Sorular-Cevaplar
- |
- İlk yorumlayan ol!
- yazı boyutu yazı boyutunu küçült Yazı boyutu büyüt
بسم الله الرحمن الرحيم
Soru-1:
İdeal Ekonomi Politikası kitabının [Arapça metninin] 105. sayfasının beşinci satırında şu metin geçmektedir: Dâr-ul Harp açısından olana gelince; İster Müslüman isterse de gayrimüslim olsun İslam tabiiyetini taşımayan herkes yabancı olup Müslümanın kanının ve malının haram olması dışında bunlarla hükmen harbî muamelesiyle muamele edilir. Mal ve diğer hükümlerle ilgili hükümlere gelince; bu kişiye, gayrimüslimle eşit olarak muamele edilir. Dolayısıyla nafaka hakkına sahip değildir, devletin rayesinden birine miras bırakamaz ve varis de olamaz.
Soru şudur: Dâr, öldürme, kölelik ve din farkı gibi mirasın engellerinden (manilerinden) midir? O halde farz edelim ki Müslüman bir adam Dâr-ul Küfür de yaşıyor ve onun babası da Dâr-ul İslam da yaşıyor ve babası da vefat etti. Peki bu kişinin babasına varis olamayacağının delili nedir? Yani Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in; إن الله أعطى كل ذي حق حقه "Allah, her hak sahibinin hakkını vermiştir" kavline binaen bu malı hak ediyor mu yoksa hak etmiyor mu?
Cevap-1:
[المانع] Mani, yani engel: Bulunmasından ötürü (hükmün) yokluğu (yada sebebin batıllığı) gereken şeydir...
Mirasın engellerinin; kölelik, öldürme ve din farkı gibi üç olduğu üzerinde dört mezhebin ittifak etmelerinin yanı sıra ridde [dinden dönme] ve dârların farklı olması gibi diğer hususlarda ihtilaf etmişlerdir... Tüm bunların ise birtakım detayları vardır...
Biz ise dârın farklı olmasını mirasın bir engeli olarak kabul ediyoruz. Yani Dâr-ul Küfürde yaşayan bir kimse Dâr-ul İslam'da yaşayan, bir başka ifadeyle aslî mukim olan, yani bir maksat için giden ve sonra geri dönen kimse değil şu anki deyimiyle vatandaş olan bir kimseye varis olamaz... Bugün, Irak ve Suriye gibi Dâr-ul İslam olmayan iki Müslüman ülke arasında bir fark yoktur... Çünkü Müslüman ülkelerde asıl olan tek bir dârın olmasıdır. Dolayısıyla böylesi durumlarda miras engellenmez.
Mirası engelleyen dârın farklı olmasına gelince; bu, ortada Dâr-ul İslam ile Dâr-ul Küfrün olması durumunda geçerlidir. Zira bir Müslüman Dâr-ul Harp'tan Dâr-ul İslam'a hicret etmeyip bilakis Dâr-ul Harp'ta "vatandaş" olarak kalmışsa işte bu durum, mirası engelleyen iki dârın farklı olmasıdır. Çünkü Allahuteala, hicret edenle hicret etmeyen arasındaki velayeti engellemiştir. Zira O, şöyle buyurmuştur: وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يُهَاجِرُواْ مَا لَكُم مِّن وَلاَيَتِهِم مِّن شَيْءٍ حَتَّى يُهَاجِرُواْ "İman edipte hicret etmeyenlere ise hicret edinceye kadar size onların velayetinden [mirasından] hiçbir şey yoktur." [Enfal 72] Dolayısıyla Dâr-ul İslam olduğu halde oraya hicret etmeyerek Dâr-ul Harp'ta ikamet eden dahası muharip devletin tabiiyetini taşımaya devam eden kimsenin üzerine hüküm intibak etmektedir. Yani Dâr-ul İslam'a hicret etmeyerek Dâr-ul Harp'ta kalmaya devam etmekle mirastan engellenmiş olmaktadır. Ancak Şahsiyye'nin ikinci bölümdeki "Dâr-ul Küfür'den Dâr-ul İslam'a Hicret" babında geçtiği ve özellikle de; "Dinini izhar etmeye ve talep edilen şeri hükümleri yerine getirmeye muktedir olmakla birlikte aynı zamanda ikamet ettiği Dâr-ul Küfrü Dâr-ul İslam'a dönüştürme gücüne sahip olan kimseye gelince; ister bu güce bizzat kendisi ister kendi beldesindeki Müslümanlarla kitleleşmesi ister kendi ülkesi dışındaki Müslümanlarla yardımlaşması ister İslam Devleti ile yardımlaşması isterse herhangi meşru bir vesile sayesinde sahip olsun bu kimsenin bu durumda Dâr-ul Küfür'den Dâr-ul İslam'a hicret etmesi haramdır. Zira Dâr-ul Küfür'ü Dâr-ul İslam'a dönüştürmek için çalışması vaciptir ve bu durumda hicret etmesi haramdır" şeklinde varit olduğu üzere Dâr-ul Harp'ta şeri olan bir sebepten dolayı kalmaya devam ediyorsa, bu ve benzeri kimselerin kalmaları şeri olan bir durum olup... mirasa etki etmez.
Mukaddime'nin ikinci bölümünün 189. maddesinde geçen hususlarda aynı şekildedir. Dolayısıyla mukaddimenin bu babında geçen bazı hususları sizlere aktaracağım:
(... Binaenaleyh Dâr-ul İslam varken hicret etmesi vacip olan bir kimsenin Dâr-ul Küfür'de ikamet etmesi haramdır. Bunun da ötesinde bir Müslümanın Dâr-ul Küfür'de ikamet etmesi onu Dâr-ul Küfür halkından kılar. Dolayısıyla gerek İslam Devleti ile ilişkiler gerekse diğer fertlerle ilişkileri bakımından ona Dâr-ul Küfür hükümleri tatbik edilir. Dolayısıyla da ona had uygulanmaz, ondan zekat alınmaz, Dâr-ul İslam'da olan bir kimseye varis olamaz ve Dâr-ul İslam'da olan kimselerin nafakası ona düşmez. Çünkü Dâr-ul Küfür halkına şeri hükümler tatbik edilmez. Müslümanların lehine olanlar onların lehine olmadığı gibi Müslümanların aleyhine olanlar da onların aleyhine değildir. Dolayısıyla hükümler onları kapsamaz. Bunun delili şudur ki Müslümanlar, Dâr-ul Küfür'de olanların sadece Müslüman olmalarını değil aynı zamanda İslam'ın otoritesinin altına girmelerini de talep ediyorlardı. Zira Süleyman İbn-u Burayde'nin, babasından şöyle dediği rivayet edilmiştir: كَانَ رَسُولُ اللَّهِ إِذَا أَمَّرَ أَمِيرًا عَلَى جَيْشٍ أَوْ سَرِيَّةٍ أَوْصَاهُ فِي خَاصَّتِهِ بِتَقْوَى اللَّهِ وَمَنْ مَعَهُ مِنْ الْمُسْلِمِينَ خَيْرًا، ثُمَّ قَالَ: اغْزُوا بِاسْمِ اللَّهِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ، قَاتِلُوا مَنْ كَفَرَ بِاللَّهِ، اغْزُوا وَلا تَغُلُّوا وَلا تَغْدِرُوا وَلا تَمْثُلُوا وَلا تَقْتُلُوا وَلِيدًا، وَإِذَا لَقِيتَ عَدُوَّكَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ فَادْعُهُمْ إِلَى ثَلاثِ خِصَالٍ أَوْ خِلالٍ، فَأَيَّتُهُنَّ مَا أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ، ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى الإِسْلاَمِ، فَإِنْ أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ، ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إِلَى دَارِ الْمُهَاجِرِينَ، وَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ، فَإِنْ أَبَوْا أَنْ يَتَحَوَّلُوا مِنْهَا فَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ يَكُونُونَ كَأَعْرَابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِي عَلَيْهِمْ حُكْمُ اللَّهِ الَّذِي يَجْرِي عَلَى الْمُؤْمِنِينَ، وَلا يَكُونُ لَهُمْ فِي الْغَنِيمَةِ وَالْفَيْءِ شَيْءٌ إِلاَّ أَنْ يُجَاهِدُوا مَعَ الْمُسْلِمِينَ "Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] bir orduya yahut bir seriyyeye emîr tayin ettiği zaman, hassaten ona Allah'a karşı takvalı olmasını ve beraberindeki Müslümanlara da hayır tavsiye eder, sonra şöyle derdi: "Allah'ın adıyla, Allah yolunda gazveye çıkın. Allah'ı inkar edenler ile savaşın! Gazveye çıkın, ama haddi aşmayın, gadr (haksızlık) etmeyin, müsle (hakaret için cesetler üzerinde tahribat) yapmayın, çocukları öldürmeyin! Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman, onları üç haslete yahut sıfata davet et. Eğer sana icabet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlara dokunma! Önce İslam'a davet et, eğer sana icabet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlara dokunma! Sonra kendi dârlarından (beldelerinden) Dâr-ul Muhacirun'a (Dâr-ul İslam'a) ayrılmaya (hicrete) davet et ve onlara haber ver ki bunu yapmaları halinde Muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, Muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur. Eğer ondan (beldelerinden) ayrılmayı reddederlerse, onlara haber ver ki Müslüman Arabiler (bedevîler) gibi olurlar; müminler üzerine icra edilen Allah'ın hükmü onların da üzerine icra edilir, ama onların ganimette [savaş yoluyla düşmandan alınan mal] ve feyde [savaş olmadan düşmandan alınan mal] hiçbir hakkı olmaz, Müslümanlar ile birlikte cihat etmeleri müstesna." [Muslim rivayet etti] Yine Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur: ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إِلَى دَارِ الْمُهَاجِرِينَ، وَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ "Sonra kendi dârlarından (beldelerinden) Dâr-ul Muhacirun'a (Dâr-ul İslam'a) ayrılmaya (hicrete) davet et ve onlara haber ver ki bunu yapmaları halinde Muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, Muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur." [Muslim rivayet etti] Dolayısıyla bu, bizim lehimize ve aleyhimize olanların onlara da olması, yani hükümlerin onları da kapsaması için ayrılmayı (hicret etmeyi) şart koşan bir nasstır...]
Dârın farklı olması, açıkladığımız şekilde mirası engellemektedir.
H. 23 Şaban 1432
M. 24.07.2011
Soru-2:
Esselemu Aleykum Verahmetullahi Vebarakatuh...
Ben Finlandiya'da yaşayan şebabtan birisiyim. Bizim buradaki iftar vakitleri hususunda sormak istiyorum. Zira güneş kaybolsa da burada, "gece karanlığı" oluşmamakta ve günbatımının uzak olmasından dolayı da alacakaranlık gibi kalmaya devam etmektedir. Benim Finlandiya'nın Kuzeyi'ndeki uzak bir bölgede, yani başkent Helsinki'ye 800 km. uzak olan bir bölgede yaşadığım ve burada Müslümanlardan çok az bir gurubun olduğu da bilinmelidir.
O halde ("gün batımının" akşam yaklaşık 11 sularında olduğu dikkate alındığında) günbatımı vaktinin az çok bilinmesiyle birlikte fecir anındaki imsak vakitlerini nasıl taktir edeceğiz? Fecre gelince; bilinen manadaki "gecenin" olmaması dikkate alındığında onun vaktini belirlemek çok zordur. Peki o zaman bizim, ramazan orucunu başka bir zamanda tutmamız sahih olur mu? İmsak [fecir] için belirlenmiş olan zamanın bulunmaması, [حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ "Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar... [Bakara 187] ayetine göre] orucun sıhhatini etkiler mi? Yoksa benin başkent Helsinki'deki cami vakitlerini mi takip etmem gerekir?
Cevap-2:
Vakitler, namaz ile orucun sebepleridirler. Dolayısıyla hükmün varlığı sebebin varlığına bağlıdır. Dolayısıyla da sebebin ortadan kalkması hükmü de ortadan kaldırır. Bunun içindir ki usulde sebep için şöyle denilir: "Istılahta sebep; hükmün teşrii için değil hükmün varlığı için belirleyici olmak üzere semi delilin delâlet ettiği tüm açıkça belirlenmiş olan sıfattır." Yani sebepler, teklif eden tarafından gelen hükmün varlığını mükellefe bildirmek için Şâri'nin koyduğu işaretlerdir. Dolayısıyla sebep, varlığı hükmün varlığına yokluğu da hükmün yokluğuna terettüp etmektedir.
Binaenaleyh fecir [sabah] yada öğle namazı bakımından kendi bölgen dışındaki başka bir bölgenin vakitlerine göre oruç tutman yada namaz kılman caiz değildir... Ramazandaki imsak vakti ve iftar vakti açısından olana gelince; başkentin 800 km. uzağında, yani Finlandiya'nın Kuzey bölgesinde oturduğun halde başkent Helsinki'deki caminin vakitlerine göre oruç tutman caiz değildir.
Kerim kardeşim, görünen o ki sizin için sorun olan, iftar ve imsak bakımından günbatımı ve fecirdir. Bu mesele aşağıdaki şekildedir:
Günbatımı bilinmektedir. Dolayısıyla oruçlu, şafak (alacakaranlık) hali kalmaya devam etse de günbatımında orucunu açar. Çünkü güneşin batmasıyla, akşam ezanı olmaktadır. Zira Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in Müslim'de geçen bir hadisinde; adamın biri ona gelerek namazın vakitlerinden sorunca Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur: ... ثمَّ أَمَرَهُ فَأَقَامَ بِالْمَغْرِبِ حِينَ وَقَعَتِ الشَّمْسُ "Sonra ona, güneş battığında akşam [namazını] kılmasını emretti..." Başka bir rivayette; ثُمَّ أَمَرَهُ بِالْمَغْرِبِ حِينَ وَجَبَتِ الشَّمْسُ... "Sonra ona, güneş mecbur kaldığında akşam [namazını] emretti..." Yani [güneş] battığında demektir. İşte bu vakit, iftar vaktidir. Yani şafağın kaybolduğu vakit değildir. Zira şafağın kaybolduğu vakit, yatsı namazının vaktidir. Müslim'de geçen mezkur hadiste olduğu gibi; ثُمَّ أَمَرَهُ فَأَقَامَ الْعِشَاءَ حِينَ غَابَ الشَّفَقُ... "Sonra ona, şafak kaybolunca yatsı [namazına] kılmasını emretti..." Başka bir rivayette ise; ثُمَّ أَمَرَهُ بِالْعِشَاءِ حِينَ وَقَعَ الشَّفَقُ... "Sonra ona, şafak düştüğünde yatsı [namazını] emretti..." Yani [şafak] kaybolduğunda demektir. Bunun içindir ki günbatımından sonraki şafağın varlığı iftara etki etmez. Nitekim bazı fakihlere göre şafak, güneş battıktan sonraki kızıllıktır. Diğer bazı fakihlere göre ise şafak, güneş battıktan sonra kızıllığın akabinde oluşan beyazlıktır. Dolayısıyla yatsı namazı için şafağın kaybolması demek bu kayboluştan sonraki kızıllığın yok olması yada kızıllıktan sonraki gündüz beyazlığının kaybolması demektir. İbn-ul Esir şöyle demiştir: (Şafak; güneş battıktan sonra akşam görülen kızıllığın üzerinde bulunan zıtlıklardır. Şâfi de bunu almıştır. Ve mezkur kızıllığın ardından batı ufkunda geriye kalan beyazlıktır. Ebu Hanife de bunu almıştır.)
İmsak için gerekli olan fecre gelince; bu, fecir yada namaz ezanıdır. Mezkur Müslim'in hadisinde şöyle geçmektedir: فَأَقَامَ الْفَجْرَ حِينَ انْشَقَّ الْفَجْرُ... "Fecir doğduğunda fecir [sabah namazını] kıldırdı." Başka bir rivayette: فَأَمَرَ بِلالا فَأَذَّنَ بِغَلَسٍ، فَصَلَّى الصُّبْحَ حِينَ طَلَعَ الْفَجْرُ... "Bilal'a emretti. O da galas vakti ezanı okudu, Fecir doğduğu zamanda sabah namazını kıldırdı..." Tirmizi'nin hadisinde Cibril Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'e imam olduğunda şöyle varit olmuştur: ثُمَّ صَلَّى الفَجْرَ حِينَ بَرَقَ الفَجْرُ، وَحَرُمَ الطَّعَامُ عَلَى الصَّائِمِ... "Sonra fecir doğduğunda fecir namazını kıldırdı ve oruçluya da yemeyi haram kıldı..." [بغلس] "Galas'ın" manası hakkında İbn-u Esir şöyle demiştir: El-Galas: Gündüz ışığıyla karıştığındaki gece karanlığıdır.
Buradaki fecir, fecri sadıktır. Yani gece karanlığının beyaz yönünde değişmesidir. Hatta sizde olduğu gibi bir parça gece karanlığı olsa bile. Dolayısıyla karanlık beyaza doğru değiştiğinde ufukta yatay yayılır. İşte bu, fecri sadıktır. O zaman imsak et ve namazını kıl. Ancak bu, gece karanlığının beyaza doğru değiştiği yalancı fecirden farklıdır. Çünkü o, ufukta yayılmaz bilakis gökyüzüne dikey olarak yükselir. Bu durumda fecir namazı caiz değildir. Çünkü bu gecedir. Dolayısıyla yiyip içebilirsin... Yani bu durumda imsak etmen şart değildir.
Fecri sadık anında gece karanlığına karışan beyazlık, her şeyi gördüğün anlamına gelmez. Bilakis sen, Doğu ufkunu gözetleyerek, "kısmî" karanlığın dağılmaya, yani daha öncekinin aksine ufukta sağa sola yayılır hale geldiğinin görülmeye başladığını göreceksin.
İbn-u Hacer, İbn-u Hacer'in Fethul Bâri'sinde Müslim'in hadisini şerh ederken şöyle demiştir: Abdullah İbn-u Mesut, Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Selem]'in şöyle buyurduğu rivayet etmiştir:
لاَ يَمْنَعَنَّ أَحَدَكُمْ - أَوْ أَحَدًا مِنْكُمْ - أَذَانُ بِلاَلٍ مِنْ سَحُورِهِ، فَإِنَّهُ يُؤَذِّنُ - أَوْ يُنَادِي بِلَيْلٍ - لِيَرْجِعَ قَائِمَكُمْ، وَلِيُنَبِّهَ نَائِمَكُمْ، وَلَيْسَ أَنْ يَقُولَ الفَجْرُ - أَوِ الصُّبْحُ -» وَقَالَ بِأَصَابِعِهِ وَرَفَعَهَا إِلَى فَوْقُ وَطَأْطَأَ إِلَى أَسْفَلُ حَتَّى يَقُولَ هَكَذَا وَقَالَ زُهَيْرٌ: «بِسَبَّابَتَيْهِ إِحْدَاهُمَا فَوْقَ الأُخْرَى، ثُمَّ مَدَّهَا عَنْ يَمِينِهِ وَشِمَالِهِ "Hiç birinizi, yada sizden hiç kimseyi Bilal'ın ezanı sahur yemeğinden alıkoymasın; çünkü o, ibadetle kaim olanınızı uyarmak ve uyuyanınızı da uyandırmak için geceleyin ezan okuyor veya nida ediyor. Yoksa fecir yada sabah oldu demek için değil derken parmaklarını yukarı doğru kaldırarak baş aşağı dikti." Zuheyr dedi ki: "Sonra da şehadet ve orta parmaklarını bir biri üzerine koyarak sağa sola uzattı." İbn-u Hacer şöyle demiştir: [... Sabah, genellikle uykudan sonra gelir ve sabah vakti girmeden önce hazırlanmaları ve ilk vaktin faziletini idrak etmeleri için insanları uyandırmak isteyen kimsenin kalkmasına da uygun düşer. Allah daha iyisini bilir. Aynı şekilde şu sözü: وَقَالَ بِأَصَابِعِهِ وَرَفَعَهَا "Parmaklarını yukarı kaldırarak" Yani işaret ederek... Ve şu sözü: إِلَى فَوْقُ "İlâ Favgu" damme şeklinde gelmiştir. Hakeza أَسْفَلُ "Esfelu" kelimesi de damme şeklinde gelmiştir... Sanki o, parmaklarını bir araya getirip sonra da fecri sadıkın sıfatını anlatmak için birbirinden ayırmaktadır.] Çünkü fecri sadık, yatay olarak doğmakta ardından da sağa sola giderek ufka doğru yayılmaktadır. Fecri kâzib (yalancı fecir) ise bundan farklıdır. Zira Araplar onu, kurt kuyruğu olarak isimlendirmektedirler. Dolayısıyla fecri kâzib, gökyüzünün en üst kısmında ortaya çıkar ardın da alçalır. Buna ise رَفَعَ وَطَأْطَأَ رَأْسَهُ "yukarı doğru kaldırarak baş aşağı dikti." Sözleri işaret etmektedir...] (ومعترضا) "Mu'taridan": Yani yatay olarak demektir.
Velhasıl: Sizin orada güvenilir bir imsakiye bulunmamaktadır. O halde aşağıdaki şekilde yapınız:
- Güneş battığı zaman iftarını yap...
- Ufkî [yatay] beyazlık, sizin orada gece ortaya çıktığını söylediğin "kısmî" karanlık halinden daha fazlaysa, yani doğu tarafındaki ufkî beyazlığın sağ ve sol yönünde dikkat çekici bir değişiklik görürsen bu, fecri sadıktır. Dolayısıyla imsak yapabilir ve sabah namazını kılabilirsin...
- Bu hususta mümkün olduğunca içtihat et, tüm cehdini kullan, yanındaki kardeşlerinle yardımlaş, onlarla istişarede bulun ve buna göre de iftarını açıp imsakiyeni yap. İmsak ve iftar vaktinde de nefsini alçalt. Zira Allah, Gafur'dur ve Rahim'dir. وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ "Allah, dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır." [el-Hac 78] Beyhâki, Sünen-i el-Kübrâ'da tahriç ettiğine göre Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Selem], şöyle buyurmuştur: إِنَّ هَذَا الدِّينَ مَتِينٌ، فَأَوْغِلْ فِيهِ بِرِفْقٍ "Şüphesiz bu din metîndir. O halde onda yumuşaklıkla davranın."
Allah, bizim, sizin ve bütün Müslümanların orucunu ve namazını kabul etsin ve Allah seninle beraber olsun.
H. 10 Ramazan 1432
M. 10.08.2011
Soru-3:
Anayasa Mukaddimesi kitabının ikinci bölümünün 20. sayfasının 26. satırında aşağıdaki şekilde geçmektedir:
Fakat kafir bir kimse, haracî bir araziye sahip olursa ona harac düşer, öşrî bir araziye sahip olursa ona öşür değil harac düşer. Çünkü araziyi işlevinden yoksun bırakmak doğru olmaz ve kafir de öşür ehlinden olmadığından dolayı harac belirlenir." Yine aynı fikir, Maliye kitabının 48. sayfasında başka ifadelerle geçmektedir ki oda şöyledir: "Çünkü ister öşür isterse harac olsun araziyi işlevinden yoksun bırakmak doğru olmaz."
Soru şudur: "Çünkü ister öşür isterse harac olsun araziyi işlevinden yoksun bırakmak doğru olmaz." Şeklindeki bu ibare, öşrî bir araziye sahip olan kafire haracın farz olduğuyla ilgili hükmün talili olarak gelmiştir. Ancak bu illete nasıl delil getirildiği açıklanmamıştır. Dolayısıyla illetin şeri olması gerektiği için ya sarahatan ya delaleten ya insitinbaten yada kıyasen şeri naslarda varit olması gerekmektedir. Bu illetin delili nedir?
Bu illet sabit olsa bile başka bir soru daha varit olmaktadır ki oda şudur; öşrün, sadece Müslümana farz olan bir zekat olup zekatı alınan malları açıklayan hükümleri biliyoruz. Yine bir Müslümanın sahip olduğu öşrî arazinin, salatalık, şeftali, zeytin ve benzerleri gibi zekatı farz olmayan ürün türlerinin ekilmesi halinde ise bunların hem öşrünün hem de haracının verilmediğini de biliyoruz. Ancak bu durumda arazi işlevinden yoksun bırakılmaktadır. O halde salatalık ve zeytinin zekat sınıflarından olmadığını ve arazinin işlevinden yoksun bırakmanın doğru olmamasından dolayı da harac ödenmesi gerektiğini söyleyebilir miyiz?
Cevap-3:
Birincisi: "Çünkü ister öşür isterse harac olsun araziyi işlevinden yoksun bırakmak doğru olmaz" ibaresi talîl için değil ancak bu, şeri delillere göre tarım arazilerin vakıasının açıklanmasıdır. Tarım arazilerinin hükümlerinin delilleri de araziyi ya öşür yada harac olarak belirlemektedir.
Bunun keyfiyetine gelince; İşte size açıklaması:
Şeriatta varit olan tarım arazilerin hükümlerinin delilleri:
1- Tüm arazilere ait genel delillerdir. Buda Müslümana, ya öşür zekatını yada öşrün yarısını vacip kılmaktadır... "Dolayısıyla nehir ve bulutlalar (yağmurlar) yoluyla sulanması halinde öşür, bir araçla sulanması halinde ise öşrün yarısı gerekmektedir." Ve benzerleri.
2- Fetihten sonra, araziler hususunda yeni bir sorun ortaya çıktığından genel naslardan çıkarılıp ona harac konulmuştur: قَضَى رَسُولُ اللهِ فِيمَنْ أَسْلَمَ مِنْ أَهْلِ الْبَحْرَيْنِ أَنَّهُ قَدْ أَحْرَزَ دَمَهُ وَمَالَهُ إِلاَّ أَرْضَهُ، فَإِنَّهَا فَيْءٌ لِلْمُسْلِمِينَ، لأَنَّهُمْ لَمْ يُسْلِمُوا وَهُمْ مُمْتَنِعُونَ "Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Bahreyn halkından Müslüman olanların arazileri dışında kanlarını ve mallarını koruduklarına hükmetti. Zira arazi Müslümanlara ait bir feydir. Çünkü onlar, güçlü durumdalar iken Müslüman olmadılar." Ömer [Radıyallahu Anh]'da Sevad arazisi hakkında şöyle hüküm vermiştir: "Halkıyla birlikte arazilerin ele geçirildiğini görürsem ona harac koyarım..." Ve benzerleri.
3- Bu nedenle üzerine harac belirlenen türün dışında Dâr-ul İslam'daki arazilerin tamamı için zekat vardır.
4- Dolayısıyla "Dâr-ul İslam'daki arazilerin tamamında Müslüman için zekat vardır" şeklindeki genel hüküm, genel olarak kalır. Başka bir nas ile "haraci arazi olarak" tahsis edilmedikçe de genellikten çıkmaz.
5- Tarım arazilerinin hükmü işte budur. Dolayısıyla haracî arazilere dair naslar olmasa bile varit olan şeri naslara göre Müslümanın sahip olduğu araziye zekatın gerektiği hükmü baki kalır.
6- Bu nedenle cümle, talil için değildir. Zira cümlenin mantuku, ne sarahatan nede delalaten talil için olduğuna delalet etmektedir. Dolayısıyla orada, ne sarahatan ne delaleten illet araçları zikredilmiştir... Aynı şekilde toprağın öşrî mi yoksa haracî mi olduğu arasındaki farkı açıklayan mefhumun vasfı da değildir. Zira arazi, arazidir. Yani o, camit bir lafızdır. Dolayısıyla işte öşrî olan bu arazi, yakında haracî arazi olabilir. Zira ister toprak isterse ziraat olsun ikisi arasında hiçbir fark yoktur...
Nitekim cümle, ne mantuk nede mefhum bakımından talil için değildir. Yani nasta talil araçları bulunmamaktadır. Ayrıca o, hükme bağlı mefhumun vasfı da değildir...
Velhasıl cümle, talil için değildir. Ancak o, ilgili hükümlerin delilleri bakımından arazinin vakıasının açıklanmasıdır...
İkincisi: Örneğin, "...Araziye, zekat sınıfından olmayan mahsuller ekildiğinde... arazi işlevinden yoksun bırakılmaktadır..." şeklindeki söz konusu sözünüze gelince;
Siz işlevi, olduğundan farklı anlamışsınız. Zira arazi, şeftali ektiğiniz zaman öşrî olmaktan çıkmaz ki... Zira birisi size, bu arazinin sınıfı nedir? Öşrî midir yokda haracî midir? Şeklinde sorduğunda siz, bu öşrî değildir mi diyeceksiniz? Bilakis kesinle şöyle diyeceksiniz: Bu arazinin sınıfı öşrî olup haracî değildir. Yani öşrî de değildir haracî de değildir demeyeceksiniz...
Ama size, bu mahsule zekat düşer mi diye sorulduğunda hayır diyeceksiniz.
Dolayısıyla meselenin iki yönü vardır:
Birincisi: Arazinin sınıfı ki o, öşrîdir
İkincisi: Mahsulünün zekatı ki ona, zekat yoktur.
H. 06. Şevval 1432
01.09.2011
Soru-4:
Menhac kitabının 53. sayfasında şöyle geçmektedir: "Şüphesiz İslam'a dönük bir kamuoyunun oluşması, İslam'ın ümmetin kurtuluş ümidi haline gelmesi, Hilafet konuşulmazken herkes tarafından konuşulmaya başlaması, Hilafet'in ikamesi ve Allah'ın inzal ettikleriyle yönetimin geri gelmesinin tüm Müslümanların umudu haline gelmesi Allah'ın bizlere ve insanlara bir fazlıdır."
Burada kamuoyundan bahsedilmiş ama genel uyanıklıktan bahsedilmemiştir. Bunun bir nedeni var mıdır? Yine metodun ikinci merhalesi tartışılırken kitabın 45. sayfasında şöyle geçmektedir: "Ümmet nezdinde genel bir uyanıklık oluşturmak ve onunla kaynaşmak için... ümmetin genelini, hizbin benimsediği İslam fikirleri ve hükümleriyle toplu olarak kültürlendirmek..." Yani genel bir uyanıklığı şart koşarken kamuoyundan bahsetmemektedir...?! Neden böyle bir farklılık vardır?
Sonra, "genel uyanıklığın" manası nedir? Mesela Hilafet'e dönük genel bir uyanıklık nasıl olacak?
Cevap-4:
Birçok yerde "kamuoyunun, genel uyaklıktan kaynaklandığından" bahsetmişizdir... Bazı zaman sadece "kamuoyu" yada sadece "genel uyanıklık" şeklinde söylediğimizde buda doğrudur. Çünkü talep edilen kamuoyu olup bu, genel uyanıklıktan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla ikisi de bir silsilenin içindedir. Dolayısıyla silsilenin bir parçasını zikredip diğer bir parçasını zikretmemek doğrudur.
وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ إِذَا أَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ "Sizi topraktan yaratması O'nun ayetlerindendir. Sonra siz, [her tarafa] yayılan bir beşer oldunuz." [Rum 20]
Ve Subhânehu şöyle buyurmuştur:
الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ "Yarattığı her şeyi güzel yapan ve insanı bir çamurdan yaratmaya başlayan O'dur." [Secde 7]
Ve Subhânehu şöyle buyurmuştur:
وَلَقَدْ خَلَقْنَا ٱلإِنسَانَ مِن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ "Andolsun biz insanı, [pişmiş] kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık." [Hicr 26]
Ve Subhânehu şöyle buyurmuştur:
خَلَقَ ٱلإِنسَانَ مِن صَلْصَالٍ كَٱلْفَخَّارِ "Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı." [Rahman 14]
Âyet-i Kerime'lerin, bazen toprağı bazen çamuru bazen kuru bir çamuru bazen de çamura benzeyen bir balçığı zikrettiği görülmektedir. "Salsal: Pişirilmemiş ama çamurlaşmış kuru bir çamurdur. Pişirildiğinde ise Fahhar, yani pişmiş çamur olmaktadır."
Dolayısıyla bunların hepsi, bir silsile halindedir: Toprak, sonra pişirilmemiş kuru çamur, sonra da pişirilmiş çamur gibi... Zira silsilenin herhangi bir parçasını zikretmek doğrudur.
Hakeza "kamuoyu, genel uyanıklıktan kaynaklanmaktadır" sözü de bir silsiledir. Dolayısıyla "kamuoyu, genel uyanıklıktan kaynaklanmaktadır" şeklinde birlikte söylenmesi de doğru olur veya "kamuoyu" yada "genel uyanıklık" şeklinde söylenmesi de doğru olur. Zira hepsi de doğrudur ve bir ihtilafta yoktur. Özellikle siyak ta açıktır.
Genel uyanıklığın manasına gelince:
([الوعي] "el-Vaî" uyanıklık, [وعي] "vaâ"'dan, yani anlamaktan gelmektedir. Sözlükte geçtiği üzere lügatte şöyledir: [وعي] "vaâ": [الوَعْيُ] "el-Va'yu": Kalbin bir şeyi hıfzetmesi demektir. Bir şeyi anladı ve konuşmayı güzel bir şekilde anladı demektir. [أَوْعاه] "evâhu": onu hıfzetti, anladı ve kabul etti demektir. Zira o, [واعٍ] "vâin", yani uyanık birisidir. Filan kişi filan kişiden daha anlayışlıdır. Yani hıfzetmekte ve anlamaktadır. Zira hadiste şöyle geçmektedir:
نَضَّر اللَّهُ امْرَأً سَمِعَ مَقالَتي فوَعاها، فَرُبَّ مُبَلِّغٍ أَوْعَى مِنْ سَامِعٍ "Benim sözümü dinleyip onu [başkalarına] anlatan kişinin Allah yüzünü nurlandırsın. [Bir söz] kendisine iletilen nice kimse vardır ki [onu ilk] duyandan daha iyi anlar.")
[العام] "genel":Bu idrakin kapsamlı olmasıdır. Meselede vurgulanan da budur.
Hilafet'e dönük genel bir uyanıklığın nasıl olacağına gelince; bu, Hilafet lafzının bir parçasıyla bilinmez. Bilakis aynı şekilde onda, bazı açık hükümler vardır ki bunlar farzdır. Mesela Halife'nin tek olması ve biatın rıza ve seçimle olması gibi... Ayrıca Halife'nin, iç ve dış işlerinin gözetilmesi gibi bazı bariz yetkileri bilindiğinde.. buna, "bazısı" deriz. Çünkü genel uyanıklık, tüm detayların bilinmesi anlamına gelmez bilakis genel olması yeterlidir ki; böylece insan, Hilafet'e dair genel bir uyanıklığa sahip olmuş olsun... Dolayısıyla diğer hususlar da böyledir.
H. 22. Şevval 1432
M. 20.09.2011
Soru-5:
Kitaplarımızda: insanın temel ihtiyaçlarının, yemek, giymek ve mesken gibi üç olduğu geçmektedir. O halde aşağıda geçenler dikkate alındığında aynı şekilde tedavinin de insanın temel ihtiyaçlarından olduğunu söylememiz caiz olur mu?:
Bazı tehlikeli hastalıklar vardır ki tedavi edilmediği zaman bu, bedene büyük bir zarar verebilmektedir. Bu ise şu zarar kaidesine göre caiz değildir: لا ضرر ولا ضرار "Zarar vermekte yoktur. Zarar görmekte yoktur..."
Soru şudur: Hastalığın, ağır ve hafif olmak üzere iki çeşit olduğunu söylememiz caiz olur mu? Soğuk algınlığı, burun akıntısı, baş ağrısı.... ve benzerleri gibi hafif hastalıkların tedavisi menduptur ve beyin ve kalp ameliyatı, grip, bacak kırılması... ve benzeri gibi ağır hastalıkların tedavisi farzdır gibi...?
Cevap-5:
1-Temel ihtiyaçlar iki çeşittir: "Yiyecek, giyecek ve mesken" gibi ferdin temel ihtiyaçları. "Tıp, güvenlik ve öğretim" gibi ümmetin temel ihtiyaçları. Bu, Mukaddime kitabının ikinci bölümünün 125. maddesinin şerhinde ayrıntılı olarak geçmektedir. Görünen o ki Mukaddime kitabının ikinci bölümünün ikinci baskısı daha henüz sizin dilinize tercüme edilmemiş. Ancak yine de aşağıda cevabı bulacaksınız...
Sonuçta ben size, onun metninde geçenleri aktaracağım:
[Ferdin temel ihtiyacının yiyecek, giyecek ve mesken olup bunların dışındakilerin fazlalık olduğunun delillerine gelince; Ahmed, Ahmed Şakir'in Osman İbn-u Affan [RadiyAllahu Anh] kanalıyla sahihlediği isnadla Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu tahric etmiştir: كُلُّ شَيْءٍ سِوَى ظِلِّ بَيْتٍ، وَجِلْفِ الْخُبْزِ، وَثَوْبٍ يُوَارِي عَوْرَتَهُ، وَالْمَاءِ، فَمَا فَضَلَ عَنْ هَذَا فَلَيْسَ لابْنِ آدَمَ فِيهِ حَقٌّ "Bir ev gölgesi, katıksız bir ekmek, avretini örteceği bir ev ve su dışındaki her şeyde ve bunun fazlasında Ademoğlunun hakkı yoktur." Bu hadis başka bir lafızla şöyle varit olmuştur: لَيْسَ لابْنِ آدَمَ حَقٌّ فِي سِوَى هَذِهِ الْخِصَالِ: بَيْتٌ يَسْكُنُهُ، وَثَوْبٌ يُوَارِي عَوْرَتَهُ، وَجِلْفُ الْخُبْزِ وَالْمَاءِ "Ademoğlunun şu şeyler dışında hakkı yoktur: İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su." [Tirmizi, tahric etti ve hasen sahih dedi] Hadisin iki lafzında zikredilen şeylerin yiyecek, giyecek ve mesken olduğuna delalet etmektedir: [ظِلُّ بَيْتٍ] "Bir ev gölgesi", [بَيْتٌ يَسْكُنُهُ] "İkamet edeceği bir ev", [َثَوْبٍ يُوَارِي عَوْرَتَهُ] "Avretini örteceği bir elbise" ve [َجِلْفُ الْخُبْزِ وَالْمَاءِ] "Katıksız bir ekmek ve su" kafidir ve bunda kifayet vardır. Hadiste geçen, [فَمَا فَضَلَ عَنْ هَذَا فَلَيْسَ لابْنِ آدَمَ فِيهِ حَقٌّ] "Bunun fazlasında Ademoğlunun bir hakkı yoktur" kavli, bu üç hacetin temel ihtiyaç olduğu hususunda gayet açıktır. Dolayısıyla bu iki hadis, temel ihtiyaçların yiyecek, giyecek ve mesken olduğu, bunlardan fazlasının temel olmadığı ve bunların doyurulmasıyla fertlerin temel ihtiyaçlarının doyurulmuş olacağı hakkında bir nasstır.
Ayrıca şeri deliller, sadece fertlerin fert fert temel ihtiyaçlarının giderilmesini zorunlu kılmakla kalmamış bilakis tebaa için güvenliğin, sağlığın ve eğitimin sağlanması gibi ümmetin temel ihtiyaçlarının giderilmesini de zorunlu kılmıştır:
Güvenliğe gelince; devletin temel görevlerindendir. Zira tebaanın güvenliğini ve emniyetini sağlamak devlete aittir. Hatta kendi güvenliğini sağlayamayan bir devlet varlığını kaybeder. Bunun içindir ki Dâr-ul İslam'da İslami Devlet'in kendi güvenliğini kendi kuvvetleriyle sağlamaya muktedir olması şarttır. Bundan dolayı Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Müslümanlara hicret edecekleri dârı haber verdiğinde ilk dile getirdiği şey güvenlik olmuştur. Zira İbn-u İshak'ın Sîret'inde rivayet ettiğine göre SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Mekke'de ashabına şöyle demiştir: إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ جَعَلَ لَكُمْ إِخْوَاناً وَدَاراً تَأْمَنُونَ بِهَا "Allah [Azze ve Celle] size kardeşler ve güvende olacağınız bir dâr verdi." Yine Ahmed'in sahih isnadla Enes'ten rivayet ettiğine göre Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] ve arkadaşı Eba Bekir'i karşıladıklarında Ensarın onlara söylediği ilk şey şu olmuştur: فَاسْتَقْبَلَهُمَا زُهَاءُ خَمْسِمائةٍ مِنَ الأَنْصَارِ حتى انْتَهَوْا إِلَيْهِمَا. فقالت الأنصارُ: انْطَلِقَا آمِنَيْنِ مُطَاعَيْنِ "O ikisini Ensardan yaklaşık beş yüz kişi karşıladı. Ta ki onların yanına gelince Ensar dedi ki: "Emin ve itaat olunmuş olarak hareket edin." Dolayısıyla tebaanın güvenliğini sağlamak devletin temel görevlerindedir.
Sağlık ve tedaviye gelince; bunları tebaaya temin etmek devletin görevlerindendir. Zira klinikler ve hastaneler, Müslümanların şifa ve tedavi amaçlı kullandıkları birer kamu kurumudur. Dolayısıyla aslen sağlık, maslahatlar ve kamu hizmetlerindendir. Maslahatları ve kamu hizmetlerini yerine getirmek ise devlete aittir. Çünkü bunlar, Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavli gereği gözetimi devlete ait olan şeylerdendir: الإِمَامُ رَاعٍ وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ "İmam [Halife] bir çobandır ve o, raiyyesinden mesuldür." [el-Buhari, Abdullah İbn-u Ömer kanalıyla tahric etti] Bu hadis, devlete vacip olan gözetime dahil olmalarından dolayı sağlık ve tedaviden devletin sorumlu olduğu hususunda genel bir nasstır.
Sağlık ve tedaviye has deliller de vardır: Muslim, Cabir kanalıyla şöyle dediğini tahric etmiştir: بَعَثَ رَسُولُ اللَّهِ إِلَى أُبَيِّ بْنِ كَعْبٍ طَبِيبًا فَقَطَعَ مِنْهُ عِرْقًا ثُمَّ كَوَاهُ عَلَيْهِ "Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Ubeyy İbn-u Ka'b'a bir doktor gönderdi. O da ondan bir damar kesti sonra üzerini dağladı." Keza el-Hakim, Mustedrak'ta Zeyd İbn-u Eslem'den babasının şöyle dediğini tahric etmiştir: مَرِضْتُ فِي زَمَانِ عُمَرَ بِنَ الْخَطَّابِ مَرَضاً شَدِيداً فَدَعَا لِي عُمَرُ طَبِيباً فَحَمَانِي حَتَّى كُنْتُ أَمُصُّ النَّوَاةَ مِنْ شِدَّةِ الْحِمْيَةِ "Ömer İbn-ul Hattab'ın zamanında çok ağır hasta oldum. Bunun üzerine Ömer, benim için bir tabip çağırttı. O kadar ateşlendim ki ateşin şiddetinden çekirdekleri emiyordum."
Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], yönetici sıfatıyla Ubeyy'e bir doktor göndermiş ve ikinci raşid Halife Ömer [RadiyAllahu Anh], tedavi etmesi için Eslem'e bir doktor çağırtmıştır. İşte bu iki olay, sağlık ve tedavinin devletin ihtiyacı olan kimselere ücretsiz olarak sağlaması gereken tebaanın temel ihtiyaçlarından olduğuna dair birer delildir.
Eğitime gelince; çünkü Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Müslümanların evlatlarından onuna (okuma-yazma) öğretmeyi kafir esirlerin fidyesi kıldı. Fidye bedeli ganimetlerdendir ve tüm Müslümanların mülküdür... Ve çünkü sahabe, öğretmenlere ücret olarak Beyt-ul Mâl'den belirli miktarda yiyecek verilmesi üzerinde icmâ etmiştir.
Binaenaleyh devlet, tebaanın tamamı için güvenliği, sağlığı ve eğitimi sağlamalı ve Beyt-ul Mâl, Müslüman ile zimmi, zengin ile fakir arasında ayrım yapmaksızın... bunları garantilemelidir.
Ferdin ve ümmetin temel ihtiyaçlarının öneminden dolayı Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], bu ihtiyaçların önemine kinaye olarak bunları temin etmenin dünyanın tamamına sahip olmak gibi olduğunu beyan etmiştir. Zira Tirmizi, Seleme İbn-u Ubeydillah İbn-u Mıhsan el-Ensari'nin -sohbeti olduğu- babasından Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu tahric etmiştir: مَنْ أَصْبَحَ مِنْكُمْ آمِنًا فِي سِرْبِهِ مُعَافًى فِي جَسَدِهِ عِنْدَهُ قُوتُ يَوْمِهِ فَكَأَنَّمَا حِيزَتْ لَهُ الدُّنْيَا "Her kim evinde emin, bedeninde afiyette olur, yanında da günlük kuvveti (iaşesi) bulunursa, âdeta dünya onun olmuş olur." Ebu İsa, bu hadisin hasen garip olduğunu söyledi. Aynı şekilde İbn-u Mace, bu hadisi hasen isnad ile rivayet etti. Ebi Naim'in el-Hılya eserinde Ebi'd Derda kanalıyla bir benzeri ama ek olarak [بحذافيرها] "dünyalar", yani [حِيزَتْ لَهُ الدُّنْيَا بِحَذَافِيرِهَا] "dünyalar onun olmuş olur" şeklinde geçmiştir.] Kitabın metni bitmiştir.
Velhasıl temel ihtiyaçlar iki çeşittir:
Ferdin temel ihtiyaçları: Yiyecek, giyecek ve mesken gibi. Dolayısıyla devletin, şeri hükümlere göre her bir ferdin temel ihtiyaçlarını sağlaması gerekmektedir. Yani ya çalışanı, şayet yoksa ailesi, şayet buda yoksa devlet tarafından karşılanmalıdır.
Ümmetin temel ihtiyaçları: Güvenlik, sağlık ve öğretim gibi. Devlet bunların tamamını ümmete sağlamalıdır. Herkesin sağlığı için kamu hastaneleri, devlet doktorları ve yeterli oranda kamu eczanelerinin bulunması gibi. Güvenlik ve öğretim de aynı şekildedir.
2- Tedavinin şeri hükmü hakkında; hafif hastalık halinde mendup ağır hastalık halinde ise farzdır şeklinde bahsetmenize gelince... Mesele bu şekilde değildir. Bilakis her ne kadar insanın başına gelen hastalık Allahu Subhânehu'nun bir kazası olsa da ister hafif isterse ağır olsun tedavinin şeri hükmü menduptur. Buna dair deliller şunlardır:
جَاءَ أَعْرَابِيٌّ فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، أَنَتَدَاوَى؟ قَالَ: نَعَمْ، فَإِنَّ اللَّهَ لَمْ يُنْزِلْ دَاءً إِلاَّ أَنْزَلَ لَهُ شِفَاءً، عَلِمَهُ مَنْ عَلِمَهُ وَجَهِلَهُ مَنْ جَهِلَهُ "Bir Arabi gelerek dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü tedavi olmalı mıyız? Buyurdu ki: "Evet. Şüphesiz Allah, şifasını yaratmadığı hiç bir dert yaratmamıştır. Her kim onu (şifayı) bilmişse onu bilmiş olur. Her kim de onu bilmezsse onun cahili olur." [Ahmed, Usâme İbn-u Şerîk kanalıyla tahric etti] Yine Tebarani'in Mucem-il Kebir'deki rivayetinde Usâme İbn-u Şerîk kanalıyla şöyle dediği geçmiştir: كُنَّا مَعَ رَسُولِ اللَّهِ، فَأَتَاهُ نَاسٌ مِنَ الأَعْرَابِ فَسَأَلُوهُ، فَقَالُوا: يَا رَسُولَ اللَّهِ، أَنَتَدَاوَى؟ قَالَ: نَعَمْ، إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يُنْزِلْ دَاءً إِلا أَنْزَلَ لَهُ شِفَاءً "Biz Nebi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in yanında iken Arabiler gelerek dediler ki: Ey Allah'ın Resulü tedavi olmalı mıyız? Buyurdu ki: "Evet. Şüphesiz Allah, şifasını yaratmadığı hiç bir dert yaratmamıştır." Tirmizi'de ise Usâme İbn-u Şerîk'ten şu lafızla geçmiştir: قَالَتْ الأَعْرَابُ يَا رَسُولَ اللَّهِ، أَلا نَتَدَاوَى؟ قَالَ: نَعَمْ، يَا عِبَادَ اللَّهِ تَدَاوَوْا، فَإِنَّ اللَّهَ لَمْ يَضَعْ دَاءً إِلا وَضَعَ لَهُ شِفَاءً، أَوْ قَالَ دَوَاءً إِلا دَاءً وَاحِدًا، قَالُوا: يَا رَسُولَ اللَّهِ، وَمَا هُوَ؟ قَالَ: الْهَرَمُ "Arabiler dediler ki: Ey Allah'ın Resulü tedavi olmalı mıyız? Buyurdu ki: "Evet. Ey Allah'ın kulları tedavi olunuz. Şüphesiz Allah [Azze ve Celle] şifasını yaratmadığı hiçbir dert yaratmamıştır." Veya şöyle buyurdu: "Tek bir derdin şifası yoktur." Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü! Nedir o?" Buyurdu ki: "el-Heramu." [Tirmizi, bu hadisin hasen sahih olduğunu söyledi] Fethalı Hâ ve Râ ile el-Harem: ölüm ve yok oluşla sonuçlanan aşırı yaşlılıktır. Yani ölümün ilacı yoktur demektir.
Aynı şekilde Ahmed Enes'tan, Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurdu dediğini rivayet etmiştir:
إِنَّ اللَّهَ حَيْثُ خَلَقَ الدَّاءَ، خَلَقَ الدَّوَاءَ، فَتَدَاوَوْا "Derdi yaratan Allah, dermanını da yaratmıştır. O halde tedavi olunuz."
Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] bu hadislerde, bazen "tedavi olunuz" şeklindeki açık bir emirle, bazen de "Tedavi olalım mı? Diyen kişiye, evet şeklinde buyurmak" suretiyle soruya cevap vererek tedaviyi emretmiştir.
Emir, mutlak talebi ifade eder. Kesin [cazim] bir emir olmadıkça da vucubiyeti ifade etmez. Cazim ise kendisine delalet eden bir karineye muhtaçtır. Dolayısıyla hadislerde, vucubiyete delalet eden karineler bulunmamaktadır.
Bunun yanı sıra tedavinin terkedilmesine dair hadisler de varit olmuştur. Dolayısıyla bu hadisler, vucubiyet ifadesini nefyetmektedir. Nitekim Müslim, İmrân Bin Hasîn'den Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مِنْ أُمَّتِي سَبْعُونَ أَلْفًا بِغَيْرِ حِسَابٍ» ، قَالُوا: مَنْ هُمْ يَا رَسُولَ اللهِ؟ قَالَ: «هُمُ الَّذِينَ لا يَسْتَرْقُونَ، وَلا يَتَطَيَّرُونَ، وَلا يَكْتَوُونَ، وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ "Ümmetimden yetmiş bin kişi hesaba çekilmeden cennete girecektir." Dediler ki; bunlar kimlerdir ya Resulullah? Buyurdu ki: "Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye başvurmayanlar, teşâüm'e (uğursuzluğa) inanmayanlar ve Rablerine tevekkül edenlerdir." [Müslim rivayet etti]
Buharî İbn-u Abbas'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir:
هذه المرأة السوداء أتت النبي فقالت، إني أصرع وإني أتكشف، فادع الله لي، قال «إِنْ شِئْتِ صَبَرْتِ وَلَكِ الجَنَّةُ، وَإِنْ شِئْتِ دَعَوْتُ اللَّهَ أَنْ يُعَافِيَكِ» فقالت: أصبر، فقالت إني أتكشف، فادع الله أن لا أتكشف، فدعا لها "İşte dedi, şu siyah kadın var ya, o, Nebî [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]'e gelip; "Ben saralıyım, (nöbet gelince) üstümü başımı açıyorum, Allah'a benim için duâ ediver (hastalıktan kurtulayım).' dedi. Aleyhissalâtu vesselâm; "Dilersen sabret, sana Cennet verilsin, dilersen sana şifa vermesi için Allah'a dua edivereyim.' dedi. Kadın; "Öyleyse sabredeceğim, ancak üstümü başımı açmamam için duâ ediver.' dedi. Rasulullah da ona öyle duâ etti." İşte bu iki hadis, tedavinin terkinin caiz olduğuna delalet etmektedir. Birinci hadiste, kendilerini dağlatmayanları ve rukyeye başvurmayanları, yani tedavi olmayanları, bilakis işi Rablerine bırakarak tüm işlerinde O'na tevekkül edenleri hesaba çekilmeden cennete girecekler olarak nitelendirmiştir. Zira dağlama ve rukye tedavi şekillerindendir. Hatta Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], rukye ile tedaviye teşvik etmiştir. Nitekim Cibrîl Aleyhi's Selam'ın ona rukye yapmasının yanı sıra o şöyle buyurmuştur:
الشِّفَاءُ فِي ثَلاَثَةٍ: فِي شَرْطَةِ مِحْجَمٍ، أَوْ شَرْبَةِ عَسَلٍ، أَوْ كَيَّةٍ بِنَارٍ، وَأَنَا أَنْهَى أُمَّتِي عَنِ الكَيِّ "Üç şeyde şifa vardır: Hacamat, bal şerbeti ve ateşle dağlama; ben ise ümmetimi ateşle dağlamadan men ederim." [Buhari, İbn-u Abbas tarıkıyla rivayet etti] İkinci hadiste, Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in, mevcut sara hastalığına sabredip kendisine cennet verilmesi yada kendisi için dua edip sarasına şifa verilmesi arasında kadını muhayyer bırakması tedavinin terkinin caiz olduğuna delalet etmektedir. Böylece bu iki hadis, bu hadislerde varit olan tedavi emrini vacip olmaktan çıkarmaktadır. Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in tedaviye şiddetle teşvik etmesi ise hadislerde varit olan tedavi emrinin mendup olduğunu göstermektedir.
İbn-u Mace'nin rivayet ettiği لا ضَرَرَ وَلَا ضِرَارَ "Zarar vermekte yoktur. Zarar görmekte yoktur..." hadisine gelince; bu hadis, kişinin bir başkasına yada kendisine zarar vermesiyle ilgilidir. Dolayısıyla bunun hükmü, zarar kaidesinde açıklanmıştır. Dolayısıyla da insanın üzerine Allahu [Subhânehu ve Te'âla]'nın bir kazası olarak vaki olan hastalıkla bir ilgisi yoktur.
H. 26. Şevval 1432
24.09.2011
Soru-6:
Oturumların birinde dua konusu hakkında bir tartışma meydana geldi. Özellikle de Mefhumlar kitabının 64. sayfasında geçenler hakkında... Kitapta varit olanlar alındığında: Dua, sadece sevap talep etmek için midir? Yoksa onun, somut bir neticesi olabilir mi? İslamî fikrin uygulama metodu, duaya dahil değil midir dahası o, somut neticeleri gerçekleşen meddî eylemler midir? Bu amellerin, dua ile ilişkilendirilmesi İslam metoduna aykırı mıdır? Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şu hadisi ne anlama gelmektedir:
مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَدْعُو بِدَعْوَةٍ لَيْسَ فِيهَا إِثْمٌ، وَلا قَطِيعَةُ رَحِمٍ، إِلا أَعْطَاهُ اللَّهُ بِهَا إِحْدَى ثَلَاثٍ: إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ، وَإِمَّا أَنْ يَدَّخِرَهَا لَهُ فِي الآخِرَةِ، وَإِمَّا أَنْ يَصْرِفَ عَنْهُ مِنَ السُّوءِ مِثْلَهَا قَالُوا: إِذًا نُكْثِرُ، قَالَ: «اللَّهُ أَكْثَرُ "Herhangi bir Müslüman Allah'a, günahı içermeyen veya sılayı rahmi kesmekle ilgili olmayan bir dua ederse Allah ona, şu üç şeyden birini verir: Ya ona istediği şeyi hemen verir veya (mükafatını) ahirette (vermek) için saklar veya da yaptığı dua kadarıyla başına gelecek kötülüğü ondan uzaklaştırır." Dediler ki; o zaman biz, çok (dua) ederiz. Buyurdu ki: اللَّهُ أَكْثَرُ "(Allah'ın rahmet hazinesi) daha çoktur." Yani burada, Allah'ın dua edenin ihtiyacını dünyada iken hemen gerçekleştirebileceği şeklinde duadan dolayı meydana gelen somut neticeler yok mudur? Ayrıca Allah, Âyet-i Kerime'de darda kalan bir kişi dua ettiğinde onun duasına icabet edeceğini söyleyerek kullarına ihsanda bulunmaktadır: أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ "(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren mi?" [Neml 62]
Bu hususu açıklamanızı rica ediyoruz. Allah sizi hayırla mükafatlandırsın?
Cevap-6:
Görünen o ki Mefhumlar kitabının 64. sayfasında geçenlerin anlaşılması noktasında bir karışıklık olmuş. Zira orada, dua'nın belirli bir durum bağlamında olan "sevap" gibi somut olmayan neticeleri gerçekleştirdiği geçmektedir. Ayrıca şeri naslar, meselenin uygulama metodunun nasıl olacağını ortaya koymuştur. Fakat biz bunu kullanmadık bilakis sadece dua ile yetindik. Ayrıca kitapta, kalenin fethedilmesi yada düşmanın öldürülmesi yönünde cihat ve dua ile ilgili bir örnek de verilmektedir...
Bu dua halinin dışında olanlara gelince; Allah'ın izniyle onda, sevabın yanı sıra somut neticeler de ortaya çıkmaktadır. Aynen soruda varit olan Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in hadisinde geçtiği gibi.
Meselenin daha da açıklağa kavuşması için Mefhumlar kitabının ilgili sayfalarında geçenleri arz edeceğim:
1- Kitabın 64. sayfasının başında şöyle geçmektedir: "Metoda müteallik şer'î hükümlerin delalet ettiği bu amelleri tetkik eden görür ki bunlar, somut neticeler gerçekleştiren maddî amellerdir ve bunlar, somut olmayan neticeler gerçekleştiren ameller değildir."
Bu doğrudur. Zira deliller sonucunda metot amellerinin somut neticileri gerçekleştirdiği ortaya çıkmaktadır.
2- Sonra kitap, yukarıda geçen metnin ardından kale veya şehrin fethedilmesi yada düşmanın öldürülmesi halinde cihat ile dua arasında bir karşılaştırma yapmıştır. Dolayısıyla sadece duanın metottan olmadığını ve bu durumda cihadın metottan olduğunu söylemektedir. Buda varit olan delillere göredir...
Mefhumlarda şöyle geçmektedir: "Mesela; dua, ruhî kıymeti gerçekleştiren bir ameldir, cihad da ruhî kıymeti gerçekleştiren maddî bir ameldir. Lakin dua, maddî bir amel olsa da, somut olmayan bir netice gerçekleştirir ki bu sevaptır; dua yapanın kastı, ruhî kıymeti gerçekleştirmek olsa bile. Aksine cihad, düşmanlara karşı kıtaldir ve bu, somut bir netice gerçekleştiren maddî bir ameldir ki bu, bir kaleyi yahut bir şehri fethetmek yada düşmanı öldürmek ve benzerleridir; mücahidin kastı, ruhî kıymeti gerçekleştirmek olsa bile..."
Buradaki ilişkilendirme, düşmanların öldürülmesi yada kalenin fethedilmesi anında dua ile cihat arasındaki bir ilişkilendirmedir...:
Sadece dua ile amel edildiğinde bu, somut olmayan bir netice gerçekleştirir ki buda sevaptır. Çünkü cihat halinde varit olan metot, cihat olup dua değildir. Dolayısıyla mevzu, bu meselede açıklanan metodun kullanılmadığı bir meselede kullanıldığı zaman dua arasında bir ilişkilendirmenin olmasıdır.
Somut neticelere bir etkisi olmayan ve sadece sevabın gerçekleştiği diğer durumlarda yapılan dua ile bu durumun genelleştirilmesi caiz değildir! Çünkü bir önceki paragrafta şeriattaki ameli metotla ilgili meselede alınmayacağı ve bunun yerine sadece duanın alınacağı geçmiştir. Zira duanın, somut olmayan bir neticesi vardır ki oda sevaptır.
Görünen o ki karışıklık, örneğin verildiği cümleden kaynaklanmaktadır. Zira şöyle geçmektedir: "Lakin dua, maddî bir amel olsa da, somut olmayan bir netice gerçekleştirir ki bu sevaptır..." Bazınız nezdinde cümlenin, yani "cihat" naslarının geçtiği metot için alınmaksızın sadece kalenin fethedilmesinde yada düşmanın hezimete uğramasında kullanılan belirli durumdaki örnek bağlamında "sevap" gibi sadece somut olmayan neticeleri gerçekleştiren her durumdaki duanın şeklinde geçen cümlenin genel olduğu zannı oluşmuştur.
Sebeplere bağlanmakla birlikte yapılan duaya gelince; bunun neticelere etkisi vardır. Zira bu, Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ile sahabesi [Raıvânullahi Aleyhim]'in üzerinde olduğu şeydir. Zira Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], ordu hazırlarken ve çardağa girerken dua ederdi. Müslümanlar, Kadisiye'de nehre dalmak için hazırlık yaparlarken Sa'd [Radıyallahu Anh] kabul etmesi için Allah'a dua ediyordu... Hakeza sadık müminler, hazırlık yaparlarken dua etmeye başlamaktadırlar. Ayrıca geçimi için büyük bir gayretle çalışan kişi de dua etmektedir. Yine öğrenci de çalışıp gayret göstermesine rağmen başarmak için Allahu Subhânehu'ya dua etmektedir. Bu nedenledir ki Allah'ın izniyle bu duaların neticelere etkisi olacaktır.
Mefhumlar kitabının 65. sahifesinin sonu ile 66. sayfasının başında şöyle geçmektedir: "Fakat bilinmelidir ki metodun delâlet ettiği bir amel, somut neticeleri bulunan maddî bir amel olsa bile, bu amelin Allah'ın emirleri ve nehiyleri ile seyrettirilmesi ve onu Allah'ın emirleri ve nehiyleri ile seyrettirmekten kastın da Allah'ın rıdvânı olması kaçınılmaz olduğu gibi, Müslüman üzerinde onun Allah Te'alâ ile olan bağını idrâkin egemen olması da kaçınılmazdır. Böylece O'na, salâh ile, duâ ile, Kur'ân tilâveti ile ve benzerleri ile yakınlaşır. Kaldı ki Müslüman, zaferin Allah'ın indinden olduğuna itikat etmelidir. Bundan ötürü Allah'ın hükümlerinin infazı için; gönüllerde temerküz etmiş takvânın varlığı kaçınılmazdır, dua kaçınılmazdır, Allah'ın zikredilmesi kaçınılmazdır, bütün ameller yapılırken Allah ile bağın devamlılığı kaçınılmazdır." Açıktır ki müminin, bütün amellerinde duayı, sebeplere bağlanmakla ilişkilendirmesi önemlidir. Zira bütün amellerin dua ve Allah ile bağın devamlılığı ile ilişkilendirilmesinin kritik öneminin belirtilmesi için "kaçınılmaz" kelimesinin defalarca tekrarlanması bu önemi artırmaktadır...
4- Sebeplere bağlanmakla birlikte duanın kullanılması, söylediğimiz şekildedir. Ta ki Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], sahabesi [Radıyallahu Anhum] ile müminler de böyle yapmışlardır. Zira bu ikisini ilişkilendirdiğimiz de bu ikisinin neticelere etkisi olacaktır Allah'ın izniyle. Ayrıca bu ikisinin birlikte kullanılması da İslam metoduna aykırı değildir. Bilakis İslamî fikrin uygulanması için nasların açıkladığı metot olmaksızın sadece dua ile yetinmek İslam metoduna aykırıdır.
Mefhumlar kitabının 65. sayfasının ilk kısmında şöyle geçmektedir: "Bunun içindir ki İslam'ın fikrinin infazı murat edilen bütün amellerin, somut olmayan neticeler gerçekleştiren ameller haline getirilmesi tam bir ret ile reddedilir ve buna İslam'ın metoduna muhalefet olarak itibar edilir..."
Yani "İslamî fikrin uygulanması murat edilen bütün amellerin, somut olmayan neticeler gerçekleştiren ameller olması", İslam metoduna aykırıdır. Ama bazılarının, "maddî hazırlık" gibi somut neticeler gerçekleştiren amellerle birlikte "belirli durumlardaki duanın" somut olmayan neticeler gerçekleştiriyor olmasına gelince; işte mühim olan şey budur. Zira bu, İslam metoduna da aykırı değildir.
5- Hakeza Mefhumlar kitabında dua hakkında geçenlerin iki durumu vardır:
Birincisi: Sadece fikrin uygulanmasını istemek, onun uygulama metodundan olmayıp sadece onun uygulanmasına dönük başka bir metodun olduğunu belirten metinlerdir. Mesela düşmanın öldürülmesi durumlarında sadece dua yapılması, savaş için bir ordu hazırlamaksızın fethetmek için kalenin önünde durmamız, dahası sadece dua etmemiz gibi. İşte bu durumdaki bir dua, "sevap" gibi somut olmayan neticelerden başka bir şey gerçekleştirmez.
İkincisi: Duanın sebeplerle ilişkilendirilmesine gelince; Bu kaçınılmaz bir durumdur. Zira bu durumda "dua ve sebeplere bağlanma" ortaklığı neticelere etki edecektir Allah'ın izniyle.
"Mefhumlar kitabında", dua hakkında başka durumlar için bir şey geçmemektedir. Bilakis bu, Ahmed'in müsnedinde, Ebi el-Mütevekkil'den oda Ebi Saîd'den Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurmuştur şeklinde tahriç ettiği genel hadisi de kapsamaktadır: مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَدْعُو بِدَعْوَةٍ لَيْسَ فِيهَا إِثْمٌ، وَلا قَطِيعَةُ رَحِمٍ، إِلا أَعْطَاهُ اللَّهُ بِهَا إِحْدَى ثَلَاثٍ: إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ، وَإِمَّا أَنْ يَدَّخِرَهَا لَهُ فِي الآخِرَةِ، وَإِمَّا أَنْ يَصْرِفَ عَنْهُ مِنَ السُّوءِ مِثْلَهَا قَالُوا: إِذًا نُكْثِرُ، قَالَ: «اللَّهُ أَكْثَرُ "Herhangi bir Müslüman Allah'a, günahı içermeyen veya sılayı rahmi kesmekle ilgili olmayan bir dua ederse Allah ona, şu üç şeyden birini verir: Ya ona istediği şeyi hemen verir veya (mükafatını) ahirette (vermek) için saklar veya da yaptığı dua kadarıyla başına gelecek kötülüğü ondan uzaklaştırır." Dediler ki; o zaman biz, çok (dua) ederiz. Buyurdu ki: اللَّهُ أَكْثَرُ "(Allah'ın rahmet hazinesi) daha çoktur." Yani Allahu Subhânehu, dua edene üç şeyden biriyle icabet etmektedir ki bunlardan biri de: إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ "Ona istediği şeyi hemen verir." Şeklindedir. İşte bu, somut bir neticedir.
6- Binaenaleyh Mefhumlar kitabında zikredilen durumun dışında duanın somut neticelerinin olması mümkündür. Zira hadis, üç şeyden birin de أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ "Ona istediği şeyi hemen verir" durumunu zikretmiştir ki bu, somut bir neticedir. Bunun benzeri, yağmur duasında da meydana gelmektedir. Zira bu, yağmurun yağması gibi somut neticelerin gerçekleştiği "bir duadır." Aynı şekilde rukyede de meydana gelmektedir. Zira buda hastanın şifa bulması gibi somut neticeleri gerçekleştiren "bir duadır." Ayrıca fiziksel hastalığın tedavisinde de meydana gelmektedir...
Allah, darda kalan bir kişi dua ettiğinde onun duasına icabet ederek kullarına ihsanda bulunması bu icabeti, Allah'tan başka ilah olmadığının burhanı kılmıştır. Tüm bunlardan açığa çıkmaktadır ki buradaki darda kalana icabet etmek, dünyada olmaktadır. Zira [الْمُضْطَرَّ] "darda kalma" kelimesi, dünyadaki bir ihtiyacın talep edilmesiyle ilgili mefhumun vasfıdır. Dolayısıyla icabet, Allah'ın izniyle somut olmaktadır. Subhânehu şöyle buyurmuştur:
أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء الْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ قَلِيلًا مَّا تَذَكَّرُونَ "(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah'tan başka bir ilah mı var! Ne kadar da az düşünüyorsunuz!" [Neml 62]
Nitekim Allahu Subhânehu bize dua etmemizi emretmiş ve buna icabet edeceğini de vaat etmiştir. وَقَالَ رَبُّكُـمْ ٱدْعُونِيۤ أَسْتَجِبْ لَكُمْ "Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, icabet edeyim." [Mümin 60] Nitekim Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], bu icabeti [إِحْدَى ثَلَاثٍ] "şu üç şeyden biri" şeklinde tefsir etmiştir ki bunlardan biri de somut bir neticedir. Tabii ki somut yada somut olmayan neticelerin gerçekleşmesi, Allahu Subhânehu'nun izniyledir.
Velhasıl:
* Mefhumlarda geçenler aşağıdaki şekildedir:
a- Metot, somut neticeleri gerçekleştiren amellerdir.
b-Sadece dua ile kalenin fethedilmesi yada düşmanın öldürmesi mevzusundaki cihadın arasının ilişkilendirilmesi... dolayısıyla dua, burada somut bir neticeye götürmez. Bilakis sadece sevaba götürür. Zira tek başına o, kalenin fethedilmesinin yada düşmanın öldürülmesinin metodu değildir...
c-İslamî fikrin uygulanması murat edilen bütün amellerin, somut olmayan neticelere yol açan ameller olması, sahih değildir. Bilakis Allah Subhânehu'nun nusret vermesi için dua etmekle birlikte savaş için ordunun hazırlanması gibi somut neticeler gerçekleştiren amellerin somut olmayan neticeler gerçekleştiren amellerle mezcedilmesi [birleştirilmesi] mümkündür.
d-Dua, metot amellerini gerçekleştirirken Müslüman için zaruri bir durumdur. Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ve sahabe [Rıvânullahi Aleyhim]'in yaptıkları gibi.
* İşte bu, sevaptan öteye geçmeyen duanın durumu, yani cihadın olduğu bir mesele için şeri nasların açıkladığı metodun alınmaksızın kalenin fethedilmesi gibi olan bir mesele için sadece duanın kullanılması hakkında Mefhumlarda geçenlerdir.
Diğer duaların durumlarına gelince; bu, Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şu genel hadisinin kapsamında olan bir vakıadır:
مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَدْعُو بِدَعْوَةٍ لَيْسَ فِيهَا إِثْمٌ، وَلا قَطِيعَةُ رَحِمٍ، إِلا أَعْطَاهُ اللَّهُ بِهَا إِحْدَى ثَلَاثٍ: إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ، وَإِمَّا أَنْ يَدَّخِرَهَا لَهُ فِي الآخِرَةِ، وَإِمَّا أَنْ يَصْرِفَ عَنْهُ مِنَ السُّوءِ مِثْلَهَا قَالُوا: إِذًا نُكْثِرُ، قَالَ: «اللَّهُ أَكْثَرُ "Herhangi bir Müslüman Allah'a, günahı içermeyen veya sılayı rahmi kesmekle ilgili olmayan bir dua ederse Allah ona, şu üç şeyden birini verir: Ya ona istediği şeyi hemen verir veya (mükafatını) ahirette (vermek) için saklar veya da yaptığı dua kadarıyla başına gelecek kötülüğü ondan uzaklaştırır." Dediler ki; o zaman biz, çok (dua) ederiz. Buyurdu ki: اللَّهُ أَكْثَرُ "(Allah'ın rahmet hazinesi) daha çoktur." [Ahmed, Müsnedinde tahriç etti]
Bu hadiste Allahu Subhânehu'nun, dua edenin ihtiyacının dünyada gerçekleştireceği açıklanmaktadır ki bu, somuttur. Yada yaptığı dua kadarıyla başına gelecek kötülüğü ondan uzaklaştıracağı açıklanmaktadır ki buda somuttur. Yada mükafatını ahirette vermek için saklayacağı açıklanmaktadır ki bu, somut değildir.
Allahu Subhânehu, azim fazilet sahibidir. Dolayısıyla O, Rahman ve Rahim olup kuluna duanın sevabıyla ikramda bulunduğu gibi duasına dünyada iken de icabet edecektir.
H. 04. Zilkâde 1432
01.10.2011
Soru-7:
Hilafet Devleti'nin Cihazları kitabının 13. sayfasında şöyle bir ibare geçmektedir: "İslam'da Yönetim Nizamı, demokrasinin hakiki manası ile demokratik de değildir." Sanki ibarede bir karışıklık var gibi... Zira "hakiki manası" şeklinde zikredilmesinin ne faydası var ki? Bu hususu açıklmamanızı rica ediyoruz. Allah sizi hayırla mükafatlandırdın.
Cevap-7:
Hilafet Devleti'nin Cihazları kitabının 13. sayfasında geçen ibare aşağıdaki şekildedir:
"Yine İslam'da Yönetim Nizâmı; haramlaştıran ve helâlleştiren, güzelin ve çirkinin belirleyici olan yasamanın halka ait olması bakımından ve özgürlükler adı altında şer'î hükümler ile mukayyed olmaması bakımından Demokrasi'nin hakikî mânâsı ile Demokratik de değildir. Kâfirler, Müslümanların bu hakikî mânâsı ile Demokrasi'yi asla kabul etmeyeceklerini idrâk etmektedirler. Onun için Sömürgeci Kâfir devletler [bilhassa bugün Amerika] bunu, Demokrasi'nin yöneticiyi seçme aracı olduğu şeklinde saptırma yoluyla ithâl ederek İslâmî beldelerde pazarlamaya uğraşmaktadırlar. Dolayısıyla Müslümanlara saptırıcı bir imaj sunmak maksadıyla -sanki Demokrasi'de temel işlev yöneticinin seçimiymişçesine- yöneticinin seçimi üzerine odaklanarak bununla Müslümanların duygularını okşadıklarını görürsünüz. İster Krallık isterse Cumhuriyet ile isimlendirilsin, bugün Müslümanların beldeleri; baskının, sindirmenin, zulmün, ağızları kapamanın ve zorbalığın [diktatörlüğün] acısını çekmektedir. Diyoruz ki bugün Müslümanların beldeleri, tüm bu acılara boğulmuş, böylece Kâfirin Müslümanların beldelerinde -güya yöneticinin seçimi olması bakımından- Demokrasi'yi pazarlama işi kolaylaştırılmıştır. Demokrasi'nin esâsî parçasını sarıp sarmaladılar ki bu, yasamanın, helâlleştirmenin ve haramlaştırmanın beşerin Rabbi'ne değil de beşere âit kılınır hale getirilmesidir. O kadar ki bazı "İslamcılar", hatta içlerinden kimi "şeyhler, aydınlar" -ister iyi ister kötü niyetle olsun- bu aldatmacayı bağırlarına bastılar. Kendilerine Demokrasi hakkında sorarsan, yöneticinin seçimi olması itibariyle onun câiz olduğu cevâbını sana verirler. Kötü niyetli olanları ise egemenliğin halka ait olması anlamında olarak sahiplerinin Demokrasi için belirlediği hakikî mânâsından uzaklaşarak dillerini eğip bükerler ki bu hakikî mânâ, çoğunluğun görüşünün dilediği şekilde yasamada bulunmak, helâlleştirmek, haramlaştırmak, güzeli ve çirkini belirlemek ile "özgür" ferdin tasarruflarında dilediği şekilde davranması, dilerse içki içmesi, dilediği ile zîna etmesi, Demokrasi ve özgürlükler adı altında mukaddesâta dilediği biçimde hakâret edip sövmesidir. Demokrasi'nin vâkıası, delâleti ve hakikâti işte budur! O halde İslâm'a îman eden bir Müslüman, nasıl olur da Demokrasi'nin câiz olduğu veya onun İslam'dan olduğu şeklinde bir söz söylemeye cesâret edebilir ki?!
Ümmet'in yöneticiyi seçmesi yani Halîfeyi seçmesi konusuna gelince; bu, nass ile belirlenmiş bir meseledir."
Açıktır ki hakiki mananın zikredilmesi, demokrasinin hakiki istilahi manasının demokrasiyi seçim olarak pazarladıkları manadan ayırmak içindir... Çünkü bazıları onun, bir seçim süreci olduğunu zannetmektedir. Bu ise demokrasinin hakiki manası değildir.
Yöneticinin seçilmesine ve ona biat edilmesine gelince; Batı yüzyıllardır bunu bilmezken bu, İslam'da mevcuttu...
H. 04. Zilkâde 1432
02.10.2011
Soru-8:
Yöneticinin, İnsanların mallarına fiyat koymasının haram olduğunu biliyoruz. Çünkü Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْخَالِقُ الْقَابِضُ الْبَاسِطُ الرَّازِقُ الْمُسَعِّرُ وَإِنِّي لارْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ "Şüphesiz yaratan, (rızkı) daraltan, genişleten, rızk veren, alan ve fiyatı koyan Allah'tır. Ben istiyorum ki, hiç kimsenin ne mal ne de kanıyla ilgili olarak kendisine yapmış olduğum bir zulümden dolayı benden hak talep etmediği bir şekilde Allah'a varayım." [Ahmed rivayet etti]
Aynı şekilde Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ دَخَلَ فِي شَيْءٍ مِنْ أَسْعَارِ الْمُسْلِمِينَ لِيُغْلِيَهُ عَلَيْهِمْ فَإِنَّ حَقًّا عَلَى اللَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى أَنْ يُقْعِدَهُ بِعُظْمٍ مِنَ النَّارِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ "Kim Müslümanlara karşı fiyat arttırmak için onların fiyatlarından bir şeye müdahale ederse, o kimseyi kıyamet gününde bir ateş yığınına oturtmak Allah'ın üzerine hak olur." [Ahmed rivayet etti]
Soru şudur: Bölgedeki bazı tüccarlar, mesela pirinç tüccarlarının bir araya gelerek bu pirinci tüccarlara ve insanlara belirli bir fiyata satmak üzere uzlaşarak bir mala fiyat koysa, bu malın tüccarlar arasında ittifakla fiyatlandırılması haram sayılır mı? Yoksa haram olan devletin fiyat koyması olup tüccarların bir malın fiyatlandırılması üzerinde ittifak etmesi değil midir?
Cevap-8:
İkinci hadis, illetin varlığını açıklamaktadır. Dolayısıyla illet gerçekleştiğinde hükümde onunla birlikte döner... Nitekim şayet tüccarların uzlaşısı, fiyatı pahalandırmak içinse nehiy onları da kapsar. Ama şayet onların uzlaşmaları, spekülasyonları önlemek ve alım-satımı düzenlemek babındansa; şöyle ki, mesela satıcının daha fazla fiyata satmak için malı gizleme imkanı yoksa ve bu malını ortaya koymaksızın diğer tüccarların satmalarına terk ediyorsa, yani malı stok ediyor ve sonra da malın az bulunduğu sırada onu satıyorsa ve hakeza... İşte böylesi bir durumda tüccarların, alım-satım sürecini düzenlemelerinde bir sorun yoktur. Ancak tüccarlar, fiyatların pahalanmasına dönük büyük bir zannın olduğu muayyen bir fiyat üzerinde uzlaşırlarsa, özellekle de bu mala sahip olanların malını başkaları satmıyorsa, bu durumda uzlaşmaları, malın pahalanacağı belirtilmese bile ancak bunda zannı galip olduğundan [الوسيلة إلى الحرام حرام] "Harama götüren vesile de haramdır" kaidesi kapsama girer. Zira onların, malın fiyatının belirlenmesinde ortak hareket etmeleri, kesin olmasa bile zannı galiple malın pahalanmasına yol açacaktır ve burada zannı galibin olması yeterlidir. Bu nedenle benim için racih olan, tüccarların malın fiyatlandırılması üzerinde uzlaşmaları caiz değildir. Dolayısıyla mesele, bütün tüccarların fiyatlarını kendi durumlarına göre belirlemesiyle sonuçlanan piyasa fiyatına terk edilmelidir. Zira bu, insanlar için bir genişlik olup fiyat pahalılığından da uzaklaştırır...
Nitekim bu babda; İbn-u Kayyum el-Cevziyye'nin et-Turuk el-Hukmiyye kitabındaki, "Gayri menkul ve Benzerlerini Kira İçin Ayıran Kimseler Faslı" babı altında geçenler benim dikkatimi çekmiştir. Zira şöyle geçmektedir:
"İşte buradan: Alimlerden biri dışında -ki bu, Ebi Hanife ve ashabıdır-, gayri menkul ve benzelerini kiraya vermek için ayıran kimselerin ortaklık etmeleri yasaklamıştır. Zira onlar ortaklık ettikleri zaman -insanlar onlara muhtaç olduğundan- onlar üzerindeki kira daha da artmaktadır.
Aynı şekilde Hisbe Kâdısı'nın: ölü yıkayıcısı ile taşıyıcılarının ortaklık etmelerini yasaklaması gerekmektedir. Zira burada ücretin yükselmesi söz konusudur. Aynı şekilde insanların menfaatlerine muhtaç olduğu bütün taifenin ortaklık etmeleri yasaklanmalıdır..."
H. 28. Zilhicce 1432
M. 24.11.2011
Soru-9:
Tüm peygamberlerin mi ictihatta bulunmaları caiz değildir yoksa bu sadece Mustafa [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] için mi geçerlidir?
Çünkü İbn-u Kesir'in Enbiya suresinin 78. ayetinin tefsirinde İbn-u Mesud ve İbn-u Abbas'tan, efendimiz Davud'un, çoban ile çobanın koyununun ekinini yediği ekin sahibi arasında koyunun ekin sahibine ait olduğuna hükmettiğini söylediklerini aktarmıştır. Sonra oğlu Süleyman ona, bu böyle değil ey Allah'ın nebisi demiştir. Ardından onlar hakkındaki hüküm şu şekilde açıklanır: Koyun sahipleri, eski haline gelinceye, yani koyun yemeden önceki haline gelinceye kadar araziyi ekecekler ve koyunu da ekin sahibi alacak ve sütünden de faydalanacaktır. Allahuteala'nın bu husustaki kavli şöyledir: فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ "Böyelece bunu (bu fetvayı) Süleyman'a biz anlatmıştık." [Enbiya 79] Öyleyse bu, efendimiz Davud'un içtihatta bulunduğu, efendimiz Süleyman'ın da onu düzelttiği anlamına gelmiyor mu?
Cevap-9:
Bütün peygamberler, tebliğ ettikleri hükümler hususunda masumdurlar. Yani kendilerine göre hükümler veremezler. Zira ister nebi isterse resul olsun kesinlikle şeri hükümlerin tebliğ edilmesinde masumdurlar. Yani şeri hükümleri tebliğ ederken kendi nefsine göre içtihatta bulunamazlar. Şahsiyet kitabının birinci cüzündeki "Peygamberler Masumdurlar [Günah İşlemezler] konusu ile Peygamberlerin Müctehit Olması Caiz Değildir konusuna bakınız." Dolayısıyla şeri hükümleri tebliğ etmeleri bakımından peygamberler, kendilerine göre ictihatta bulunamazlar bilakis Allah'tan vahyederler.
Bu nedenle Davud ve Süleymen [Aleyhi's Selâm]'ın hükümleri vahiy ile olup Süleyman'ın verdiği hüküm Davud'un verdiği hükmü neshetmiştir. Allahuteala'nın şu kavline bakınız:
وَدَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ إِذْ يَحْكُمَانِ فِى ٱلْحَرْثِ إِذْ نَفَشَتْ فِيهِ غَنَمُ ٱلْقَوْمِ وَكُنَّا لِحُكْمِهِمْ شَاهِدِين فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ وَكُلاًّ آتَيْنَا حُكْماً وَعِلْماً وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُودَ ٱلْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَٱلطَّيْرَ وَكُنَّا فَاعِلِينَ َ "Davud'u ve Süleyman'ı da (an). Bir zaman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir gurup insanın koyun sürüsü, geceleyin başı boş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (bu fetvayı), Süleyman'a biz anlatmıştık. Biz onların hepsine hüküm ve ilim verdik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Davud'a boyun eğdirdik. (Bunları) biz yapmaktayız. " [Enbiya 78 79]
Subhânehu'nun şu kavli: [فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ]" Böylece bunu (bu fetvayı), Süleyman'a biz anlatmıştık." Süleyman'ın verdiği hükmün vahiy olduğunun delilidir. Subhânehu'nun şu kavli de: [وَكُلًّا آتَيْنَا حُكْمًا وَعِلْمًا] "Biz onların hepsine hüküm ve ilim verdik." Davud'un verdiği hükmün de vahiy olduğunun delilidir. Çünkü Süleyman'ın verdiği hüküm sonra geldiğinden Davud'un hükmünü neshetmektedir.
Bazı tefsirlerde, Davud ve Süleyman'ın ictihat ettikleri ve Süleyman'ın ictihadının ise daha isabetli olduğunu söyleyen kimseler geçmektedir. Bu sözü söyleyenler ile şeri hükümleri tebliğ etmede nebilerin ve resullerin ictihatta bulunduklarına karşı çıkmayıp Allahu Subhânehu'nun onları düzelttiklerini söyleyenler hata etmişlerdir...
H. 06. 1433
M. 01.12.2011
Soru-10:
Birincisi: Kocanın spermi ile kadının yumurtası laboratuvarda birleştirilip ardından da döllenmiş yumurta, çocuğun gebeliğini kabul eden alternatif bir kadının (taşıyıcı annenin) rahmine konulmaktadır. Çünkü kadın, tıbbi olarak yada başka bir sebepten dolayı hamile kalamamaktadır. Bu caiz midir? Döllenmiş yumurta sahibi olan karı-kocanın evli olduklarının dikkate alınmasını rica ediyorum.
İkincisi: Şayet alternatif anne, erkeğin ikinci eşi olmuş olsa nasıl olur? Ortada buna izin veren herhangi bir şart var mıdır? Mesela kocanın, yumurtanın nakledilmesine rıza göstermeyip döllenmiş yumurtaya zarar vermesi halinde diğer eşini boşamakla tehdit etmesi gibi.
Cevap-10:
Kocanın spermi ile kadının yumurtası alınarak laboratuvarda bu ikisinin döllendirilmesi bunun ardından da döllenmiş yumurtanın alternatif bir anneye nakladilmesi caiz değildir...Bu caiz olmadığı gibi haramdır. Bilakis döllenmiş yumurtanın, yumurta sahibi anne eşe geri döndürülmesi gerekmektedir. Buda Allahuteala'nın şu kavlinden dolayıdır: وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلاَدَهُنَّ "Anneler çocuklarını emzirirler." [Bakara 233] İstidlal yönü ise [الوالدات] "annler" kelimesinin [أولادهن] "çocukları" kelimesiyle bağlantılı olmasıdır. Yani bir çocuk dünyaya getirdiğinde çocuk onun çocuğu olur demektir. Bu nedenle kadının, bir başkasının çocuğunu doğurması caiz değildir.
Aynı şekilde Allahuteala, Âyet-i Kerime'de şöyle buyurmaktadır: إِنْ أُمَّهَاتُهُمْ إِلاَّ ٱللاَّئِى وَلَدْنَهُمْ "Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır." [Mücadele 2] Ve şu Âyet-i Kerime'de: وَاللّهُ أَخْرَجَكُم مِّن بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ "Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı" [Nahl 78] Dolayısıyla doğuran, bizzat annedir. Dolayısıyla da kadının, annesi olduğu çocuğun dışındaki bir çocuğu doğurması helal değildir.
Ortada bu haramı işlemeye izin veren herhangi bir şart da yoktur. Kadın, yapmaması halinde boşanma yada bir başkasıyla tehdit edilse bile. Zira hak, tabii olmaya daha müstahaktır. Dolayısıyla bu durumda günah, kadını tehdit eden kimseye de döner.
Velhası: Kadının yumurtası ile eşinin sperminin laboratuvarda döllenmesi tedavisi gerektiğinde döllenmiş yumurtanın, kocanın ikinci eşi olsa bile alternatif herhangi bir kadına değil yumurta sahibi kadının rahmine geri döndürülmesi gerekir. Aksi taktirde haram olur.
H. 09. Saferul Hayr 1433
M. 03.01.2012
Soru-11:
Hizb-ut Tahrir'in Siyasî Mefhumları kitabının 75. sayfasında "Devletlerarası Çatışmanın Etkenleri" başlığı altındaki konuda şöyle geçmektedir: "Devletlerarası çatışma, tarihin doğuşundan bu yana ve kıyamet gününe kadar şu iki etkenden biri dışına çıkmaz: Ya egemenlik ve gurur sevgisi yada maddi çıkarların peşinde koşmaktır. Egemenlik sevgisi: Ya Nazi Almanya'sı ve faşist İtalya'nın durumunda olduğu gibi ümmetin ve halkın egemenliği sevgisi yada yaklaşık bin üç yüz yıl boyunca İslami Devlet'in durumunda ve kurulmasından yetmiş yıl sonra geçen asrın doksanlı yıllarının başında yıkılmasının öncesinde otuz yıllık ömrü boyunca komünizm devletinin durumunda olduğu gibi ideoloji ve ideolojiyi yayma egemenliği sevgisi şeklinde olur."
İslam Devleti'nin, diğer devletlerle olan çatışmasının ideolojinin egemenlik sevgisinden kaynaklanmadığını biliyoruz. Çünkü egemenlik sevgisi, beka içgüdüsünün tezahürlerinden biri olup İslam ideolojisinin yayılması ve bizim bundan dolayı sevinmemiz, beka içgüdüsünden kaynaklanmayıp bilakis Allah'ın emir ve yasaklarından kaynaklanmaktadır. Yani tedeyyün içgüdüsüyle ilgilidir. Çünkü İslam Devleti açısından uluslararası çatışma İslam'ı yaymak içindir? Mefhumlarda geçen bu hususu açıklamanızı rica ediyoruz. Allah sizi hayırla mükafatlandırsın.
Cevap-11:
Görünen o ki soruyu soran kişi, içgügü tezahürlerini karıştırmış olup bunun devlete intibak ettiğini zannetmiştir. Bu nedenle "ideolojinin egemenlik sevgisi" cümlesinin, beka içgüdüsünün tezahürlerine delalet eden bir cümle olduğu zannına kapılmıştır.
Şayet içgüdü tezahürlerinin devletlerle değil de fertlerle ilgili olduğunu idrak ederse nezdindeki karışıklık ortadan kalkar. Mesela şayet bu fert, egemenliği sever dersek, evet burada egemenlik beka içgüdüsünün tezahürü olur ve o zaman sözümüz, fert diğerleriyle egemenliği sevdiği için çatışmaktadır şeklinde olur. Buda beka içgüdüsünün tezahürünü doyurmak için olduğu anlamına gelmektedir... Bu nedenle bu fert egemenliği sevdiği için cihat ediyor yada onu cihada iten dürtünün egemenlik sevgisi olduğunu söylememiz caiz değildir. Bilakis onu iten dürtü, Allahu Subhânehu'ya olan itaat ve O'nun emrine uyması olması gerekir... Ancak bu, devletlere intibak etmez. Dolayısıyla devletin tedeyyün, beka ve nevi içgüdüleri vardır ve bunları doyurmak istemektedir denilmez!
Şayet soruyu soran kişi, kendisine nevi içgüdüsü ve tezahürleri hakkında bir soru yöneltse sorun çözülür. Zira o zaman kesinlikle devletin doyurması için nevi içgüdüsünün olduğunu söylemenin imkansız olduğunu görecektir! Hakeza bütün içgüdüler de fertlerle ilgilidir.
Şayet bunu, soru soran kişiye açıklarsanız sorusunun, cevabı da taşıdığını görecektir. Çünkü kitapta şöyle geçmektedir: "Devletlerarası çatışma, tarihin doğuşundan bu yana ve kıyamet gününe kadar şu iki etkenden biri dışına çıkmaz: Ya egemenlik ve gurur sevgisi yada maddi çıkarların peşinde koşmaktır. Egemenlik sevgisi: ümmetin ve halkın egemenliği sevgisi yada İslami Devlet'inde olduğu gibi ideoloji ve ideolojiyi yayma egemenliği sevgisi..."
Buda İslam Devleti açısından uluslararası çatışmanın, İslam ideolojisinin egemenliğini sevdiği, yani İslam'ı tatbik eden ve onu yayan bir devlet olurken ideolojinin egemenliğiyle ilgili şeri hükme uyduğu anlamına gelmektedir. Burada bu, devletin tedeyyün içgüdüsünün veya devletin beka içgüdüsünün tezahürlerinden bir tezahürdür denilmez. Bilakis bu, devletin uygulaması gereken şeri bir hükümdür. Çünkü devletin içgüdüleri yoktur bilakis fertlerin içgüdüleri vardır.
H. 13. Saferul Hayr 1433
07.01.2012
Soru-12:
Emval kitabının 35 ve 36. sayfalarında, ganimet ile enfalin dağıtımının Veliyyul Emrin yetkisinde olduğunu ve bunları maslahat gördüğü şekilde dağıttığını söylüyoruz. O halde Allahuteala'nın: وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a aittir." [Enfal 41] şeklindeki kavlinde geçen beşte bir nassı ne anlama gelmektedir? Yani bu, Veliyyul Emr isterse ganimeti dağıtır isterse payını Beyt-il Mâl'e verir anlamına mı gelmektedir. Zira o, beşte birle sınırlıdır. Ayrıca (Bu, benimsenen anlayışımıza aykırı mıdır?) Yoksa o, ganimetin yarısını Beyt-il Mâl için alıp diğer yarısını da savaşçılara dağıtabilir mi?
Sonuç olarak, madem ki bütün ganimetlerin dağıtımı İmamın emri yetkisindedir o halde ayetteki beşte bir metnini nasıl anlamamız gerekir? Allah sizi mübarek kılsın.
Cevap-12:
Âyet-i Kerime şöyledir:
وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ إِن كُنتُمْ آمَنتُمْ بِاللّهِ وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ "Eğer Allah'a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün (Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resulüne, onun akrabalarına yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye kadirdir." [Enfal 41]
Ayetin tefsiri hakkında alimlerin görüşleri şöyledir:
Alimlerden bazıları; beşte birin, beş kişiye paylaştırılmasıyla sınırlı olduğunu söylemişlerdir ki bunlar şunlardır: Allah ve Resulü için bir pay, onun akrabalarına bir pay, yetimlere bir pay, yoksullara bir pay ve yolcuya bir paydır. Burada Allah ve Resulü için tek bir pay ayrılmaktadır.
Alimlerden bazıları; beşte birin paylaştırılmasının sınırlı olup ancak bunun altı olduğunu söylemişlerdir ki bunlar şunlardır: Allah için bir pay, resul için bir pay, onun akrabalarına bir pay, yetimlere bir pay, yoksullara bir pay ve yolcuya bir paydır.
Alimlerden bazıları ise tamamının Allahu Subhânuhu için olduğunu ve bunun dışındaki sınıfların ise efdaliyet bazında olup hasr için olmadığını söylemişlerdir. Dolayısıyla İmam, bu beşte biri kendi içtihadına göre Müslümanların maslahatları için kullanabilir. Bizim için racih olanda budur. Ama niçin? İşte bu, aşağıdaki şekildedir:
Allahu Subhânehu, şöyle buyurmaktadır:
وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resulüne, onun akrabalarına yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir." [Enfal 41]
Burada genelliğin ardından tafsilat gelmiştir. Şayet tafsilat, mezkur efdal olan sınıfların beyanı için olursa bu genelliği ortadan kaldırmaz. Bilakis genellik, genelliği üzere kalmaya devam eder. Dolayısıyla en efdal olan bu sınıflar için olan olup bunların dışındakilere de yasaklanmaz. Yani bu tafsilat, hasr ifade etmek için değildir.
Bu nedenle şöyle geçmiştir: وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a aittir." [Enfal 41] Yani Allahu Subhânehu'ya yakın olan taraflar için demektir. Sonra da Subhânehu, hasr [sınırlandırma] için değil Allahu Subhânehu'ya yakınlık derecesine göre diğer efdal olan yönleri zikretmiştir.
Kayda değerdir ki buradaki [أَنَّمَا]: [إنَّمَا] değil bilakis [أَنَّ، مَا]'dir. Yani [الذي], yani [الذي غنمتموه] şeklindedir.
Bunun bir benzeri şu Ayet-i Kerime de geçmektedir: مَن كَانَ عَدُوّاً للَّهِ وَمَلاۤئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ ٱللَّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ "Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır." [Bakara 98] Meleklerden sonra Cebrail ve Mikail'i zikretmesi, düşmanlığın Cebarail ve Mikail ile sınırlandırıldığı ve diğer melek türlerine düşmanlık edenlerin buna intibak etmediği anlamına gelmez. Bilakis burada, "meleklerin" genelleştirilmasinin ardından "Cebrail ile Mikail'in" tafsilat olarak geldiği anlamına gelmektedir. Buda meleklerin genelliğini ortadan kaldırmaksızın efdaliyet bakımından Cebrail ile Mikail'in belirlendiğini ayırt etmek içindir.
Hakeza وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resulüne, onun akrabalarına yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir." [Enfal 41] ayeti de Allah'a tüm hayır yönleriyle yakınlığın genelleştirilmesinin ardından hayırlı yönlerin tafsilandırılmasıdır. فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ "Beşte biri Allah'a aittir...": Ecrin azamati bakımından mezkur snıfları ayırt etmek için "genelliğin ardından tafsilat" bakımındandır. Nitekim ayetin [فأن خمسه لله وللرسول وَلِذِي الْقُرْبَى] şeklinde gelmediği gibi aynı şekilde [فأن لله وللرسول ولذي القربى واليتامى والمساكين وابن السبيل خمسه] şeklinde de gelmemesi bunu teyit etmektedir. Yani bu durumda mübteda ve haber hususunda taraflar arasında bir eşitlik olup cümlenin tamamı olmadıkça manası tamamlanmaz demektir. Bilakis فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ "Beşte biri Allah'a aittir..." ayeti kerimesinde cümle tamamlanabilir.
Bu nedenle bizim için racih olan, Emval kitabına koyduklarımızdır. Âyet-i Kerime'de zikredilen sınıflar, beşte birin sarfedildiği yönleri sınırlandırmak için değildir. Bilakis humus, Beyt-il Mâl'e konulur ve Halife görüş ve içtihadına göre Müslümanların maslahatı için sarfeder. En efdal olanı, şayet bulabilirse bunu en hayırlı yönler yada benzerleri için ayırmasıdır... Bu hususta Halife, Müslümanların maslahatını, onların işerinin gözetilmesini, ihtiyaçlarının giderilmesini ve güvenliklerinin korunmasını amaçlar...
İmam Malik'in de; humusun paylaştırılmasının Müslümanların maslahatı için İmam'a geri döndürülmesi bakımından bu şekilde söylediği de bilinmelidir.