan bir kimsenin savunulmasını ve onun hapisten çıkarılmasını gerektirir. Bunun içindir ki savunma avukatının bu kimsenin üzerindeki zulmü kaldırmaya ve hapisten çıkarmaya yönelik görevi, sahih olan vacip bir görevdir.

Mesela İslam, hırsızlığa maruz kalan bir kimsenin çalınan malının ona iade edilmesini gerektirir. Bunun içindir ki bu kimsenin çalınan malını almak için savunma avukatının onu savunması caizdir.

Mesela İslam, bir kısmı peşin geri kalanı taksitle olmak üzere bir bedel karşılığında evini satan ve evi satın alıp eve oturduğu halde müşterinin bedelin bir kısmını ödeyip geriye kalanı reddetmesi veya inkar etmesi halinde satıcının müşteride olan hakkının ona iade edilmesini gerektirir. Bunun içindir ki müşterinin inkar ettiği evin bedelini almak amacıyla savunma avukatının onu (satıcıyı) savunması caizdir.

Böylece savunma avukatının zulmü kaldırmaya ve sahibi için şeran sabit olan hakları geri döndürmeye yönelik görevi, sahih bir görevdir.

Ancak şeriata muhalif olduğu halde beşeri hukuka göre kişinin bir hakkı sabit olursa savunma avukatının onu savunması caiz değildir:

Mesela bir kişi, akdi batıl olan bir anonim şirketine ortak olur ve ortaklara yönelik kar dağılımı sırasında hissesine göre kendisine verilen karın, hak ettiğinden daha az olduğunu görürse bu durumda savunma avukatının, beşeri hukuka göre sabit olan bu hak şeriata muhalif olduğu sürece sahibine geri döndürmek amacıyla bu hakkı savunması caiz değildir. Çünkü bu şirket, batıldır ve bunun sonucunda oluşan karları da şeriat ikrar etmemektedir. Müslüman için vacip olan bu şirketten ayrılmasıdır.

Mesela bir kişi, belli bir faiz karşılığında parasını bankaya yatırır ancak banka, üzerinde anlaştıkları faiz oranına göre kendisine daha az para verirse bu durumda savunma avukatının, bu hak beşeri kanuna göre sabit olup şeriat göre muhalif olduğu sürece kişiye geri döndürülmesi amacıyla bu hakkı savunması caiz değildir. Zira onun için bu hak, faizli bankaların onayladığı beşeri hukuka göre sabit olsa da şeriata göre sabit değildir. Müslüman için vacip olan bankayla girdiği bu faizli muameleyi iptal etmesidir.

Böylece zulmün kaldırılması ve şeran sabit olan bir hakkın sahibine döndürülmesi için olduğunda savunma avukatının görevini yapması sahihtir. Ancak savunma avukatının görevi, beşeri hukuka göre sabit olup şeriata muhalif olan sabit hakların savunulması amacıyla olursa caiz değildir.

Ancak savunma avukatı, şeran sabit olan bir hakkın sahibine iade edilmesi amacıyla hakkı sahibine döndürmek maksadıyla olsa bile rüşvet yada benzeri bir şey vermek gibi meşru olmayan araçlar edinirse bu caiz değildir. Çünkü elde edilmesi istenilen maslahat ister hak isterse batıl olsun rüşvet haramdır. Çünkü rüşvetin haramlılığı hususunda varit olan nasslar, sadece batıl olan maslahatın elde edilmesiyle illetlendirilmiş şekilde gelmediği gibi sadece batıl olan maslahatın elde edilmesine mahsus olmayan genel bir şekilde gelmiştir. Bu da nasslarda açıktır:

Ahmed, Edu Davud ve İbn-u Mace, Abdullah İbn-u Amr'dan Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

لعنة الله على الراشي والمرتشي "Allah'ın laneti, rüşvet verenin ve rüşvet alanın üzerine olsun."

Ahmed, Sevban'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

لعن رسول الله الراشي والمرتشي والرائش يعني الذي يمشي بينهما "Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], rüşvet verene, rüşvet alana ve ikisi arasında gidip gelerek rüşvete aracılık edene lanet etti."

İşte bu hadisler geneldir. Dolayısıyla bir hakkın yada bir talebin hakkı için olsun yada olmasın her rüşveti kapsayacak şekilde geneldir. Ayrıca rüşvetin haramlığı hususunda gelen bu nasslar, rüşvetin haramlığını herhangi bir illetle illetlendirmemiştir. Ne bunlarda ne de herhangi başka bir nassta illet yoktur ki rüşvetin haramlığına dair bir illet istinbat edilsin...

Bunun içindir ki savunma avukatının kastı, kendince rüşvet olmaksızın hakkı sahibine döndürmenin zor olduğu hakkı sahibine döndürmeyi kolaylaştırmak için olsa bile rüşvet alması caiz değildir.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Biliyoruz ki Amerika'da ekonomik krizin başladığı sırada dolar, euro karşısında büyük oranda değer kaybetti. Ancak ekonomik kriz Amerika'da hala sıcaklığını korumasına rağmen son günlerde doların euro karşısında değer kazandığını mülahaza ettik. O halde Amerika'da kriz hala sürmesine rağmen doların euro karşısında değer kazanmasının nedeni nedir?

Cevap: Bilindiği üzere kağıt paranın karşılığı yoktur. Bilakis kağıt paranın karşılığı onu çıkaran devletin ekonomisine bağlıdır.

Küresel ekonomik kriz, Amerika'da başlayınca dolar diğer mali evraklar karşısında değer kaybetti. Zira kriz, Avrupa'ya sıçrayınca Avrupa ekonomisi açısından bir sarsıntı oluşturdu ve dolayısıyla zayıflık Avrupa ülkelerindeki kağıt paraya da sıçradı. Bu da kısmen doların yükselmesine yol açtı. Çünkü değer kaybı, aynı şekilde Avrupa nakdini de kapsadı.

Bunun açıklığa kavuşması için deriz ki: Bir doların bir euroya denk olduğunu düşünelim. Amerika'da kriz baş gösterince Amerikan ekonomisi zayıfladı ve dolayısıyla mesela dolar %20 oranında değer kaybetti. Dolayısıyla euro karşısında %80'e denk olmaya başladı. Yani 1 euro 1,25 dolara denk gelir oldu. Ardından kriz Avrupa'ya sıçrayınca Avrupa ekonomisi zayıfladı, dolayısıyla euro mesela %10 oranında değer kaybetti. Yani euro, 1,25 olan dolar karşısında %90'na denk gelir oldu. Dolayısıyla euro, 1,125 dolara denk gelir oldu. Yani 1 dolar, euro karşısında 1/1,125=%88 oldu. Yani gerçekte değer kaybetmesine rağmen dolar, %80'den %88'e yükselmiş gibi oldu. Aslında euro karşısında dolar, krizin Avrupa'ya sıçraması nedeniyle yükseldi. Muhtemelen dolar geriye dönecek ve özellikle krizin Avrupa'daki sarsıntısı ortadan kalktıktan ve ardından krizi teskin etmeye dönük tedbirler alınmasından sonra euro karşısında düşecektir. Zira Avrupa ekonomisi, ekonomik krizi teskin etmeye ve onunla bir arada yaşamaya Amerikan ekonomisinden daha muktedirdir.

Görüldüğü üzere yükselme, ülkelerin ekonomisinin zayıflamasına göre nispîdir ve krizin ülke üzerindeki etkisi ne kadar büyük olursa nakdinin değer kaybı da o kadar büyük olacaktır. Dolayısıyla nakdinin değerinde yükselme veya düşüş olacaktır. Nitekim kriz, pek çok dünya ülkesine etki etmiştir. Dolayısıyla genel şekilde kağıt paranın değeri düşmüştür. Ancak krizin ülke ekonomisi üzerindeki etkisine göre bazıları düşmüş veya yükselmiştir ve kriz var olduğu sürece istikrarsızlık hali baki kalacaktır.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

 

Soru: Müzayedeye katılmak caiz midir? Yani emtiayı daha fazla fiyat ödeyen kimseye satmak için açık arttırmaya sunmak caiz midir?

Cevap: Lügatte müzayede: Satışa çıkarılan emtianın fiyatını arttırmada rekabet etmektir.

Istılahta ise: Emtianın açık alanda satılması ve en son arttıran kişi alıncaya kadar insanların birbirlerine karşı onun fiyatında arttırmaya gitmesidir.

Bu satış, Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in hadisinden dolayı caizdir ki o, Tirmizi'nin Sünen'inde Enes İbn-u Malik'ten tahriç ettiği şu hadistir:

بَاعَ حِلْسًا وَقَدَحًا وَقَالَ مَنْ يَشْتَرِي هَذَا الْحِلْسَ وَالْقَدَحَ فَقَالَ رَجُلٌ أَخَذْتُهُمَا بِدِرْهَمٍ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ يَزِيدُ عَلَى دِرْهَمٍ مَنْ يَزِيدُ عَلَى دِرْهَمٍ فَأَعْطَاهُ رَجُلٌ دِرْهَمَيْنِ فَبَاعَهُمَا مِنْهُ "Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] bir döşek ile bardak sattı ve bunları kim alacak dedi. Adamın biri dedi ki: O ikisini bir dirheme aldım. Bunun üzerine Nebi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] dedi ki: Bir dirhemin üzerine arttıran kimse yok mu? Bir dirhemin üzerine arttıran kimse yok mu? Derken bir adam iki dirheme satın aldı. O da onları ona sattı." Tirmizi, bu hadisin hasen olduğunu söyledi.   

Bu hadis, Süfyan İbn-u Vehb el-Havlani [Radıyallahu Anh]'ın şu hadisi ile çelişmez:

سمعت رسول اللّه صلّى اللّه عليه وسلّم ينهى عن بيع المزايدة "Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in müzayede satışından nehyettiğini işittim."

Çünkü bu hadis, zayıftır. Zira onun isnadında İbn-u Lehiya vardır ki o zayıftır.

Aynı şekilde o, İbn-u Ömer'in şu hadisi ile de çelişmez:

نهى رسول أن يبيع أحدكم على بيع أحد حتى يذر إلا الغنائم والمواريث "Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], sizden birinizin ganimet ile miras dışında terk edinceye kadar başka birisinin satışı üzerine satış yapmasını nehyetti."

Zira buradaki nehiy, satışın müşteri üzerinde kesinleşmesi halindedir. Çünkü bu durumda bir kimsenin gelerek "ben daha fazla öderim" demesi caiz değildir. Ancak müzayedede olduğu gibi satış henüz kesinleşmemişse bu hadis buna intibak etmez.

Nitekim el-Ayni, Umde-tul Kari'de müzayede satışının caiz olmasının Malik, Şafii ve Ehl-il İlim Cumhuru'nun kavli olduğunu ifade etmiştir.

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Müslüman Türkiye Halkına Bir Hatırlatma

 

AKP'nin kokuşmuş Batı fikirleri olan demokratik haklar ve özgürlükleri hayata geçirme çalışmalarının  son halkası neredeyse milli bir proje haline getirdikleri Kürt açılımı projesidir. Bu projenin Amerika tarafından hazırlandığı, AKP tarafından Türkiye halkına servis edildiği artık gün yüzüne çıkmış durumdadır. Ancak bizim burada değineceğimiz husus, bu Kürt açılımı denilen proje esnasındaki bir demagojiyi ifşa etmek ve bundan Müslüman Türkiye halkının ders çıkarmasını sağlamaktır.

Sivil toplum örgütleriyle görüşmelerde bulunmak üzere 09.10.2009 Cuma günü Diyarbakır turuna çıkan proje genel koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay, demokratik açılım çalışmalarında iki özel ana hedef bulunduğunu, bunlardan birinin "Türkiye'de terör bitsin, terör endişesi ve korkusu kalmasın" şeklinde olduğunu açıkladı. O halde Müslüman Türkiye halkına soruyoruz:

- Bir yandan terör bitsin derken diğer yandan Türkiye Müslüman halkının muhlis Hizb-ut Tahrir şebabını sırf Rabbimiz Allah'tır dedikleri için hapishanelere koymakla terör estirmiş olmuyorlar mı?

-  Tek gayeleri, Allah'ın inzal ettikleri ile yönetecek Hilafet Devleti'nin ikamesi olan Hizb-ut Tahrir şebabını hapishanelere koyarak ailelerine korku ve endişe yaşatmaları bu sözlerinin yalandan ibaret olduğunu göstermiyor mu?

- Aynı gezisi esnasında Beşir Atalay, demokratik açılım çerçevesinde bir başkasına baskı oluşturmadan herkes istediği fikirleri söyleyebilmeli derken hiçbir şiddet ve baskı unsuru kullanmadan sadece İslami fikirleri söylemelerinden dolayı Hizb-ut Tahrir şebabının hapishanelere konulması bu demokratik hak dedikleri şeyin bir safsatadan ve mavaldan ibaret olduğunu göstermiyor mu?

- Bir yandan sözde Kürt açılımı projesi adı altında Doğu bölgesine ziyaretler düzenleyen hükümetin diğer yandan Doğu'daki Hizb-ut Tahrir şebabını hapishaneye atarak Hilafet Devleti'ni ikame çalışmalarının önünü kesmek istemesi bu projenin Müslüman Türkiye halkının maslahatlarını gözetmekten başka amaçlarla hayata geçirilmek istendiğini açıkça ortaya koymuyor mu? Bu hatırlatmalarımız üzerinde iyi düşünüp tek bir parça olan İslami ümmetin ayrılmaz bir parçası olmanıza uygun doğru kararlar veriniz ey Müslüman Türkiye halkı!

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ Ey îman edenler! Allah ve Rasulu sizi, size hayat verene çağırdığı zaman icâbet ediniz. [el-Enfâl 24]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Tatbikatın Ertelenmesi, Yeni Amerikan Stratejisinin Bir Gereğidir!

Bu yıl 12-23 Ekim tarihleri arasında Konya'da yapılması planlanan "Anadolu Kartalı" adlı uluslararası hava tatbikatına "İsrail" uçaklarının katılmayacağı haberleri basında yer aldı. Bu bağlamda el-Arabiyye televizyonunun sorularını yanıtlayan Başbakan Erdoğan, halkın tatbikata "İsrail'in" katılmasını istemediğini, bu nedenle tatbikatın uluslararası bölümünü ertelediklerini ifade etti. كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ إِن يَّقُولُونَ إِلاَّ كَذِبًا "Ağızlarından çıkan, ne büyük, (ne ağır) bir söz oldu! Onlar ki yalandan başkasını söylemezler." [el-Kehf 5]

Hilafet Devleti yıkıldıktan sonra sömürgeci kafirlerin Müslümanların göğsüne sapladığı zehirli hançer  "İsrail'i" tanıyan ilk İslam ülkesi Türkiye Cumhuriyeti, Filistin'deki Müslüman kardeşlerimize karşı onca vahşet işlemesine rağmen gerek geçmiş hükümetler döneminde olsun gerekse mevcut AKP hükümeti döneminde olsun her zaman Yahudi varlığı ile sıcak ve samimi diplomatik ve askeri ilişkiler kurmuştur.

Madem Erdoğan, halk "İsrail'in" katılmasını istemedi diye tatbikatın uluslararası bölümünü ertelediklerini söylüyor o halde ne diye tatbikatı iptal etmediler de ertelediler? Erdoğan bu sözünde samimi olsaydı tatbikatı ertelemezler iptal ederlerdi nitekim tatbikatın iptal edilmeyip şimdilik ertelenmesi demek ileriki zamanlarda yapılacağı anlamına gelir. Bu da göstermektedir ki şu anki bölgesel konjoktür Yahudi varlığının da katılacağı böylesi bir tatbikatın ertelenmesini gerektirmektedir. Yoksa bunun halkın Yahudi varlığını istememesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Zira AKP, Türkiye'deki Müslüman halkın Yahudi varlığına karşı beslediği akidesinden kaynaklanan nefret duygularının gereğini ne zaman yerine getirdi ki bugün getirsin!

Madem Erdoğan, halk "İsrail'in" katılmasını istemedi diye tatbikatın uluslararası kısmını iptal ettiklerini söylüyor o halde ne diye iktidarda oldukları halde 2001 yılından beri her sene düzenli olarak bu tatbikatları yapmışlardır? Çünkü tatbikatın ertelenmesi yeni Amerikan yönetiminin bölgede AKP hükümetine biçtiği rolün bir gereğidir.

Ayrıca ertelenmemiş olsaydı tatbikata Yahudi varlığının yanı sıra Amerika ile İtalya da katılacaktı. O halde Erdoğan, Türkiye'deki Müslümanların bu tatbikata Amerika ile İtalya'nın katılmasını istediğini iddia etmektedir. Yahudi varlığı ile Amerika ve İtalya arasında ne fark var! Ha Yahudi varlığı ha Amerika ha İtalya hepsi de birer küfür devleti olup Müslümanların baş düşmanıdır. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkmaktadır ki Erdoğan'ın bu açıklaması, Türkiye'deki Müslümanların metamorfoz Yahudi varlığına karşı olan nefret ve öfke duygularını istismar etmekten öte bir şey değildir. Son olarak deriz ki: Türkiye'deki Müslüman halkın sesine kulak vermek Yahudi varlığı ile yapılacak tatbikatın ertelenmesiyle değil Yahudi varlığını kökünden kazıyacak orduları harekete geçirmekle olur!

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER