Salı, 28 Rebiu’l Evvel 1446 | 2024/10/01
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

- Basın Açıklaması - Hindistan'a Transit Yol Hakkı Vermek, Sırf Ekonomik Bir Mesele Değildir

Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü ve Genel Koordinatörü Muhyiddîn Ahmed, bugün yayınladığı bir basın açıklamasında Hindistan'a transit yol hakkı verilmesinin yalnızca ekonomik bir mesele olmadığını ve Bangladeş halkının bunu asla kabul etmeyeceğini bildirdi.

Hindistan Yüksek Komiseri Pinak Rajban Çakraborti, Dışişleri Danışmanı İftihâr Ahmed Çavdurî ile yaptığı görüşmede küstahça Bangladeş'in Hindistan'a transit yol hakkı vermesini talep etti. Hindistan Yüksek Komiseri, bunun Bangladeş'e sağlayacağı mâli faydayı tartışmaya açarak, ülkenin halkını saf yerine koymaya çalışmaktadır. Ne var ki mesele, sırf ekonomik açıdan değerlendirilmemelidir. Hatırlamalıyız ki peş peşe gelen Hindu hükümetleri, son altmış senedir Bangladeş'e karşı saldırgan bir dış politika gütmüşlerdir.

Hükümet bilmelidir ki Bangladeş halkı, Hindu taleplerine herhangi bir şekilde boyun bükülmesini kesinlikle kabul etmeyecektir. Dışişleri Danışmanı İftihâr Ahmed Çavdurî geçenlerde, mevcut hükümetin Bangladeş-Hindistan ilişkilerini "dönüşü olmayan bir noktaya" getirmek istediğini söylüyordu. Pinak-İftihâr görüşmesi, şayet Bangladeş'i Hindistan'ın bir uydusu haline getirmeye yönelik bu sürecin bir parçasıysa, şüphe yok ki bu ülkenin halkı böylesi bir komploya tüm yüreğini ortaya koyarak karşı çıkacaktır.

Devamını oku...

Müslüman Dünyadaki Ekonomik Kaos, Yalnızca Hilâfet Devleti'nin Kurulmasıyla Halledilebilir

  • Kategori Britanya
  •   |  

Tüm dünya, küresel finans krizinin etkisini hissetmektedir. Britanya'da ise ilk kez, Amerika'daki sub-prime [kredi geçmişi temiz olmayan, daha önceki kredilerinde ödeme zorluğu çekmiş yada ödememe riski olan kişilere normalden daha yüksek faizle verilen krediler] mortgage piyasalarında aşırı derecede, iştahla ve fazlasıyla "ahmakça" yatırım yapmış bir banka olan Northern Rock hisselerinin düşmesiyle hissedilmiştir. Artık bunun etkileri, günlük litre başına yaklaşık 1,20£ [yaklaşık 3 YTL] -ki bunun %70'i devletin zâlimane vergileridir- ödeyerek benzin alan sıradan insanların hissedeceği kadar genişlemiştir.

Müslüman dünyada ve diğer gelişmekte olan ülkelerde, bu krizin etkileri gerçekten ürkütücü bir boyuta varmıştır. Dünyanın en fakir ülkelerinin halkları, herkesten daha fazla bunun acısını çekmektedir; Mısır ve Haiti gibi çeşitli yerlerde ayaklanmalar görülmektedir. Pirinç ve un gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarındaki artış giderek tırmanmakta, Pakistan'da insanlar açlık ve sefâlet yüzünden intihar etmektedir. Benzin fiyatları yükselmeye devam etmekte, Bangladeş ve kısa bir süre önce de Pakistan gibi ülkelerdeki hükümetler, benzine ve mazota verilen sübvansiyonlara son verilmesini tartışmaktadırlar.

Paradoks şu ki insanlar, dünyanın petrol kaynaklarının %70'i Müslümanların toprakları üzerinde bulunmasına rağmen sefâlet çekmekte, varlık için yokluk yaşamaktadırlar. Şüphesiz Allah [Subhânehu ve Te'alâ] bu Ümmet'e nice muazzam kaynaklar ihsân etmiştir. İnsanlar, petrol fiyatları yüksek olunca Müslüman dünyanın hazinelerine daha fazla kâr akacağını zannedebilirler, oysa acı gerçek şu ki bir avuç mutlu azınlık dışında herkes hayatın meşakkatlerini çekmektedir. Bu da Batılı efendilerine hizmet ve kendi tamahkâr menfaatleri uğrunda otoriteyi gasp etmiş fâsit yöneticilerin, hıyânetine ve ihmâline açık bir delîldir.

Bu ihmâlin başında, bencil ve beceriksiz yöneticilerin, piyasa fiyatını düşük tutmaya yetecek miktarda petrol pompalamadıkları gerekçesiyle yüksek petrol fiyatlarında yaşanan artıştan dolayı Batılı politikacıların kendilerini -tabiatıyla dünyanın başlıca petrol üreticisi Müslüman dünyayı- suçlamalarına bile bile izin vermiş olmalarıdır. Suudi zorbası Abdullah ibn-u AbdulAzîz ve diğer yöneticiler, yüksek ham petrol fiyatının, üretimin düşük düzeyde olmasından kaynaklanmadığını bildikleri halde bu kozmetik talebi kabul etmişlerdir. Üstelik sahip oldukları muazzam likidite bolluğunu, Müslüman dünyada açlığa ve ölüme terk edilmiş mazlumları doyurmak yerine Batılı bankaları kurtarmak için harcayarak ellerinden geleni artlarına koymamışlardır. Fakirden çalıp süper zengine vermekten daha ötesi var mı?

Petrol ve gıda fiyatları gerçekten artmaktadır, çünkü Birleşik Devletler, artan oranda banknot basmaktadır, bu da kısa bir zaman zarfında [son beş yılda borsa endeksine karşı %40'tan fazla] doların çarpıcı oranda devalüe olmasına yol açmıştır. On yıllardır süregelen mâlî açıklarına buldukları çözüm budur, ancak sub-prime mortgage krizinden beri, probleme yol açan azgın şirketleri korumak için daha fazla dolar basmışlardır. Netice; akıl almaz düzeyde acı çeken fakir ülkeler olmuştur; kimileri de, özellikle para birimleri dolara aşırı bağımlı ülkelerde açlıktan kıvranarak ölüme mahkûm edilmiştir.

Ey Kardeşler ve Bacılar! Topraklarımız elbette bereketlidir, petrol kaynaklarıyla, insan kaynaklarıyla, zengin tarım arazileriyle... Ülkelerimizde tüm dünya çapında fakirlik ile mücâdele edebilecek bir potansiyel mevcuttur. Ne yazık ki Müslüman dünyadaki rejimler içinde, -küresel bir mücâdele yürütmesi bir yana- sırf sıradan insanları dahi koruyacak ve destekleyecek hiçbir siyâsî irâde ve liderlik yoktur. Yöneticiler, -diğer her şeyde olduğu gibi- ekonomilerimizi Sömürgeci güçlerin menfaatlerine bağımlı hale getirmişlerdir. İnsanlar açlık ve fakirlik çekmektedir, çünkü bu yöneticiler bizleri, küresel kapitalist sisteme kilitlemişlerdir. Onların krizinin ağır faturasını, sıradan insanlarımıza yüklemişlerdir ki bizim insanlarımız açlıktan kıvranırken onlar kendilerini, devletlerarası bankalarını ve şirketlerini semirtsinler! Yine enerji ve su sağlayan kurumlar gibi devlet hizmetlerini, özel sektöre göz göre göre satmışlardır. En kötü ihtimalle bu servetleri kendileri için kullanırlar, en iyi ihtimalle Ümmet'in servetlerini kısa vadeli projeler dahilinde heder ederler, Körfez'deki lüks otellerde olduğu gibi! Dahası bugüne kadar ürettiğimiz petrolü rafine etmek için ülkelerimizin kudretini artırma yönünde neredeyse hiçbir şey yapmamışlardır. Dünya petrolünün %43'ünü ürettiğimiz halde, yalnızca %11'ini rafine edebiliyoruz. Bu da demek oluyor ki topraklarımız dışında rafine edilmiş petrol ürünleri ithâlâtına, hem de şişirilmiş fiyatlarla bağımlı kalmaya devam ediyoruz.

Müslüman dünyanın ekonomileri ve politikaları, bir avuç çirkef zorbaya hizmet eden Batılı Kapitalist sistemin zincirine bağlı kaldığı sürece, bu trajedi döngüsü sürecek, insanlar aç kalmaya, sefil olmaya, bedbaht olmaya devam edecektir. Bu ajan yöneticileri düşürerek, bu bağımlılığa, teslimiyete son vererek ve İslâmî Hilâfet yönetimi yoluyla kendi siyâsî ve iktisâdî nizâmımızı ikâme ederek kendimizi bu girdaptan kurtarmak, her zamankinden fazla şimdi daha hayatî bir meseledir.

Muhakkak ki bizi bu duruma düşüren, Allah'ın inzâl ettikleri ile yönetimin ve iktisâdın terk ve ihmâl edilmesidir ve dolayısıyla yalnızca İslâmî hükümlere geri dönülmesiyle bu musîbete son verebiliriz. İslâm'ın bu tür problemleri nasıl engellediğini ve çözdüğünü kavradığımız zaman Allah'ın bize bahşettiği ve emrettiği nizâmın gerçekten son derece mükemmel, kapsamlı ve köklü bir yapıda olduğunu görürüz.

1.   Hilâfet Devleti, bu Ümmet'in siyâsî varlığının manifestosudur. Bu sayede Ümmet'in kaynakları entegre ve organize bir şekilde değerlendirilebilir. Körfez devletlerinin petrolü ve mâli kaynakları zengindir, ancak nüfusları azdır. Endonezya, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkelerin muazzam bir nüfusu, işgücü ve buna bağlı pek çok kabiliyetleri vardır, ancak fakirdir. Tek bir ihlaslı liderlik bünyesinde tüm bu kuvvetler tek bir elde birleştirilip tüm beldeler arasında mükemmel bir dağılım ve denge sağlanabilir.

2.   Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Ebu Dâvud'un rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyurmuştur: الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلَاثٍ الْمَاءِ وَالْكَلإَِ وَالنَّار "Müslümanlar şu üçünde ortaktır: Su, mera ve ateş." Dolayısıyla petrol, Ümmet'in ortak malıdır. İslâm, bu üç kamu mülkiyeti kapsamındaki mal varlıklarının ve kamu maslahatı bulunan tüm diğer temel varlıkların, birkaç Körfez şeyhince, birkaç işadamınca, birkaç prensçe sahiplenilmesini haram kılar. Dolayısıyla Hilâfet Devleti, elde edeceği petrol gelirlerini, birkaç ferdin yahut ailenin yahut klanın menfaatine tahsis etmez, bilakis gelişmekte olan beldelerinde yatırım amaçlı değerlendirir.

3.   Devletin para biriminin, tamamen altın, gümüş ve benzeri değerli madenî varlıklara dayandırılması şer'ân farzdır. Böylelikle para birimimiz, dolara bağımlı olmaktan kurtuluş olacak, Birleşik Devletler ve ajanlarının ekonomilerimizi ganimet bilip yağmalamalarının önü kesilecektir.

4.   Hilâfet Devleti, şer'î kâidelere göre serveti derhal topluma dağıtacak, böylece tüm tebâ için kaçınılmaz olan yiyecek, giyecek ve barınak gibi tüm temel ihtiyaçlar ivedi olarak karşılanacaktır.

Hiç kimse İslâm Ümmeti'nin servetten mahrum olduğunu söyleyemez. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] bu Ümmet'i, sıkı çalışan azimli insanlarla, muazzam enerji kaynaklarıyla ve verimli tarım arazileriyle bereketlendirmiştir. Yine de insanlarımız bu zengin topraklar üzerinde açlıktan ölmekte, fakirlikten sokaklara dökülmektedirler. Muhakkak ki bu, beldelerimize musallat olmuş yöneticilerin hızla artan ifsatlarının ve işlerimizi hakkıyla yürütmedeki beceriksizliklerinin bir sonucudur. Dolayısıyla ekonomilerimizi yeniden imar etmemizin ve ekonomik krizi def etmemizin tek yolu; bu yönetici tabakaların elinden otoriteyi çekip almak, İslâm'a dayalı siyâsî bir nizâm kurmaktır ki o, Hilâfet Nizâmı'dır. Yalnızca Hilâfet Nizâmı'nın her tür sorunumuzu mükemmel İslâmî hükümler ile çözmek üzere tatbîk edildiğini gördüğümüz zaman, bugün maruz kaldığımız ve hiç kurtulamayacağımızı sandığımız bu zulüm ve sömürü çarkından kurtulabilir, âdil ve lider bir ümmet olarak âlemin parlayan yıldızı olabiliriz.

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا  "İşte böylece sizleri vasat (zirve) bir ümmet kıldık ki siz insanlar üzerine şâhit olasınız, Rasûl de size şâhit olsun." [el-Bakara 143]

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Suriye Yönetimi, Allah Düşmanı Yahudiler Önünde Zelîlleşen Bir Aşağılık İken, Allah'ın Kitâbı, Kur'ân-il Azîm'e Karşı Küstahlaşıyor!  

Yetmedi mi, bu Suriye yönetiminin insanlara ezmesi, zulmetmesi, ağızlarını kapaması, [ربنا الله] "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için hapsetmesi?! Yetmedi mi, 1967'de Golan'dan çekilip Yahudi işgâline teslim etmesi? Yetmedi mi, Tel Aviv'deki yerleşimlerinden bile daha fazla Golan'da güvenlik içinde yaşayan Yahudilere tek bir kurşun dahi atılmasını engellemesi? Yetmedi mi, Golan'ın silahsızlandırılmasına ilişkin düzenlemeler ve Filistin gaspçısı Yahudi varlığını tanımak konusunda Yahudiler ile müzâkereler akdetmesi? Yetmedi mi, bu yönetimin bütün bu cerîmeleri ki şimdi de Saydnâyâ Hapishanesi'nde Allah'ın Kitâbı'na karşı küstahlaşmaktadır?

Önceki gün, Mahkumlarının çoğu, Hizb-ut Tahrir'den ve diğer İslâmî hareketlerden olmak üzere İslâmî davalardan orada bulunan hapishaneye Suriye yönetiminin zebanileri kışkırtıcı bir şekilde zorla girerek mahkumlara vurmaya ve çirkin sözlerle küfür ettiler... Sonra daha da ileri giderek Kur'ân-il Azîm'i yere atıp hürmetini çiğnemeye başladılar. Mahkumlar, Suriye yönetiminin bu zebanilerinin, ne önünden ne de arkasından asla bâtılın yaklaşamayacağı Kur'ân-il Azîm'e yönelik bu saldırılarına tepki göstererek Rablerinin Kitâbı'nın müdâfaası uğrunda galeyana gelince, zebaniler daha da kudurdular, izzete cürümle karşılık verip mahkumları kurşun yağmuruna tuttular, çok sayıda mahkumu katledip yaraladılar... O kadar ki evlatlarının âkıbetini öğrenmek için hapishaneye akın eden mahkum yakınları da tartaklanmaktan, hakârete uğramaktan, hatta öldürülmekten kurtulamadı.

Ey Suriye Halkı! Ey Şâm Suğûrunun Ribât Ehli! Şâm Tâğutu'nun bu cürümlerine suskunluğunuz, muhakkak ki onu daha da azmaya sevk etmekte, daha fazla cürüm işlemeye götürmektedir. Her cürüm de öncekinden beter olmaktadır:

Korkmaz mısınız, Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın  فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ  "O, kavmini (küçümseyerek) hafife aldı, (kavmi de) ona itaat ettiler." [ez-Zuhruf 54] kavline müstahak olmaktan? Korkmaz mısınız, Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın  وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً  "İçinizden yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayacak bir fitneden sakının!" [el-Enfâl 25] kavline müstahak olmaktan? Korkmaz mısınız, Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Ebî Bekr-is Sıddîk [RadiyAllahu Anh]'dan rivâyet edilen  «إن الناس إذا رأوا المنكر ولا يغيرونه يوشك الله عز وجل أن يعمهم بعقابه »  "İnsanlar, münkeri görür de değiştirmezlerse, Allah Azze ve Celle'nin cezâsını genelleştirmesi yakın olur." kavline müstahak olmaktan?

İşte Hizb-ut Tahrir'in Suriye'deki Medya Bürosu sizleri, bu fâsit yönetimi reddetmek ve değiştirmek, ortadan kaldırmak ve Râşidî Hilâfet'i kurmak üzere ayağa kalkmaya çağırmaktadır. Muhakkak ki o, Rabbinizin farzıdır, izzetinizin sebebidir, düşmanlarınızın kahrıdır ve topraklarınızın kurtarıcısıdır. O halde icâbet edecek misiniz?  إِنَّ فِي هَذَا لَبَلاَغًا لِّقَوْمٍ عَابِدِينَ  "İşte bunda, kulluk eden bir toplum için bir bildiri vardır." [el-Enbiyâ' 106]

Devamını oku...

28 Raceb - Hilâfet'in Yıkılış Günü Ey Güç Sahipleri! Pakistan, Amerika Uğrunda Fâsit Yöneticilerce Heder Ediliyor. Haydi Hizb-ut Tahrir ile Birlikte Kalkınız ve Hilâfet'i Kurunuz!

  • Kategori Pakistan
  •   |  

Ey Güç Sahipleri! Temmuz 2008'in ilk günlerinde Amerikan Dışişleri Bakanı'nın Güney ve Orta Asya İşleri'nden Sorumlu Yardımcısı Richard Boucher Pakistan'ı ziyâret etti. Yöneticiler ve siyâsî partilerin liderleri ile görüştü, her fırsatta Pakistan'ı, Amerika'nın Müslümanlara karşı savaşına tam bağlılık göstermeye çağırdı. Müslümanların askerlerinden, kabileler bölgesindeki Müslüman öz kardeşlerine karşı daha fazla savaşmalarını istedi. Tâ ki Afganistan'da silahça ve teçhizatça az sayıda küçük mücâhit gruplar karşısında bile korkudan titreyen Amerikan işgâl güçlerine dönük her tür tehdit bertaraf edilsin.

Size hatırlatırız ki bir sene evvel, Lâl Mescid ve Câmiâ Hafsa'yı, hâfızları ve içindeki çok sayıda Mushâflar ile birlikte acımasızca yıktığı için ve beyaz fosfor bombalarıyla mâsum yavrucakları diri diri yaktığı için Perviz Müşerref'e övgüler yağdıran Richard Boucher'ın ta kendisiydi! Müslümanlar yavrularının cesetlerini yıkıntılar arasından toplayıp toplu mezarlara defnederlerken işte bu İşte Richard Boucher, 12 Temmuz 2007'de gururla şu açıklamayı yapıyordu: "Pakistan'ın, Başkan Müşerref tarafından açıkça telaffuz edilen ve pratik olarak gösterilen vizyonu işte budur... Pakistan'ın bu vizyonu gerçekleştirmesi, güçlü bir biçimde Birleşik Devletler'in ulusal çıkarınadır."

Size hatırlatırız ki bir sene evvel, Amerika'nın menfaatleri uğrunda Müslüman kanı akıtma işini henüz tamamlamadığını söyleyerek sizleri uyaran Müşerref'in ta kendisiydi. 12 Temmuz 2007 günü, yalnızca FATA'da [Federal Yönetimli Kabileler Bölgesi] değil NWFP'de [Serhâd; Kuzey-Batı Sınır Eyâleti] de daha fazla operasyon yapılacağını ilan ederken hiç pişmanlık duymaz, bilakis şevkle şu açıklamayı yapıyordu: "Bu tehditlerden kurtulmaya yönelik amaçlarımızı henüz gerçekleştirmedik."

Yine gözlerinizin içine baka baka Küffâra sadâkatini sergileyen Müşerref, onların savaşlarını Pakistan içlerine kadar genişletti, Şubat 2008 seçimlerinden sonra kendisine katılan diğer fâsit yöneticilerin desteği ile şiddetlendirdi. Şu ana kadar 900'den fazla Müslüman asker ve sayısız mücâhit, Amerika yolunda kurban edildi. O halde biliniz ki Ey Güç Sahipleri, mevcut demokrat yöneticiler de, binlerce Müslüman askerin feda edilmesi ve bütün ülkenin kaosa sürüklenmesi pahasına Amerika'ya hizmet etmeyi sürdüreceklerdir.

Ey Güç Sahipleri! Müşerref ve yardakçılarının; düşmanlarınız uğrunda gözleriniz önünde ülkenizi ve halkınızı yıkıma uğratırken, Müslümanların kanlarını akıtırken sizleri rehin tutması katlanılmaz bir utançtır. Oysa böylesi yöneticilerin ne Müslüman kanının nezâhetine, ne de Allah Subhânehu ve Rasûlü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hürmeti vardır. Muhakkak ki onlar, Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın Kur'ân-il Kerîm'de târif ettiği gibidirler:  أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ بَدَّلُواْ نِعْمَةَ اللّهِ كُفْرًا وَأَحَلُّواْ قَوْمَهُمْ دَارَ الْبَوَارِ 28 جَهَنَّمَ يَصْلَوْنَهَا وَبِئْسَ الْقَرَارُ  "Görmedin mi Allah'ın nîmetine küfrân ile karşılık verip toplumlarını helâk yurduna sürükleyenleri?! (28) Cehennemdir onların yaslanacakları yer, orası ne kötü bir karargâhtır!" [İbrâhîm 28-29]

Ey Güç Sahipleri! Müslümanların kanlarının akıtıldığına şâhit olduğunuz vakit gözlerinizdeki öfkeyi, acıyı ve matemi gördük ki bunlar, mü'minin alâmetlerindendir. Fakat bu duygular, mü'minin Allah Subhânehu'ya daha fazla sâdık olması ve Rızâsı uğrunda daha fazla adım atması gereken bir zamanda yeterli değildir. O halde yöneticileriniz, ülkenizi ve halkınızı harap ederken sizin yerinize çakılıp seyirci kalmanız olacak şey midir? Nasıl olur da bu yöneticiler, Kâfir Sömürgecilerin çıkarları için ülkenizin servetlerini hortumlarken sizin kanlarınız kaynamaz? Nasıl olur da bu yöneticiler, tarımıyla ve sanayisiyle ekonomiyi, halkın ülkeyi terk etmeye mecbur kalacakları derecede mahvederlerken siz, halkınızı helâkten kurtarmak için harekete geçmezsiniz? Nasıl olur da Amerika ülkenizde efendi olur, dilediği gibi emreder ve nehyederken, askerleriniz kışlalarda, silahlarınız cephaneliklerde çürür gider?!

Hatırlayınız ki Ey Muhterem Kardeşler, Allah Subhânehu yalnızca zâlimleri zulümlerinden ötürü cezalandırmakla yetinmez, bilakis o zulmü engellemeye muktedir oldukları halde yerlerinden kımıldamayan seyircileri de zâlimlerle birlikte cezalandırır. Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  إِنَّ النَّاسَ إِذَا رَأَوْا الظَّالِمَ فَلَمْ يَأْخُذُوا عَلَى يَدَيْهِ أَوْشَكَ أَنْ يَعُمَّهُمْ اللَّهُ بِعِقَابٍ مِنْهُ "İnsanlar zâlimi görürler de elinden tutmazlarsa (onu engellemezlerse) Allah'ın katından bir cezayı hepsine genelleştirmesi yakındır." [et-Tirmizî rivâyet etti.]

Muhakkak ki İslâm, zulüm karşısında meydan okuyucu olmayı emreder ki bunun için Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den daha seçkin bir örneklik yoktur. Görürsün ki el-Habîb [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Küffâr karşısında meydan okuyucu idi, hem de Müslümanların onlara karşı hiçbir maddî kuvveti yokken böyleydi! Amcası Ebu Tâlib kendisinden zâlimlerle uzlaşmasını talep ettiğinde, son derece meydan okuyucu bir üslupla şöyle cevap veriyordu:  وَاللهِ يَا عَمِّ لَوْ وَضَعُوا الشَّمْسَ فِي يَمِينِي وَالْقَمَرَ فِي يَسَارِى عَلَى اَنْ اَتْرُكَ هَذَا اْلاَمْرِ مَا تَرَكْتُهُ حَتَّى يُظْهِرَهُ اللهُ اَوْ اَهْلَكَ دُونَهُ "Vallahi Ey Amca! Bu işi (dâvâyı) terk etmeme karşılık onlar sağ elime şemsi, sol elime kameri koysalar, yine de terk etmem! Tâ ki ya Allah onu (dâvâmı) izhâr edinceye, yahut ben onsuz (dâvâmı başaramadan) helâk oluncaya kadar!"

O halde herhangi bir Avrupalı devletten daha büyük bir şekilde dünyanın en büyük yedinci ordusuna sahip bir ülkede iktidar makamları kendilerine bahşedilmiş sizlere ne oluyor böyle?!  Nükleer güce sahip bir ülkenin dizginlerini ellerinde tutan sizlere ne oluyor böyle?! Rusya'dan, İngiltere'den ve Fransa'dan daha fazla bir şekilde dünyanın en büyük altıncı nüfusuna sahip bir ülkenin başında bulunan sizlere ne oluyor böyle?! Takriben İngiltere ve Fransa'nın toplamından daha fazla toprağa sahip bir devleti yöneten sizlere ne oluyor böyle?! Hiçbir Küffâr gücünün sahip olamadığı bir şekilde, Allah yolunda canını severek ve isteyerek vermeye hazır bir halkı komuta eden sizlere ne oluyor böyle?! Hatırlayınız ki bugün başımızda bulunan yöneticiler, Allah'ın size lutfettiği kuvvet zoruyla iktidar konumuna gelmişlerdir. Eğer siz bu kuvveti onların elinden çekip alırsanız, kurumları sarsılacak, varlıkları kaybolacak, bir hiç olacaklardır. Öyleyse sizi şimdi bu zulmü engellemek için harekete geçmekten alıkoyan şey nedir, Allah aşkına?!

Ey Güç Sahipleri! Hiç şüphesiz zayıflığımız, kaynaklarımızın eksikliğinden değildir, bilakis dünyanın bazı büyük güçlerinin bile sahip olmadığı muazzam servetlerle donatılmışızdır. Kayıplarımızın, zayıflığımızın ve ezikliğimizin ancak ve sadece tek bir sebebi vardır: Kalkanımız yok! Râşidî Hilâfet Devleti yok!

إِنَّمَا الإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ "İmâm (Halîfe) ancak bir kalkandır, onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur." [Muslim rivâyet etti.]

O halde Allah'ın rızâsını ve Cennetini, İslâm'ın izzetini ve mü'minlerin zaferini arzulayanlar, şimdi Hilâfet için ayağa kalksınlar. Bu 28 Raceb, Hilâfet'in yıkılışının Hicrî 87. yıldönümü olacaktır. O zamandan beri Kâfirler ve ajanları yüzünden maruz kalmadığımız dert, hüzün, keder, katliam, işgâl, saldırı, aşağılama... kalmadı! İşte şimdi Hilâfet'in yeniden kurulmasının tam zamanıdır artık, Müslümanların beldelerinin, dünyanın en güçlü devleti olacak tek bir devlette birleştirilmesinin tam zamanıdır artık, Allah'ın kelimesini (dînini) layık olduğu en yüksek seviyeye yükseltmenin tam zamanıdır artık!

Ve bugün, diğer başka herhangi bir zamandan daha fazla, kendinizi ve Ümmet'i kurtuluşa taşımak ve dünyanın lider ümmeti haline getirmek için önünüzde altın bir fırsat bulunmaktadır. Sözde dünyanın süper güçleri, bugün en zayıf günlerini yaşamaktadırlar, siyâsî olarak, askerî olarak, ekonomik olarak... Onların kendilerini güçlü göstermeleri yalnızca bir blöftür. Gerçekte onlar, kendilerine nihai darbeyi vuracak cesur ve azîz yiğitleri beklemektedirler. Aynen Konstantinapol'ü İslâm için fetheden Fâtih Sultân Mehmet Hân gibi... Üstelik sizler, bu Ümmet içerisinde hakîkî siyâsetçilere de sahipsinizdir, onlar Hizb-ut Tahrir şebâbıdır. O halde kokuşmuş ve beceriksiz iktidar partilerini, İslâm ile dosdoğru yönetim gösterecek yegâne hakikî siyâsî parti olan Hizb-ut Tahrir ile değiştiriniz!

İşte Hizb-ut Tahrir sizleri azimlerinizi bilemeye çağırmakta ve başımıza düşmanlarımızca atanmış, Küffâra gönüllü hizmet uğrunda kanlarımızı heder edip hiçbir değer vermeyen bu hâin yöneticilere karşı harekete geçmeye teşvik etmektedir. Tâ ki Allah [Subhânehu ve Te'alâ] sizleri sâdıklar ile birlikte haşretsin. Haydi Hizb-ut Tahrir ile birlikte ayağa kalkınız ve Râşidî Hilâfet'i yeniden kurunuz ki o, Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in müjdesidir:  ثُمَّ تَكُونُ خِلاَفَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّة "Sonra da Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır." [İmâm Ahmed ibn-u Hanbel rivâyet etti.]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Mazot Fiyatının Artması, Halkın Maslahatlarına Aykırıdır

Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü ve Genel Koordinatörü Muhyiddîn Ahmed, hükümetin petrol fiyatlarına, bilhassa mazota zam yapma kararından derin endişe duyduğunu ifade etti. Bugün yayınladığı bir basın açıklamasında Muhyiddîn Ahmed, mazot fiyatının artmasının, geçen yılki Sidr Kasırgası ve peş peşe meydana gelen seller nedeniyle zaten muazzam kayıplara uğrayan ülkenin tarım sektörü üzerinde ciddi derecede olumsuz etkisi olacağını söyledi. Bu şartlar altında tarım sektörü, kayıplarını telafi etmek için hükümet teşviklerine muhtaç olduğu halde, tam tersine hükümetin bu kararı, bu hayatî sektörün canına okuyacaktır.

Daha kısa bir süre önce, devletlerarası yabancı finans kuruluşlarının reçetelerine göre çıkarılan bütçede de Fahruddîn Ahmed Hükümeti, halkın ekonomik maslahatlarının tam tersine hareket etti. Bunların başında hükümetinin temel ihtiyaç maddelerindeki yüksek fiyat artışları sorununu çözmeye yönelik herhangi bir ciddi adım atmada oldukça başarısız kalması gelir. Hükümet'in şimdi de petrol fiyatlarına zam yapma kararı da özel olarak tarım ürünlerin fiyatlarında, genel olarak enflasyonda  artışa neden olacak, böylelikle insanların mâlî sıkıntıları daha şiddetlenecektir.

Muhyiddîn Ahmed, Fahruddîn Ahmed Hükümeti'nin bu kararı alırken yalnızca kapitalist hesapları ve istatistikleri dikkate aldığını, insanların ihtiyaçlarına hiçbir önem vermediğini vurguladı. Muhakkak ki yalnızca Hilâfet Devleti; halkın ihtiyaçlarını gerçekten dert edinen ve sıkıntılarını hafifletmeye yönelik ciddi adımlar atan bir yönetim inşâ edecektir.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Danimarka Başsavcısının Raporu, Hizb-ut Tahrir Hakkındaki Yalancı İddiaları Çürütmektedir

Danimarka Adalet Bakanı, 19 Haziran 2008'de Hizb-ut Tahrir'in Danimarka'da yasaklanmasını imkan verecek hukukî bir dayanağın bulunmadığını ilân eden bir basın açıklaması yayınladı. Bu da Başsavcının, Danimarka anayasasına göre Hizb'in yasaklanmasının yasal olup olmadığı hakkındaki raporunu teslim almasından sonra gelmiştir. Başsavcının raporu, Hizb'in çalışmasında şiddet kullandığına veya yasadışı bir gaye için çalıştığına veya kanuna aykırı araçlar kullandığına dâir deliller bulunmamasından ötürü Hizb'in yasaklanamayacağını tavsiye edici bir şekilde geldiği gibi Hizb'in yargı yoluyla feshedilmesi/lağvedilmesi amacıyla dava açılması için anayasal bir gerekçe bulunmadığı sonucuna varmıştır. Ayrıca Başsavcı, 19 Haziran 2008'de yayınladığı basın açıklamasında raporunun, teyit edilmiş güvenilir kaynaklar ile başka istihbarî delillere istinat ettiği belirtilen Danimarka İstihbarât Ajansı'ndan elde ettiği analize dayandığını belirtmiştir. Bu, Adalet Bakanı, Hükümet ve muhalefet partilerinin talebi üzerine Danimarka Başsavcısı'nın Hizb-ut Tahrir hakkında yayınladığı ikinci rapordur. Nitekim Başsavcı, 2004 yılında da aynı sonuca varılan benzer bir rapor yayınlamıştı. Adalet Bakanı ve Başsavcının açıklamalarında geçenlere ilişkin olarak aşağıdaki gerçekleri vurguluyoruz:

Birincisi: Hizb-ut Tahrir'in gayesi, İslâmî âlemde Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatı yeniden başlatmaktır. Hedefi ise İslâmî Ümmeti, İslâm ideolojisi esasına binâen kalkındırmak, gayesini gerçekleştirmenin metodu da, toplumun siyâsî, iktisâdî, malî ve toplumsal sorunlarına yönelik İslâmî fikirler, nizâmlar ve çözümler üzerinde genel uyanıklık oluşturmak için fikrî ve siyâsî çalışmaya dayanır.

İkincisi: Hizb-ut Tahrir, İslâm ideolojisine dayalı siyâsî bir partidir. Müslümanların işlerini, İslâm hükümleri ve çözümleri ile gözetir, onları İslâm fikirleri ve hükümleri ile kültürlendirir, İslâmî Ümmet'e karşı görevlerini ihmâl etmelerinden, haklarını çiğnemelerinden dolayı Müslümanların beldelerindeki yöneticileri muhasebe ettiği gibi İslâm hükümlerine muhalefetlerinden ve Sömürgeci Batılı devletler ile birlikte Müslümanların maslahatlarına karşı komplolar kurmalarından dolayı da muhasebe eder.

Üçüncüsü: Hizb-ut Tahrir, gayesine ulaşmada silahlı maddî eylemde bulunmaz. Bunun içindir ki faaliyetleri ve araçları bu tür eylemleri barındırmaz. Bunun nedeni, Hizb'in Kerîm Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Arap yarımadasındaki toplumu değiştirme ve İslâmî Devlet'i kurma çalışmasındaki metoduna bağlı kalmasıdır. Hizb, 1953 yılında kurulmasından bu yana başta Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya olmak üzere İslâmî âlemdeki mevcut nizamlar tarafından pek çok türde zulümlere maruz kalmıştır. Buna rağmen bu tür zulümler, insanlık sorunlarının sahîh çözümünün ancak İslâm olup Komünist ideoloji veya Demokratik Kapitalist ideoloji olmadığı noktasındaki Hizb'in ideolojik kanaatini değiştirmemiştir. Bu rejimler, Hizb'e ve şebâbına karşı on yıllar boyunca yasaklama, işkence, idam, takibat, sürgün, suçlama ve hapsetme gibi pek çok zulüm üslupları ve araçları kullanmışlar ve halen de kullanmaktadırlar. Ancak tüm bunlar, Hizb'i yok etmede veya fikrî ve siyâsî çalışma metodundan vazgeçirmede hiçbir işe yaramamıştır. Çünkü Hizb-ut Tahrir, hem gayesini, hem meselesini, hem de çalışma metodunu, İslâmî şeriatın nasslarına binâen belirlemiştir, şartlara, koşullara ve vakıalara göre değil!

Dördüncüsü: Hizb'in, Danimarka dâhil gayr-i İslâmî beldelerdeki çalışması ise, Müslümanları İslâmî fikriler ve hükümler ile kültürlendirmek, İslâmî kimliklerini bozulmaktan korumak, Müslümanların beldelerindeki Ümmetlerinin meselelerine karşı onları bilinçlendirmek, Batılı Sömürgeci devletlerin, mukaddeslerine, canlarına ve servetlerine yönelik politikalarını ve saldırılarını ifşâ etmek olduğu gibi gayr-i müslimleri de fikir ve delil ile -bir akîde ve yaşam tarzı- olarak İslâm'a davet etmektir.

Binaenaleyh Başsavcının, Hizb'in çalışmasında şiddet kullandığına dâir hiçbir delil bulamaması gayet tabiidir. Sebebi çok basittir; çünkü buna ilişkin bir delil veya delil benzeri hiçbir şey yoktur. Müslümanların beldelerindeki despot rejimler, bu alandaki güçlerine ve deneyimlerine rağmen böyle bir yalanı oturtmayı elli yıldır beceremediklerine göre başkalarının bunu becermesi nasıl mümkün olabilir? Kaldı ki Hizb-ut Tahrir, fikrî ve siyâsî çalışmada köklü bir geçmişe sahiptir, uyanık şebâbıyla, güçlü faaliyetleriyle ve ideolojik tutumuyla pek çok dünya devletine yayılmıştır, gizli bir Hizb olmayıp insanların içerisinde, önlerinde alenî olarak çalışmaktadır ve özellikle çalışma mecali kıldığı Müslümanların beldelerindeki gelişen olaylarda etkin ve güçlü bir varlığa sahiptir. Bununla birlikte Başsavcının yaptığı açıklamasında geçen, "Hizb-ut Tahrir, Hilâfet Devleti'ni birinci derecede İslâmî beldelerde kurmayı amaçlamaktadır" şeklindeki ifâdesi dakîk bir ifâde değildir. Çünkü Hizb, İslâmî beldelerin dışında ne Danimarka'da, ne de başka bir yerde Hilâfet'i kurmak için çalışır. Açıktır ki böylesi muğlâk bir ifâde, dava dosyasını kapatmayan, gelecekte politikacıların arzularına ve önergelerine hizmet edecek bir politikaya maruz bırakan yapıdadır. Nitekim Başsavcının -mezkûr açıklamasında geçen- ileride yasaklanmasına imkân verecek bir rapor için İstihbârat Ajansı ile polis makamlarının Hizb'in faaliyetleri hakkındaki periyodik raporlarıyla kendisini destekleyecek sürekli bir koordinasyon oluşturulmasına ilişkin kararı bunu teyit etmektedir. Bu ise bizlere, fikre ve görüşe takiple, baskıyla, insanları korkutmak için güvenlik izlemesi yapmakla, insanların kanaatlerini ve görüşlerini açıklamalarını, meselelerini ve haklarını savunmalarını engellemekle karşılık veren Müslümanların beldelerindeki despot rejimlerin üsluplarını andırmaktadır. Başsavcı, Hizb'in yasaklanması için bazı Danimarkalı partilerin yürüttükleri siyâsî ve medyatik baskılara karşılık, raporunda objektif olmaya çalışmasına rağmen Hükümetin, bu ülkedeki Müslümanların varlığını, fikrî ve siyâsî faaliyetlerini bir güvenlik meselesine dönüştürmeye dayanan resmî politikasına bağlı kalmıştır. Bu da hem mescidlerinde, hem ortamlarında, hem okullarında, dahası evlerinde ve iş yerlerinde gözlem altına alınmalarını meşrulaştırmak içindir.

Yine Başsavcı açıklamasında, Hizb'in yasaklanmasının imkânsızlığını pek çok gayr-i Müslimin kabullenmesinin zorluğuna dikkat çekmiştir. Bunun sebebi ise, bu ülkedeki birçok politikacının ve medya organının, son senelerde İslâm hakkında yalanlar yaymayı, Kerîm Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakaret etmeyi, Kur'an'ın  hükümlerini ve Hilâfet Nizâmı'nı çarpıtmayı ve Hizb-ut Tahrir'e iftirâ atmayı alışkanlık haline getirmiş olmalarıdır. Çünkü onlar, hakîkatleri çarpıtmadan olduğu gibi halklarına açıklamaya, objektif ve dosdoğru bir şekilde -Hizb'in davet ettiği- İslâm'ın fikirlerini ve hükümlerini tartışmaya cesaret edememektedirler. Hep Hizb'i yasaklamakla, üyelerini hapse atmakla, yargılamakla, sınır dışı etmekle tehdit etmekte, Hizb'i destekleyen ve savunan herkese gözdağı vermektedirler. Her ne zaman Hizb hakkı haykırsa, kimliklerini korumak amacıyla Müslümanların hayatî meselelerine ilişkin İslâm'ın görüşünü açıklasa, İslâm'ı, Rasulü'nü, Kitâbı'nı ve Müslümanların haklarını savunmaları için insanları harekete geçirse, Danimarka Hükümeti'nin İslâmî Âleme karşı düşmanca politikalarını ve Danimarka'daki Müslümanlara karşı zâlimane yasalarını eleştirerek tavrını ortaya koysa, Yahudi varlığının Filistin'deki cürümlerini, Amerika'nın ve müttefiklerinin Irak'taki ve Afganistan'daki cürümlerini ifşâ etse, işgâl etmek, masum insanların kanlarını akıtmak, servetlerini yağmalamak, kalkınmasın, birleşmesin ve Batının hegemonyasından kurtulmasın diye İslâmî Ümmeti ezmek için ajan nizâmları oluşturmak gibi Müslümanların beldelerine, özellikle Irak'a ve Afganistan'a yönelik Amerikan, İngiliz ve Danimarka politikasının iğrenç sömürgecilik yüzünü göstermek amacıyla Müslümanların yöneticilerinin, Sömürgeci Batı devletleri ile birlikte Müslümanların meselelerine karşı komplo kurmalarını eleştirse bunu yapıyorlar!

Ancak İslâmî Âlem'in halkları, önce Allah'ın, sonra muhlis şekilde çalışan erkeklerin ve kadınların çabaları sayesinde artık gerçek manada Müslümanları temsîl edecek, akîdelerinden kaynaklanan ve kanaatlerine dayanan İslâm hükümlerini ve nizâmlarını tatbik edecek bir devletin gölgesinde Hilâfet Nizâmı'nın kurulmasını dört gözle bekler hale gelmişlerdir. Ki o devlet, işlerini adalet ve hak ile gözetecek, Batı'yı dost edinirken halklarına düşmanlık besleyen polisiye, krallık, cumhuriyet ve askerî nizâmların hakimiyetinden kaynaklanan zulüm mâzisine noktayı koyacaktır.

Hizb-ut Tahrir İslâmî Ümmet'i, Batı'nın hegemonyasından ve ajan rejimlerinden kurtarıncaya, Allah'ı, Rasulü'nü ve mü'minleri dost edinecek, fikren, kanunen ve siyâseten İslâm'ı hakkıyla cisimleştirecek ve dâvetini âlemlere taşıyarak İslâm'ın şânını yüceltecek Râşidî Hilâfet'i kuruncaya dek samimiyet, sebât ve azîm ile çalışmasına devam edecektir.

وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ. إِنَّ اللهَ بَالِغُ أَمْرِهِ. قَدْ جَعَلَ اللهُ لِكَلِّ شَيْءٍ قَدْراً "Her kim Allah'a tevekkül ederse O, ona yeter. Muhakkak ki Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şey için bir ölçü koymuştur." [et-Talâk 3]

 

Fâdi AbdulLatîf

حزب التحرير

Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi

Danimarka

 

Devamını oku...

Brown'ın Suudi Arabistan Ziyâreti, İngiliz Dış Politikasının Sonu Gelmez İkiyüzlülüğünü Göstermektedir

  • Kategori Britanya
  •   |  

Küresel petrol fiyatlarının yükselişine dikkat çekmek üzere Gordon Brown'ın bugün Suudi Arabistan'a düzenlediği beyhude ziyâret, Batı'nın İslâm Âlemi'ne yönelik politikasının gerçek yüzünü ifşâ etmektedir. Amerika ve İngiltere, bir yandan özgürlüğün ve demokrasinin güvence altına alınması bahanesiyle Irak'ta ve Afganistan'da Müslümanları bombalarlarken, öte yandan Brown, kendisine daha fazla petrol pompalamaya ikna etmek için Cidde'deki zâlim despota kur yapmaktadır.

İngiltere'nin ve Amerika'nın ikiyüzlülüğü herkesçe mâlumdur. Batı'nın dış politikasına yön veren yegâne dürtü, Müslümanların toprakları üzerindeki maddî çıkarlarını güvence altına alma "özgürlüğüdür." Irak, Sömürgecilik politikasına paralel olarak muazzam petrol servetlerini güvence altına almak için istilâ edildi. Gerçek şu ki Irak'ın içinde bulunduğu kaos havasından en çok memnun olanlar; yaklaşık kırk senedir mahrum kalmalarından sonra Irak'a dönmeye hazırlanan Shell, BP, Exxon Mobil ve Total gibi petrol şirketleridir. Kezâ Afganistan da aynı Sömürgecilik politikasına paralel olarak, hem Orta Asya'daki muazzam enerji kaynaklarına, hem de stratejik önemdeki konumuna hâkim olmak üzere istilâ edildi.

Bu ne yüzsüzlük! Şimdi de gelip halkı Müslüman bir ülkeden kendilerine daha fazla petrol pompalaması istenmektedir ki Amerika ve İngiltere, "teröre karşı savaş" adı altında İslâm Âlemi'ne karşı sürdürdükleri saldırılarına devam edebilsinler!

Suudi Arabistan Devleti, hiç kuşkusuz bir İngiliz türemesidir ve peş peşe gelen İngiliz hükümetleri, Suudi kraliyet ailesi ile uzun dönem boyunca iyi ilişkiler içerisinde olmuşlardır. Nitekim Winston Churchill, şimdiki Kral Abdullah'ın babası AbdulAzîz'e İngiltere'den getirttiği bir Rolls Royce hediye etmişti. Tony Blair de 40 milyar sterlinlik [yaklaşık 80 milyar dolar] el-Yemâme [Birleşik Arap Emirlikleri] silah anlaşması hakkında uzun süredir devam eden yolsuzluk soruşturmasını iptal etmişti. Belki Gordon Brown da, Batılı finans piyasalarında petrol fiyatlarının bu denli artışının, üretim yetersizliğinden değil de, yükselen spekülasyonlardan kaynaklandığı iddialarına karşın bir lütfa mazhar olabileceğini umuyordur.

Batı destekli fâsit yöneticiler Müslümanların işlerini yürüttükleri, yularlarını ellerinde tuttukları sürece, Müslümanlara karşı süregelen bu bariz siyâsî ve ekonomik sömürü ve askerî saldırganlık devam edecektir. Batı'daki Sömürgeci efendileri ile sıkı bir işbirliği içinde olan bu hâin yöneticiler, hiç şüphe yok ki Müslümanların topraklarının Batı tarafından işgâl ve yağma edilmesini kolaylaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır.

Ey Müslümanlar! Topraklarımız üzerindeki Sömürgeci elleri durdurmanın tek yolu; Müslümanların topraklarını sömürgecilikten, işgâlden, yağmadan ve saldırılardan arındıracak İslâmî siyâsî bir liderlik kurmaktır ki o, Hilâfet'tir. Hilâfet liderliği, Ümmet'in muazzam iktisâdî servetini, Ümmet'i kalkınma ve gelişme yolunda ilerletmek için seferber edecek, servetlerimizi Sömürgeci Kâfirlerin menfaatlerine hizmette asla heder ettirmeyecektir.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Ey Filistin, Sen 3-4 Milyon Değil, 1,5 Milyarsın!

Yahudi medyasının haber verdiği üzere, Türkiye'nin arabuluculuğunda Yahudi varlığı ile Suriye arasındaki görüşmelerin ikinci turu, 16.06.2008 Pazartesi günü Ankara'da yapıldı. Yahudi ve Türk yetkililerin olumlu ve yapıcı değerlendikleri, Suriyeli yetkililerin ise suskun kaldıkları görüşmeler sonunda, görüşmelerin üçüncü ve dördüncü turu için takvim belirlendiği, bunun önümüzdeki haftalarda olabileceği belirtildi.

Suriye ile Yahudi varlığı arasındaki müzâkereler, Yahudi varlığı Başbakanının yolsuzluk suçlamaları ile sarsıldığı bir döneme denk gelmiştir. Ankara'daki görüşmeler öncesinde bazı Yahudi yetkililer, 13 Temmuz'da Paris'te düzenlenecek yeni bir Avrupa-Akdeniz ülkeleri birliği zirvesinde, kendi başbakanları ile Suriye Devlet Başkanı'nın Fransa Devlet Başkanı arabuluculuğunda bir araya gelebileceklerini, ancak Sarkozy'nin henüz Suriye'den teyit almadığını söylüyordu. Bu ise Yahudi varlığı başbakanının 17 Temmuz'daki yolsuzluk duruşmasının hemen öncesine denk gelmektedir. Üstelik Yahudi varlığının Suriye ile müzâkerelere karşılık güya Golan tepelerini vereceği iddiasını, Yahudi Başbakanı bizâtihi yalanlamıştır. Ayrıca el-Arabiyye Televizyonu, ilk görüşmeler sırasında, bu görüşmelerin aslında Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin Adana'da birleştirilerek, Adana'dan Golan tepelerine uzanan bir kanal yoluyla Yahudi varlığına aktarılmasına yönelik olduğunu bildirip bunu harita üzerinde göstermişti. "Barış Suyu Projesi" denilen bu teklif yeni değildir. İlk kez 1986'da Turgut Özal tarafından öne sürülmüştür. el-Âlem-ul Yevm Dergisi'nin 02.05.1993 tarihli nüshasında "Su Krizi: Türkiye İsrail'e Arap suyu satıyor; 2030 yılında Arap bölgesinde 260 milyar m3 su açığı olacak" başlıklı makalede de projenin maksatları uzun uzadıya ifşâ edilmiştir. Su sorununu ele alan diğer bazı kaynaklarda da bu projeden bahsedilmiştir. Aynı isimli başka bir proje kapsamında Antalya'daki Manavgat suyunun Yahudi varlığına taşınması 2006'da iptal edilince alternatif projelerin gündeme gelmesi zaten bekleniyordu ve bu eski proje bir kez daha gündemde. Oysa Dışişleri Bakanı Ali Babacan, saptırıcı bir şekilde "Bizim başlattığımız bu yeni süreçte, Türkiye ile Suriye arasındaki su konuları, bu barış görüşmelerinin bir parçası, bir unsuru kesinlikle değildir" diyordu. Öyle, çünkü proje, Türkiye ile Suriye arasında değil, Suriye üzerinden Türkiye ile Yahudi varlığı arasındadır.

Yahudi varlığı "İsrail", ne İslâm nazarında, ne de insaflı hukuk ölçüleri bazında meşru bir varlık değildir. Aksine o, İngiliz mandasının BM onayıyla Müslümanların küresel bir siyâsî liderlikten mahrum olduğu bir konjonktürde, İslâmî coğrafyanın kalbi ve mukaddes topraklarından birine kalleşçe saplanmış bir hançerdir. Bu hançer, yazıktır ki Müslümanların ve bilhassa Arapların başındaki hâin yöneticilerin bazen gizli, bazen açık desteği ve korkakça göz yumması ile varlık bulmuş ve bugüne kadar varlığını sürdürebilmiştir. Böylesi necis bir varlığın Müslümanların toprakları üzerinde çöreklenmesine, Müslümanların kaynakları ile beslenmesine ve Müslümanların hâin yöneticileri tarafından desteklenmesine susmak, rızâ göstermek ve hele "barış" adı altında hoşgörü ile kabullenmek, İslâm nazarında büyük bir cürümdür. Amerikan Başkanı'nın Yahudilere, "Siz 7 milyon değil 307 milyonsunuz, çünkü arkanızda 300 milyonluk Amerikan halkı var" sözüne, "Ey Filistin! Siz 3-4 milyon değil, 1,5 milyarsınız, çünkü arkanızda İslâmî Ümmet var" diyerek meydan okuyup Yahudi varlığını kökünden söküp atacak Râşidî Hilâfet Devleti kurulmadıkça Ümmet bu hâin yöneticilerden asla kurtulamayacaktır.

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER