- |
- İlk yorumlayan ol!
- yazı boyutu yazı boyutunu küçült Yazı boyutu büyüt
بسم الله الرحمن الرحيم
Hilafet Yokken Hep Mahzun ve Mazlum Olduk
Cahiliye döneminde Mekke’de yaşanan zamanlar gibi, karanlık dönemleri yaşıyoruz. Öyle bir karanlık ki ahlaksızlığın zirve yaptığı, güçlünün zayıfı ezdiği, zalimin haklı ve imtiyazlı göründüğü dönemler. Aynen Mekke’de yaşanan İslam öncesi dönemler gibi. Zulmün sıradanlaştığı, insanların Allah’tan başka Rabler edindiği kapkaranlık bir dönem.
Ancak nasıl ki karanlığın hakimiyeti gün doğana kadarsa, fitne ve zulümlerin varlığı da Hakkın ortaya çıkmasına kadardır. İşte böylece Vahyin gelmesi ile birlikte karanlığı yok edecek ilk nur Hira’ya düştüğünde, Mekke’de şafak sökmeye, karanlık dağılmaya ve gün ağarmaya başladı. Lakin karanlığa alışmış beyinler, her zaman nurun ve aydınlığın düşmanı olurlar. Mekke’de de aynen böyle oldu. Zira cahiliyenin karanlığında kurdukları fesat düzeni ile insanlara tahakküm etmeye alışanlar, düzenlerinin bozulmasına ve iktidarlarının ellerinden gitmesine müsaade edemezlerdi.
Bu sebeple İslam’ı Mekke’de hâkim kılmaya çalışan Allah’ın Rasulü ve onun ashabına her türlü zulmü reva gördüler. Meseleyi ölüm kalım mesabesinde gören Mekke’nin müşrikleri bütün imkanları ile Müslümanlara saldırdılar.
Ancak Nurun sahibi olan Allah Subhânehu ve Teala, gönderdiği bu nurun karanlığı ortadan kaldırıp, yeryüzünü aydınlatması hakkında hükmünü vermişti. Karanlığa alışmış bu zümrenin, nuru gizlemesine müsaade eder miydi? Kendi Dinine yardım edenleri yardımsız bırakır mıydı? Tabi ki hayır!
Ve böyle de oldu. Mekke zulmün merkezi haline gelip, küfür üzerine donup kalınca, Allah Subhânehu ve Teala Medine’nin kapısını açtı. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yanlarına giderek nusret talep ettiği birçok kabile efendimizi geri çevirmişken, Medine’den kendi ayakları ile Ensar’ın öncüleri geldi. Bu görüşmeler, özelde Müslümanların genelde ise insanlığın tarihini değiştirecek bir hareketin başlangıcıydı. Böylece şanlı Hicret yolculuğu başladı ve Müslümanlar, Allah Rasulünün liderliğinde Medine’de İslam’ı hayata hâkim kıldıkları ilk İslam Devleti’ni kurdular.
İslam, bu devlet ile birlikte hayatta tatbik imkanına kavuşunca, hızlı bir şekilde beldeler İslam’ın nuruyla aydınlanmaya ve halklar, topluluklar halinde İslam ile şereflenmeye başladı. Bu durum Allah Rasulünün hayatı boyunca devam ettiği gibi, onun vefatı ile birlikte ona halef olan Raşid Halifelerin yönetimi altında da bu şekilde devam etti.
Raşid Halifeler Allah Rasulünden aldıkları yönetim sırlarını öyle bir tatbik ettiler ki, çok kısa bir zaman zarfında İslam’ın adaleti, izzeti, merhameti ve kudreti kıtalara yayılmaya başladı. Yüzyıllardır zulme uğramış halklar için bir umut ve kurtuluş oldu. Allah’tan başka hiçbir şeyin önünde eğilmeyen, sadece Allah’tan korkan, mükafatı sadece ondan bekleyen ve dünyadan ziyade Ahireti arzulayan orduların önünde hiçbir güç duramıyor, karşılarına çıkan ordular darmadağın oluyordu. Halifelerin yönetim ve İslam’ı tatbik noktasında gösterdikleri dirayet sayesinde, Allah Rasulünün mesajı o kadar hızlı yayılıyordu ki, davet ve Cihad yolu ile İslam’a dahil olan yeni bir beldenin İslam topraklarına katılmadığı neredeyse bir gün dahi geçmiyordu.
Yeryüzünde Din yalnızca Allah’ın oluncaya kadar mücadele şiarı, hem durmadan, yorulmadan ve korkusuzca düşmanlarla mücadele etmeyi mümkün kılıyor hem de İslam’ın verdiği siyasi basiret sayesinde düşmanların tüm hile ve tuzakları boşa çıkarılıyordu. Bu esasların devleti idare eden Halifeler tarafından ne derece iyi kavrandığını, bizler bugün daha iyi anlıyor ve görüyoruz. Asırlarca dünyaya nizam veren Hilafet Devleti küfrün korkulu rüyası olurken aynı zamanda onların zulümlerinin önündeki kale gibiydi. Ve bu güç ortadan kalkmadığı müddetçe hiçbir küfür düzeni rahat yüzü görmeyecekti. İşte onlar bu hakikatin farkındaydılar. Bu sebeple asırlarca en alçak metotlarla saldırdılar. Ta ki, Hicri 1 /Miladi 622 yılında kurulan Hilafet devletini, Hicri 1342 / Miladi 3 Mart 1924’de devşirdikleri zevatların elleriyle yıkıncaya kadar.
Nasıl ki İslam Devletinin kuruluşu ile, Müslümanların kanları, canları ve malları mukaddes kılınıp şerefleri yükseldi ise, yıkılışı ile de izzetlerini ve heybetlerini kaybettiler. İslam Ümmeti daha dün tüm insanlık için bir güven ve eman kaynağı iken, bugün kendini korumaktan dahi aciz konuma düştü. Dün Müslüman kadınların örtüsüne namerdin eli uzanmasın ve başları açılmasın diye cihad ederken, bugün özgürlükler adı altında kadının açılıp saçılmasını savunma acizliğine düştü.
Tabi ki Hilafetin yıkılışı ile birlikte ilk ve en büyük kaybımız, İslam’ın hayatta tatbikini yitirmemizdi. Öyle ki bu durum tüm bela ve musibetlerin kapılarını ardına kadar açtı. Müslümanlar kendilerini koruyacak devletten mahrum kalınca, her türlü küfür ideolojilerinin hegemonyası altına girdiler. Toprakları kafirlerin postallarıyla kirlendi. Namusları ayaklar altına alındı. İslam’ın sancağı dahi dalgalandığı topraklarda yasak edildi. İslam’ın hakimiyeti için çalışmak suç sayıldı. Toplum, derin bir ahlaksızlığa itildi. Aile, nesil her gün yeni saldırılara maruz kaldı. Ümmetin evlatlarının başında bombalar yağmur gibi yağmaya, ölümler, yıkımlar sıradan olaylar haline gelmeye ve her türlü zulüm ve fitne yeryüzünü kuşatmaya başladı.
Artık Müslümanların hayatına İslam değil, Batıl ideolojiler ve düşük fikirler yön vermeye başladı. Batı taklitçiliği ve değerlerimizden utanma ilk olarak aydınlarımızı ve kanaat önderlerimizi, ardından nesillerimizi kuşattı. Artık Alimlerimiz bile hakkı söylemekten, modernite ile çelişmekten kaçınır oldu. Siyasiler, siyasi ve ekonomik hiçbir kararı İslami hükümlere ve Müslümanların değerlerine uygun ve kendi inisiyatifleri ile alamaz oldu. Batının kararlarını taklit ve tatbik etmek ile övünür oldular.
İlk zamanlarda Batılıların kutsallarımıza ve değerlerimize saldırılarına ses çıkarmazken, zaman geçtikçe kendi kutsallarımıza kendimiz saldırır olduk. Değerlerine düşman olarak yetiştirilen nesiller Müslümanların bağrına ok gibi saplandı. Haramları yasal kılan küfür nizamları tüm ölçülerimizi ve kırmızı çizgilerimizi dağıttı. Dindar ve imanlı nesil diye yola çıkanlar, sapkın ve arsız şeytanların avukatlığına soyundu.
Hilafet ile tüm dünyaya düzen verirken, bugün kokuşmuş Batı hadaratından çıkan düzenlerin ve fikirlerin savunucuna döndük. İlim, teknik ve icatta örnek alınan bir ümmet iken, şimdi geri kalmışlığın sembolü haline geldik.
Sonuç olarak kendimize ait hiçbir değerimiz, ilkemiz, örnekliğimiz ve kırmızı çizgimiz kalmadı. Hayatın tüm eğriliklerini doğrultan İslam bugün hayatta olmadığı için, doğru giden hiçbir işimiz, eğrilmeyen hiçbir başımız kalmadı. Zulüm ve mazlumiyet her tarafı kuşattı. Hilafetsiz bir asır, sadece mahzun ve mazlum bir ümmetin asrı oldu. Ve Hilafet yeniden kurulana kadar da bu mahzunluk bitmeyecektir.
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Ahmet SAPA
#أقيموا_الخلافة
#ReturnTheKhilafah
#YenidenHilafet
#خلافت_کو_قائم_کرو