Pazar, 22 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/24
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

İsteyen Âciz, İstenen Âciz!

İstanbul'da düzenlenen Türkiye Afrika İşbirliği Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısı, 19 Ağustos 2008 Salı günü sona erdi. Toplantıda Afrika ülkelerinden gelen temsilciler arasında ikili ve çoklu görüşmeler yapıldı, Türkiye ile bazı Afrika ülkeleri arasında anlaşmalar imzalandı ve zirve sonunda, "Türkiye-Afrika Ortaklığı İstanbul Deklarasyonu" ve "Türkiye-Afrika Ortaklığı için İşbirliği Çerçeve Belgesi" yayınlandı.

Türkiye'de sözde bağımsız 53 Afrika ülkesinden sadece sekizinin diplomatik temsilciliği, Türkiye'nin ise sadece 12 Afrika ülkesinde diplomatik temsilciliği bulunduğu dikkate alınırsa, Türkiye ile Afrika arasındaki ilişkilerin oldukça sınırlı olduğu görülür. Afrika'nın önemli bir kısmını uzun müddet yöneten Osmanlı Hilâfet Devleti'nin bakiyesi olan Türkiye'nin, Sömürgeci Fransa kadar Afrika'da etkisi mevcut değildir. Şu anda girişilen çabalar da kadîm ilişkileri geliştirmek için değildir. Çünkü konferansa gelen o yöneticilerin neredeyse tamamı, Batılı Sömürgeciler tarafından atanmış ve desteklenmiştir. Kimi Amerikan, kimi İngiliz, kimi Fransız uşağıdır. Türkiye'nin yöneticileri de onlardan farklı değildir. Dolayısıyla bu zirveyi, Müslüman Türkiye halkı ile mazlum Afrika halkları arasında sıcak bir dostluk ve kardeşlik kapısı olarak görmek mümkün değildir. Üstelik bir sonraki zirvenin beş sene sonra yapılmasına karar verilmiş olması, bunun ani çıkarlara hizmet etmek üzere tasarlandığı anlamına gelmektedir.

Zirve hakkında en çok konuşulan konulardan biri de, Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşîr'in gelmiş olması ve Başbakan, Cumhurbaşkanı ve diğer üst düzey yetkililerce hoş karşılanmış olmasıydı. Bilindiği gibi kısa bir süre önce Devletlerarası Ceza Mahkemesi Savcısı tarafından, Ömer el-Beşîr hakkında Darfur'da soykırım yaptığı suçlamasıyla tutuklama kararı çıkarılmıştı. Kâfirlerin mahkemesinin, Müslümanların sorunlarından herhangi birine karışıp Müslümanların başındaki herhangi bir yöneticiyi yargılamaya elbette hakkı yoktur. Bu, Müslümanların kendi meselesidir ve yapılmış bir cürüm varsa hesabını sormak Müslümanlara düşer. Kâfirler önce kendi Sömürgeci yöneticilerini tutuklamalıdırlar. Bununla birlikte bu zirve toplantısında Ömer el-Beşîr'in sıcak bir şekilde karşılanması, onu aklayan ve haklı gösteren bir görüntü olmuştur. Bu da Türkiye ve Sudan yönetimlerinin, aynı Sömürgecinin uydusu olmalarından kaynaklanan dayanışmanın ürünüdür, yoksa Darfur'da neler olduğunu umursayan yoktur.

Irkçı bir karaktere sahip Türkiye Cumhuriyeti, yıllardan beri terennüm edilen Türkî Cumhuriyetlerle bile herhangi bir ortak platformda buluşamamışken, Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Asya'da, Irak'ta, Kırım'da ve daha pek çok yerde güya soydaşlarla dayanışma girişimleri hep fiyaskoya uğramış, hep Sömürgeci Kâfirlerin entrikaları uğrunda olmuşken, Türkiye ile sınırı bile olmayan Afrika ile hangi ortaklıktan, işbirliğinden veya birliktelikten bahsedilmektedir? Gerçekte bu tür çalışmalar, Amerika ve Avrupa gibi Kâfir Sömürgecilerin Afrika'ya yönelik son dönem planlarına paraleldir ve zirve sonunda yayınlanan deklarasyonu okuyanlar, o metnin bütünüyle Sömürgecilik izleri taşıdığını görür.

Devamını oku...

Yalnızca Hilâfet, Eğitim Kurumlarındaki Cinsel Tâcizi Durdurabilir

Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Hanımlar Resmî Sözcüsü Fehmide Ferhâna Hânım, son zamanlarda ülkenin değişik liselerinde ve üniversitelerinde artan cinsel tâciz haberlerinden duyduğu derin endişeyi ifade etti. Son birkaç yıldır kız öğrencilerin mâruz kaldığı cinsel tâciz vâkıaları, Dakka, RajŞahı, CihangirNagar ve diğer üniversiteler de dâhil, çeşitli eğitim kurumlarında artmaktadır. En son Mirpur'daki BCIC Okulu ve Lisesi'ndeki kız öğreciler, bazı öğretmenlerin tâcizine ve saldırısına mâruz kaldılar.

Son açıklamasında Fehmide Ferhâna Hânım, ülkede bağımsızlıktan bu yana kadınların haklarını ve güvenliğini sağlamak üzere elli küsur kadın hakları ve insan hakları örgütünün çalışmakta olmasına rağmen, değişik kesimlerde kadına zulüm oranının korkutucu düzeyde arttığını söyledi. Peş peşe gelen hükümetler de çeşitli yasalar çıkardılar, ancak kadının güvenliğini sağlamada başarısızlığa uğradılar. Üstelik eğitim kurumları şimdilerde kadına zulmün yeni arenası haline gelmiştir.

İnsanların değer verdiği eğitim kurumlarında kadının mâruz kaldığı tâciz ve zulüm, Batılı Kapitalist mefhumların doğrudan ve dolayı sonuçlarıdır. Kadın eşit haklar ve yetkiler verilmesi adı altında medya, kadını sürekli olarak cinsel bir obje olarak tasvir ederek toplumda kadına karşı çarpık bir bakış oluşturmaktadır. Bu bakış da eğitim kurumları dâhil her kesimde kadına yönelik cinsel tâcize ve zulme yol açmaktadır. Ardarda belirlenen politikalar ve yeni kanun metinler, kadının uğradığı zulmü engellemede başarısız kalmaktadır. Çünkü bu kanunlar, Batılı Kapitalist sisteme dayalıdır.

Fehmide Ferhâna Hânım, kadının uğradığı zulüm sorununun çözülmesi için Kapitalist sistemi ortadan kaldırıp yerine İslâmî Hilâfet sistemini koymamız gerektiğini söyledi. Muhâsebe ve Takvâ üzerine kurulu Hilâfet sistemi, kadına haklar ve güvenceler sağlar ve onları gerçek şeref konumuna yerleştirir. Yalnızca bu sistem, eğitim kurumlarındaki tâciz dâhil, kadına yönelik tüm zulümleri etkin bir şekilde durdurabilir.

 

Fehmide Ferhâna Hânım

حزب التحرير

Hizb-ut Tahrir

Hanımlar Resmî Sözcüsü

Bangladeş

 

Adres:              H. M. Siddque Mansion 55/A Purana Patlan, 4th Floor / Dhaka 1000 / Bangladesh

Cep Tel:           +(88) 0-17-11-54-82-43            E-mail: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. | Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Web:                www.khilafat.org

 

Devamını oku...

Köklü Değişim, Müşerref ile Birlikte, Ona Benzer Ajanlar Üreten Batılı Küfür Sisteminin Gömülmesini Gerektirir

  • Kategori Pakistan
  •   |  

18 Ağustos 2008 günü Devlet Başkanı Müşerref istifasını açıkladı. Muhakkak ki o, iktidarı boyunca Amerika'ya tam bir teslimiyetle hizmet etmiş, onlara İslâm'a ve Müslümanlara karşı savaşlarında açık destek sağlamıştır. Müşerref'in nüfûzunun azalmaya başladığına şahit olan Amerika, kendisine daha etkin hizmetler sunacak yeni ajanlar lehine ondan vazgeçmiştir. Kuşkusuz bu, Kâfirlerin yanında izzet arayan herkesin kaçınılmaz sonudur. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  بَشِّرِ الْمُنَافِقِينَ بِأَنَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا 138 الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِندَهُمُ الْعِزَّةَ فَإِنَّ العِزَّةَ لِلّهِ جَمِيعًا  "Münâfıklara kendileri için çok elîm bir azap olduğunu müjdele! (138) Onlar ki Mü'minleri bırakıp da Kâfirleri dost edinirler. (Bunu yaparak) onların yanında izzet mi arıyorlar? Muhakkak ki izzetin tamamı Allah'a aittir." [en-Nisâ 138-139] Ve şöyle buyurmuştur:  مَثَلُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ أَوْلِيَاء كَمَثَلِ الْعَنكَبُوتِ اتَّخَذَتْ بَيْتًا وَإِنَّ أَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. O kendisine bir yuva edinir. Oysa yuvaların en çürüğü elbette örümceğin yuvasıdır, keşke bilselerdi!" [el-Ankebût 41]

Müşerref'in zelîl bir şekilde istifa etmesi, onun gidişini kutlayan tüm politikacılara ders olmalıdır. Çünkü kendileri de güç, iktidar ve menfaat uğrunda Amerika ile yakın ilişkiler kurmaya ve bu bölgede Amerikan çıkarlarını pekiştirmek için tümüyle hazırlanmaya çalışmaktadırlar. Kuşkusuz, her ne zaman siyâsî açıklamalar yapsalar veya gelişmeleri yorumlasalar, Amerika'nın öfkesine mâruz kalmamak veya herhangi bir şekilde incitmemek için temkinli davranmaktadırlar. Bu yöneticiler bütünüyle emin olmalıdırlar ki Amerika kendilerinden yalnızca, politikasına hizmet ettikleri sürece râzı olacaktır.

Politikalarından uzaklaştıkları yahut bunları tümüyle uygulamaktan âciz kaldıkları vakit, Amerikan desteği ve yardımı ile ele geçirdikleri otoriteleri ellerinden kayıp gidecek, Amerika bugün Müşerref'ten vazgeçtiği gibi, yarın da kendilerinden vazgeçecektir. Kuşkusuz târih, Kâfirlerin kuklalarının ibretlik örnekleri ile doludur. Saddam Hüseyin örneği hiç de uzak değildir. Saddam, İngiliz menfaatleri uğrunda İslâm'ı ve Müslümanları ezip baskı altında tutmada hiçbir çabayı esirgemediği halde İngiltere, Amerika Irak'a saldırdığı sırada oluşan yeni egemen durumda menfaatlerini güvence altında tutmak için bu sâdık ajanından vazgeçip onu yüzüstü bırakmıştır.

Yine de tüm bu çarpıcı örneklere karşın Pakistan'ın yeni demokratik hükümeti, boynunu Batı'ya kölelik ilmiğine sokmak için uzatmaktadır ve Pakistan'ın kaynaklarını ve ordusunu Amerika'nın İslâm'a karşı savaşında kullanmaya hazır ve nâzırdır. Amerika ziyâreti sırasında Pakistan Başbakanı Gilânî, Amerikalılara tam desteğini şöyle diyerek ilan ediyordu: "Terörizme karşı savaşta Amerika ile tam bir işbirliği yapacağız." O zamandan beri Pakistan'ın kabileler bölgesine yönelik Amerikan saldırıları öylesine sıklaştı ki Gilâni iktidarında neredeyse Müşerref dönemini geçti. Amerika'nın Dr. Âfiye Sıddıkî'ye [el-Kâide'ye yardım ettiği iddiasıyla Pakistan'da tutuklanıp Amerika'ya yargılanmak üzere götürülen bilim kadını] yönelik gayri-insanî muamelesine rağmen bu demokrat Hükümet, Amerikan kuvvetlerine giden yiyecek, yakıt ve mühimmat akışı için Pakistan'ın dâimî destek rotası olarak kalacağı güvencesi verdi. Kezâ ekonomide de Hükümet, ekonomik sefâletin ve açlığın temelini oluşturan Batılı Kapitalist politikaların peşinden gitmeye devam etmektedir. Öte yandan tam da Amerika'nın Müslüman gençlik üzerinde İslâmî değerleri yok etme politikasına uyumlu olarak Hükümet, fâsit Batılı değerleri zerk etmek ve Müslümanlar arasında yozlaşmayı ve ahlâksızlığı yaymak üzere bir kültür ve medya kampanyası yürütmektedir. Pakistan'ın politikacıları şu andan itibaren anlamalıdırlar ki her kim İslâm'dan yüz çevirir, Kâfirlerin kılavuzluğunda hareket ederse, Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Ümmet'i onları asla bağrına basmayacak, nihâyetinde hor ve hakir, pişman ve perişan olacaklardır. Âhiretteki utanç ve zillet ise bundan daha büyük olacaktır. Ne ucuz bir ticaret!

Ey Pakistan Müslümanları! Bugün sizler bir Amerikan ajanından kurtulmanın doyumsuz sevincini yaşamaktasınız, ama hatırlayınız ki 1999'da Navâz Şerîf Hükümeti sona erdiğinde de derin bir oh çekip rahatlamıştınız. O halde niçin önünüzde yöneticiler birbiri ardına değişirken, hayatınızın her alanında hâliniz daha da kötüye gitmektedir? Bunun sebebi, her gerekli gördüğünde Amerika'nın karşınıza yeni yüzler çıkarması, ama anayasal güvence altında tuttuğu Pakistan'daki sömürgecilik sisteminin bekâsını daima korumasıdır. Sahnede görünen ister demokrasi ister demokrasi olsun, onun menfaatlerini aslen güvence altında tutan işte bu sistemdir. Dolayısıyla insanlar diktatörlüğü reddettiklerinde, Amerika demokrasi getirerek bu sisteminin güvenliğini sağlamaktadır. Asla aldanmamalıyız, çünkü diktatörlük gibi demokrasi de, Allah'ın ve Rasûlü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in hükümlerine karşı beşerin kararlarını, hükümlerini ve arzularını tercih ederek yürürlüğe koymakta, bu da politikalarının güvencesini sağlayan yasalar şekillendirebilmeleri için Sömürgecilere kapı aralamaktadır.

Üstelik mevcut sistem, varlığını koruduğu müddetçe Müşerref gibi liderler besleyip büyütecektir. Şüphesiz bu kokuşmuş küfür sistemine sarılan hiçbir politikacı, İslâm'a ve Müslümanlara karşı dürüst ve samimi olamayacaktır.

İşte bunun içindir ki yüzlerdeki değişim, asla hâlinizi iyileştirmeyecektir. Hâliniz ancak, bu Batılı küfür sistemi ve ona sarılan fâsit yöneticiler temelli kovulduğu ve yerine, İslâm'a uygun toplumsal, ekonomik, hukukî ve yönetim sistemleri, öğretim esasları ve dış politikalar uygulayacak Hilâfet kurulduğu vakit değişecektir. O halde sırf astar değişimlerine sevinip kalmak yerine Hilâfet'i kurmak için ayağa kalkınız, o Hilâfet ki 13 asrı aşkın bir süre boyunca, yalnızca Müslümanlar için değil, kezâ gayri-Müslimler için de adâlet ve merhamet kaynağı olmuştur.

Ey Güç Sahipleri! İslâm'ın ve Müslümanların düşmanı Müşerref'in gidişine Müslümanların böylesine sevinmesi, insanların İslâm'ı ne kadar sevdiklerinin, İslâm'a ve Müslümanlara karşı samimi yöneticileri ne kadar arzuladıklarının bir delîlidir. Ne var ki Amerika'nın bu sistem sayesinde getirdiği bu yöneticiler, İslâm'a ve Müslümanlara değil, hep Amerika'ya bağımlıdır. Öyleyse Müslümanları koruyacağınıza ve onları düşmanlara karşı savunacağınıza yemin etmiş olduğunuz halde böylesi bir sistemi nasıl kabullenirsiniz?

Karşı karşıya bulunduğunuz durum, Ümmet'e köklü değişim getirmek için idealdir. İslâm Âlemi'nde, Hizb-ut Tahrir'in uyarılarını her defasında şiddetle reddeden yöneticilerin âkıbeti de gözlerinizin önündedir. Daha geçen ay onlara mektuplar ve heyetler gönderip Kâfirlere kölelikte ısrar etmeleri halinde, yalnızca Âhiret'te hüsrâna uğramakla kalmayıp bu dünyada da koltuklarını kaybedebilecekleri konusunda uyarmıştı. Müşerref de uyarılanlardan biriydi ve aynen de öyle oldu! İşte Hilâfet'in kurulması için samimiyet, uyanıklık ve ciddiyet ile çalışan Hizb-ut Tahrir karşınızdadır ve Hilâfet'i kurarak halkınızı bu fâsit yöneticilerden ve Amerika'ya kölelikten kurtarmanızın zamanı işte şimdidir! Haydi Nübüvvet Minhâcı üzere İkinci Râşidî Hilâfet Devleti'nin ikâmesi için Hizb-ut Tahrir'e Nusret veriniz ki Müslümanlar yeniden dünyanın hâkim gücü haline gelsinler, şerefli atalarının konumuna erişsinler. Onlar ki İslâm'ı tatbîk ederek izzet ve kuvvet bulup harekete geçtiler, nice Kâfir düşmanlara korku saldılar, nice toprakları İslâm için fethettiler, tüm insanlığa örneklik teşkil ederek İslâm'ı bir hidâyet ve nûr olarak âleme taşıdılar.

O halde bu muazzam şerefe nail olmak için siz ne zaman harekete geçeceksiniz?

إِنْ تَنْصُرُوا اللَّهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ  "Eğer siz Allah'a [Dînine] nusret verirseniz, Allah da size nusret verir ve ayaklarınızı [Dîni üzere] sâbit kılar." [Muhammed 7]

 

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Daha önceleri Amerikalı yetkililer Müşerref'in Amerika Birleşik Devletleri için bölgedeki menfaatlerini korumada ve nüfûzlarını pekiştirmede bir "hazine" (bulunmaz Hint kumaşı) olduğunu, Afganistan işgâlinde kendileri için kararlılıkla çalışan biri olduğunu sık sık yinelemişlerdi... Ve dün, 18.08.2008 günü (istifa edip) yönetimden ayrılırken Amerika onu terk etti. O halde bu nasıl olur? Yoksa burada İngiltere ile siyâsî bir çatışma vardır da İngiltere'nin Müşerref'i kovmada başarılı olması sonucu mu meydana gelmiştir? Ayrıca Müşerref'in Devlet Başkanlığı makamındaki yerini kimin alması beklenmektedir?

 

Cevap:  Evet, gerçekten de Müşerref, Amerika Birleşik Devletleri için tam bir hazine, tam bir bulunmaz Hint kumaşı idi. Zîra o, Afganistan'da ve bölgede Amerika'ya pek çok hizmetler sundu. O kadar ki Müşerref'in desteği olmasaydı Amerika Afganistan'ı kesinlikle işgâl edemezdi, desek abartmış olmayız. Bunun yanı sıra "terörizme karşı mücâdele" bahanesiyle işgâle direnen Müslümanlara cephe alması da Amerika'nın, işgâle direnen çok sayıda Müslümanı tutuklamasını kolaylaştırmıştı.

Bunların hepsi doğrudur. Ancak Müşerref, son senelerde, bilhassa yaklaşık bir senedir, Amerika'nın plânlamalarını uygulamaya muktedir olmadı. Zîra gerek insanlar nezdinde, gerek ordu nezdinde, gerekse parlamento nezdinde konumunun sarsılmasından dolayı bundan âciz kaldı. Bu da özellikle kabileler bölgesi, Swat Vâdisi ve Lâl Mescid'deki katliamları başta olmak üzere Müslümanlara karşı cürümlerinin çoğalmasından, kendisini Amerika'nın kucağına atmak için arsızca çırpınmasından ve Müslümanların yalnızca fikirlerini ve mefhumlarını değil, şiarlarını dahi hiçe sayarak Amerika'ya her tür hizmeti sunmasından ötürüydü.

Nitekim Amerikalı bazı yetkililerin açıklamaları, gerek iktidar nezdinde, gerek ordu nezdinde, gerekse ümmet nezdinde konumunun sarsılması sonucunda Müşerref'in görevlerini Amerika'nın arzuladığı şekilde layıkıyla yerine getirmekten âciz kaldığını ifşa etmiştir. Afganistan'daki Amerikan kuvvetlerinin komutanı Korgeneral David D. McKiernan'ın 07.08.2008 günü Amerikan CNN Televizyonu'na verdiği demeç, bu açıklamalardan biridir. Şöyle diyordu: "Pakistan Hükümeti'nin daha fazlasını yapması gerektiğine inanıyor muyum? Evet kesinlikle! Pakistan'daki ISI [Pakistan İstihbârat Teşkilatı] gibi örgütlerden bir kısmında biraz suç ortaklığı olduğuna inanıyor muyum? Evet, olduğuna inanıyorum... Bu sene Afganistan'ın güneyinde ve doğusunda yabancı savaşçıların sayısında belirli bir artış gözlemledik. Pakistan'daki yetkililerden, onların güvenli sığınaklarına karşı harekete geçmelerini bekliyoruz."

New York Times Gazetesi ise CIA [Amerikan Merkezî Muhâberat Teşkilatı] Başkan Yardımcısı Stephen Kappes'in, Pakistanlı yetkililerden açıklama talep etmek ve onlara, Pakistan İstihbârat Teşkilâtı ile Celâleddîn Hakkânî liderliğindeki isyancı şebeke arasında gizli işbirliği olduğuna dair delîller göstermek için İslâmâbâd'a gittiğini bildirdi. Gazete şunu da teyit etti: "Amerikalılar, 60 kişinin ölümüne yol açan Kâbil'deki Hindistan Büyükelçiliği'ne yönelik saldırıya Pakistan istihbârat birimlerinin bazı unsurlarının karıştıklarını kanıtlayan haberleşmeleri izlediler."

Amerika kavradı ki Müşerref'in Amerika'ya hizmette gösterdiği onca fedakârlık ve özveri ile harcadığı çabalara rağmen Müşerref'in ordu, hükümet ve halk ile ilişkilerinde konumunun sarsılması, yükümlülüklerini Amerika'nın arzuladığı şekilde yerine getirmesine imkân vermemektedir.

Binâenaleyh Amerika, Müşerref'in artık rolünü tamamladığını ve insanları Müşerref diktatörlüğünden kurtarıcı gibi görünen, sonra Amerika'nın menfaatlerini gerçekleştirecek, nüfûzunu koruyacak, terörizme karşı mücâdele gerekçesiyle Müslümanlara karşı savaşı sürdürecek... yani yıldızı kayıp da istifa etmeden evvel iktidara sıkı sıkıya yapıştığı sıralarda Amerika'ya gösterdiği hizmette olduğu gibi Müşerref'in çizgisini devam ettirecek bir alternatif çıkarmanın kaçınılmaz hale geldiğini gördü.

Kayda değerdir ki Müşerref'in ayrılması (dünkü istifası) bir günlük iş değildir. Bilakis Müşerref'in yıldızı, dört aşamada yavaş yavaş kaymaya başlamıştır. 18.08.2008 günü istifasını ilan etmesiyle tükeninceye değin yıldızı her aşamada azar azar sönmüştür. Bu aşamalar şunlardır:

Birinci Aşama: Amerika, İngiltere ile anlaşma yapıp bunun gereği olarak Pakistan Halk Partisi Lideri Benâzir Butto'nun İngiltere'deki sürgününden Pakistan'a dönmesine izin verdi. Bu anlaşmada en bariz iki husus vardı:

Birincisi: Pakistan Halk Partisi, Müşerref'in yeniden Devlet Başkanı seçilmesine itiraz etmeyecek,

İkincisi: Benâzir Butto, etkin yetkilerle başbakan olmak koşuluyla Müşerref ile otoriteyi paylaşacak.

Yani Amerika, Laik Benâzir Butto'nun partisinin desteği olmadan Müşerref'in iktidarda kalmaya devam etmesinin mümkün olmadığını idrâk etti. Bu ise Müşerref'in Müslümanlara karşı katliamlarından ve onların nefretini kazanmasından ötürüydü. Böylelikle Amerika, kısıtlı da olsa Müşerref'in yetkilerinden bir kısmını bu anlaşma sayesinde kurtarabileceğini düşündü.

Kayda değerdir ki Halk Partisi, kitleleşmiş bir parti değil, "toplama" bir partidir. Yani fertlerinin benimsediği ve etrafında kitleleştiği sınırlı fikirlere sahip değildir, bilakis ilişkileri, belirli menfaatlere ve şartların gereğine göre şekillenmiş şahıslardan müteşekkil bir topluluktur. O nedenle içerisine sızmak gayet kolaydır ve öyle de olmuştur. Zîra Baba Butto döneminde Pakistan Halk Partisi'nin arkasında Amerika vardı, ancak İngiltere, Benâzir Butto'nun oradaki sürgün yılları boyunca onun ve Pakistan Halk Partisi'ndeki etkin liderlerin dostluğunu kazanmaya güç yetirebilmiş, Baba Butto döneminde Amerika'ya dost olmasından sonra, İngiltere onu kendi tarafına çekecek derecede etki edebilmişti.

Binâenaleyh ilk aşama; Müşerref'in kısıtlı yetkileri pahasına, Benâzir Butto'nun Pakistan'a dönmesini sağlayan bu anlaşmadır.

İkinci Aşama: Amerika'nın Navâz Şerîf'e Pakistan'a dönüş izni verdiği gündür. Zîra Navâz Şerîf, Amerika'nın adamı olduğu halde, Hindistan'ın eski Başbakanı Vajpayi liderliğindeki Baharatiya Cenata Partisi'nin iktidarda olduğu esnada Pakistan Ordusu'nun Hindistan'daki Kargil Tepeleri'ni işgâl etmesine mâni olamadığı zaman Amerika ona çok öfkelenmişti.

Bilindiği gibi Amerika, İngiliz yanlısı bir parti olan Kongre Partisi'nin Hindistan'da uzun yıllar boyu süren iktidarından sonra Cenata Partisi'nin dostluğunu kazanıncaya kadar çok yoğun bir çaba sarf etmişti.

Amerika, Vajpayi iktidarının ömrünü uzatmak için ekonomik, siyâsî ve askerî olarak onu desteklemiş, ardından Kargil Tepeleri'nin işgâl edilmesi, Cenata Partisi'nin popülaritesine saplanmış bir hançer mesâbesinde olmuştu.

Onun için Amerika, Navâz Şerîf'e karşı düzenlenen ve kovulmasına yol açan Müşerref darbesinin arkasında yer almış, ona uzun müddet öfkeli kalmış ve geri dönüşüne izin vermemişti.

Fakat "özellikle Butto suikastinden sonra" Pakistan Halk Partisi'nin halk desteğinin tavan yapması ve dolayısıyla bu artışın, Halk Partisi'nin seçmenlerin oylarını silip süpürmesi, ardından anlaşma bentlerine bağlılıktan vazgeçmesi ve tek başına iktidarı üstlenmesi ve böylelikle İngiliz nüfûzunun geri dönmesi ihtimâli belirince, Amerika korkuya kapıldı.

Bundan dolayı, hem Müşerref'e dönük halk öfkesini paylaşması, hem de Halk Partisi ile otoriteyi paylaşması için Navâz'ın Pakistan'a dönüşüne izin verdi ki tüm oylar Halk Partisi'ne gitmesin, bilakis oyların büyük bir çoğunluğu, Butto'nun partisi ile Navâz'ın partisi arasında dağılabilsin.

İşte bu, ikinci aşamadır. Nitekim Navâz Şerîf'in dönüşünden, Müşerref sonrası döneme hazırlık işlerinin başladığı açıktı.

Üçüncü Aşama: Amerika'nın Müşerref'e, Devlet Başkanı seçilmesini kolaylaştırmak için, karşılaştığı her halk krizinde veya meclis krizinde kuvvet açısından istismar ettiği Genelkurmay Başkanlığı'nı bırakma sinyali vermesidir.

Dördüncü Son Aşama: Hâlihazırdaki Pakistan Başbakanı Rızâ Gilânî'nin Amerika ziyâretidir. Kendisi orada Bush ile uzun bir görüşme yapmış, sonra Pakistan'a dönüp Müşerref'in azline ilişkin icraatlara girişmiştir.

Bu ziyâreti takip edenler, Rızâ Gilânî'nin Amerika'ya boyun büktüğünü ve Amerika'nın, öne süreceği Devlet Başkanlığı adayı için Halk Partisi'nin desteğini garantilediğini görmüştür. Navâz Şerîf'in partisi ise zaten çantada kekliktir.

Bu ziyâretin sonucu olarak Amerika, koalisyon hükümetine Müşerref'in azil işlemleri için yeşil ışık yakmıştır. Bu da Rızâ Gilânî'nin ve dolayısıyla Halk Partisi'nin Amerika'nın göstereceği devlet başkanı adayı için destek muvâfakatini garantiledikten, yani Halk Partisi'nin Amerika'nın istediği kişinin devlet başkanlığına ulaşmasına engel olmayacağı garantisinden sonra olmuştur.

Rızâ Gilâni, bir İngiliz ajanı olarak, İngilizlerin Amerika ile cepheleşmeme politikalarında yaptıkları gibi, Amerika'nın istediği kişiyi devlet başkanlığına ulaştırmasına engel olmayacağına dair Bush'a muvâfakat vermiş olabilir. Lâkin râcih olan; Amerika'nın, yeni otoritede oldukça önemli bir makam önerisiyle onu ayartmış olması ve onun da Amerika'ya yakınlaşmış olmasıdır.

Fakat beklenen o ki İngiltere, mezkur anlaşmadan beri Pakistan yönetimine ortak olma bakımından kendisine açılan bu fırsatın heder edilmesine suskun kalmayacaktır. O nedenle, önceki anlaşmaya benzer şekilde yönetimde faal bir ortaklığı garantilemedikçe Halk Partisi'nin kendisine dost liderleri yoluyla, önümüzdeki devlet başkanlığı seçimlerini engellemek için çalışacaktır.

İngiltere'nin Pakistan'da eksiksiz bir nüfûza tamah edecek tâkâti yoktur, ancak eline geçen fırsatı da geri tepmeyecektir. O nedenle Amerika'nın şimdi arzuladığı devlet başkanlığı seçimlerini engellenmesi, yeni bir anlaşma görüşmeleri başlatılmadıkça muhtemeldir, hem de kuvvetle.

Beklenen müstakbel devlet başkanının kim olacağına gelince; bilinmelidir ki öne sürülecek isim kim olursa olsun, devlet başkanlığı adaylığında ve seçilmesinde en etkin rol Amerika'ya ait olacaktır. Buna göre üç ihtimal mevcuttur:

Birinci İhtimal: Rızâ Gilânî olabilir. Bu da Amerika'nın, onun gerçekten kendisine dost olduğundan emin olması halinde mümkündür, yoksa görünüşte Amerikan politikasına uyumlu gibi görünmeyi, sonra arkadan hançerlemeyi temel alan yeni İngiliz yöntemi gereğince sırf şeklî bir dostluğu kabul etmeyecektir. Şayet Amerika Rızâ Gilânî'nin kendisine gerçek anlamda dost haline geldiğinden mutmain olursa, ne âlâ. Ancak bu durum, Halk Partisi'nin İngiliz uşağı liderleri yoluyla suhuletle sükut etmeyecek ve Rızâ Gilânî'ye sorunlar çıkarabilecek olan İngiltere'nin sakinleşmesini gerektirir.

İkinci İhtimal: Navâz Şerîf'in partisinden, evlâ babından liderlerinden biri olabilir, ama Amerika'nın adamlarından olduğu halde, gerek halk arasında fazla sevilmemesinden, gerekse Kargil krizinin etkilerinin henüz Amerika'nın aklından çıkmamış olmasından dolayı bizâtihi Navâz Şerîf olmaz. Navâz Şerîf'in adaylığı, ancak onun partisinden güçlü bir aday çıkmaması halinde söz konusu olabilir. O zaman belki ona yönelebilir.

Üçüncü İhtimal: Söz konusu bu iki ihtimalin zorlaşması halinde Amerika, yeniden orduya yönelebilir. Hele ki Genelkurmay Başkanı Eşraf Kiyânî, Müşerref'in aday göstermesi ve Amerika'nın muvâfakati ile ordu komutanlığına atanmış iken. Yine de Amerika, eksantrik Amerikan demokratikleşmesine uygun olarak askerîn siyâsete karışması gibi bir araçtan da mahrum olmayacaktır!

Son olarak diyoruz ki keşke bu uşak yöneticiler, Sömürgeci devletlerin kendilerinden önceki uşakların başına neler getirdiğini, rollerini ve görevlerini tamamlamalarından sonra onları çekirdek çitler gibi nasıl çitleyip attığını, böylelikle atılmış bu uşakların, Kâfirlere uşaklıkları ve Ümmet'e hıyânetlerinden ötürü dînlerini kaybetmelerinden sonra dünyalarını da kaybettiklerini bir akletseler, bir ibret alsalardı!

Diyoruz ki şâyet akletselerdi, Sömürgecilere yanaşacaklarına, halklarına yakınlaşıp hiç olmazsa dünyalarını korurlardı, lâkin hiç aklederler mi?!

 

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Ancak Hilâfet'in Kurulmasıyla, 1947'de Verilen Kurbanlar Meyvesini Verir

Pakistan'ın Kabileler Bölgesi'ne yönelik Amerikan füze saldırıları ve Pakistan ekonomisine, siyâsetine, dâhilî ve hâricî işlerine yönelik Amerikan müdâhalesi ortasında hiç kimsenin, Pakistan'ın gerçek anlamda bağımsızlığa kavuştuğunu savunmaya cesareti kalmamıştır. Bugün bizler bağımsız bir millet değiliz, bilakis halen dahi Batı'ya köleyiz. Halen kendimizi Sömürgecilik sisteminin ilmiğinden kurtarmanın mücâdelesini vermekteyiz. Tâ ki Hilâfet'i kurmaya muktedir oluncaya ve Allah'ın kelimesi en yüce oluncaya dek!

Filhakîka 14 Ağustos'u, [Pakistan'ın Bağımsızlık Günü] İslâmî yönetim altında yaşamak isteyen 600,000 el-Hind Müslümanının kurban verildiği bir gün olarak yâd etmeli, bugün onların arzularını ve amaçlarını yerine getirmenin tek yolunun, İslâmî Devlet'i, boynumuzun borcu olan Hilâfet'i ikâme etmek olduğunu kavramalıyız. Artık Pakistan'ın mevcut ajan yöneticileri, gerek demokrasi gerek diktatörlük yoluyla Kapitalist sistemi dayatarak kitleleri köleleştirmeye daha fazla devam edemez, er yada güç, bugün yada yarın bundan vazgeçmek zorunda kalacaklardır.

O yöneticiler, Keşmir Müslümanlarına gıda sevkıyatını keserek binlerce Müslümanı öldürmekle tehdit eden Hindistan'a tepki olarak güya öylesine öfkelenirler ki Ahand Barat'ın [Büyük Hindistan megali ideası] zeminini hazırlamak üzere Pakistan'ın ve Hindistan'ın Bağımsızlık Günü'nü birlikte kutlayan Laik sivil toplum kuruluşlarını açıktan ve gizliden desteklerler. Bugün Ümmet Hilâfet'i kurmaya mecburdur. Sırf İslâm uğrunda 1947 yılında yüz binlerce Müslümanın göçü ve fedakârlığı ancak böyle meyvesini verir ve bu muazzam fedâkârlık heba olmaz.

 

Devamını oku...

Masum Canlara Kıyan Yeni Mücrim Katliam, Bir Güvenlik Sorunu mudur, Yoksa Bir Varlık ve Sistem Krizi midir?!

  • Kategori Lübnan
  •   |  

بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰـــنِ الرَّحِيـــم

إِنَّمَا جَزَاء الَّذِينَ يُحَارِبُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الأَرْضِ فَسَادًا أَن يُقَتَّلُواْ أَوْ يُصَلَّبُواْ أَوْ تُقَطَّعَ أَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُم مِّنْ خِلافٍ أَوْ يُنفَوْاْ مِنَ الأَرْضِ ذَلِكَ لَهُمْ خِزْيٌ فِي الدُّنْيَا وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ  "Allah'a ve Rasûlü'ne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için Âhiret'te de büyük azap vardır." [el-Maide 33]

 

Bu beldedeki mücrim patlamalar, masum kurbanların sayısını arttırmak ve kanlarını, bu beldenin dâhilindeki ve hâricindeki çatışma tarafları arasındaki karşılıklı mesajlaşmaların mürekkebi haline getirmek üzere süregelmektedir. Bugünkü Trablus patlaması, geniş çaplı cürümü ile gündeme damgasını vurdu. Öyle ki ardında onlarca ölü ve yaralı kurban ederek, bu beldenin zemîninde birbiriyle çatışan tarafların cürüm boyutuna yeni bir kanıt gösterdi.

Soruyu tekrarlıyoruz: Siyâsî çatışmanın yerli ve yabancı tarafları, insanların kanlarını, güvenliklerini ve geleceklerini karşılıklı mesajlaşmaların ve baskıların bir aracı haline getiriyorlarsa, insanların güvenliğini ve maslahatlarını korumada güvenlik birimleri'nin rolü nerede kalıyor? Buna cevap: Ne yazık ki güvenlik birimleri bizâtihi bu çatışmanın meydanlarından, hatta araçlarından biridir. Bu dehşetengiz cürümün fâilleri, üç yılı aşkındır Lübnan'ın tanık olduğu onlarca güvenlik ve politika cürümleri gibi fâil-i meçhul kalacaktır.

Bu facia, birbirleriyle çatışan iki grup arasındaki anlaşmaya binâen "Kontenjan" Hükümeti'nin güvenoyu almasının ertesi günü meydana gelmiştir. Bunun da hükümetin görevinin, gelecek ilkbahardaki milletvekilliği seçimlerini icra etmek olduğu üzerinde herkesin ittifak ettiği bir vakit olması, bu hükümetin, birbiriyle çatışan iki gruptaki tarafların girdiği seçim kampanyası meydanlarından biri olduğu anlamına gelmektedir. Gerçek şu ki aslında sorun, ne güvenlik sorunudur, ne seçim sorunudur, ne de hayatî bir sorundur. Bilakis sorun, beceriksiz bir varlık ve kıytırık yapıya sahip bozuk bir nizâm krizidir.

Zîra önceki Cumhurbaşkanının görev süresi dolunca, makamı aylarca boş kaldı, bunun öncesinde taifelerden birini temsîl eden bakanlar hükümetten çekildi, Lübnan'ın yarısına önderlik eden muhâlefet, hükümetin meşru olmadığını ve dolayısıyla Lübnan'da hiçbir yürütme organı bulunmadığını ilân etti. Doha Anlaşması'ndan sonra ise, yeni bir Cumhurbaşkanı seçilince Hükümetin istifâ etmesi, yeni bir hükümet kurulması gerekti ve kurulan hükümetin başbakanının ilân edilmesi bir buçuk ayı buldu. Bu süre zarfında istifâ eden Hükümet işleri idâre ediyordu, ancak herhangi bir önemli siyâsî karar alma yetkisine sahip değildi. Hükümetin kurulmasından sonra yeni siyâsî çarpışmanın yörüngesi olan kabînenin şekillenmesindeki gecikme nedeniyle, güvenoyu almadan önce yaklaşık bir ay işleri idare etme (sürünceme) hükümeti olarak kaldı. Ardından bu şekillenmenin mecliste ele alınması, karşılıklı hakaretler ve çirkin ifâdeler haddine varacak düzeyde sözlü sataşmalara tanıklık ederek uzadı. Dolayısıyla bu Hükümet de, üyeleri arasındaki siyâsî savaşın bir meydanı olacaktır. Çünkü o, zırvaca Vatanî Birlik Hükümeti olarak isimlendirdikleri bir Kontenjan Hükümeti'dir. Ömrünün birkaç ay olacağı sanılan bu Hükümet'in önüne, milletvekilliği seçimleri yasasını çıkarması, ardından da bu mahzun beldede yeni bir kabilevî çarpışma başlatacak seçimleri icra etmesi gelecektir. Belde ve halkının başına neler getireceğini Allahu Te'alâ'dan başka hiç kimsenin kestiremeyeceği seçimlerden, vay bu beldenin haline! Bu seçimlerin yapılması halinde bile belde, tekrar hükümetin istifası, yeni bir hükümet kurmakla yeni bir başbakanın görevlendirilmesi, kabinenin şekillenmesi ve güvenoyu kampanyası şeklinde yeni bir sarmalın içine sürüklenecektir. Zîra her seçim, istifa, görevlendirme, hükümet kurma, kabine şekillendirme, güvenoyu oturumu, liyakat tartışması ve anayasal süreç ardından Lübnan halkı, fitnelerin, çatışmaların, patlamaların, sokak ve mahalle çarpışmalarının, havada uçuşan karşılıklı sataşmaların, kin, nefret ve öfke provokasyonlarının ateşi üzerinde evirilip çevrilecektir. İyi de böyle devlet olur mu hiç?!

Aklı başında herkesin örfünde siyâsî otoritenin görevi, ancak devleti, yani toplumu oluşturan siyâsî topluluğun kabul ettiği kanunları ve nizâmları infâz ederek insanların işlerini gözetmektir. Eğer siyâsî otorite olmasaydı, toplum kargaşa içerisine sürüklenir, orman kanunları hâkim olur ve insanların işlerinde düzensizlik oluşurdu. Dolayısıyla devletin başarısı; insanların işlerini gözetmedeki, örflerine, kanaatlerine ve ölçülerine göre toplumu düzenlemedeki başarı oranı ile ölçülür. O halde otorite; gerilimin, kaosun, parçalanmanın kaynağı olur, akımlar ve sözde siyâsî güçler arasındaki çatışmanın meydanı haline dönüşürse, meşru olduğunu nasıl iddia edecek?! Varlık gerekçesi ne olacak?!

Lübnan'daki sorun, karmaşık bir sorundur. Zîra bu devletin, üzerinde temerküz ettiği bir toplumu yoktur ve dolayısıyla insanlar bu devlet çevresine suni olarak toparlanmamış olsa, esâmisi bile kalmazdı. Gerek yürütme, gerek yasama, gerekse yargı olsun, bu devletin Lübnan'daki organları; ancak kendilerini taifeler olarak isimlendiren kabilelerin, makam, mevki, görev ve para sahibi olmak üzere pay ve hisse kapmak için rekabet ettikleri ve çekiştikleri bir çiftliktir. Zîra Lübnan'daki devlet, en iyimser olasılıkla, Lübnanlı kabîle şefleri arasındaki kontenjan paylaşımının yalancı şahididir, en kötümser olasılıkla ise aralarındaki çatışmanın meydanıdır, ancak her halükârda bölgesel ve devletlerarası güçlerin posta kutusudur. Burada mektuplar kan ve barut ile yazılır, buraya bırakılır, burada açılır ve burada okunur. İyi de böyle devlet olur mu hiç?!

Eğer devlet, Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in tanımladığı gibi kendisiyle korunulan ve ardından savaşılan bir devlet olursa, ne güzel bir devlet olur. Fakat üzerinde korsanların çatıştığı, uğrunda insanların şereflerinin ve haysiyetlerinin ayaklar altına alındığı bir ganîmet olursa, eninde-sonunda mutlaka tarih çöplüğüne gider.

Ey Lübnan Halkı!

Kanlarınızı yakıt yapa yapa gelecek aylarda yaşanacak çarpışma, seçim sandıklarında oylarınızı gasp etmeye yönelik bir çarpışmadır. O halde sizleri ve kanlarınızı istismâr edenlerin çağrılarına mı icâbet edeceksiniz? Yoksa ülkeyi ve halkını, bölgesel ve devletlerarası güçlerin çatışmasına peşkeş çeken bu kokuşmuş fırkacı nizâmı reddettiğinizi mi ilân edeceksiniz?

Ey Müslümanlar!

Durumunuzun bozukluğunu ve sizlere tahakküm eden nizâmların akametini idrak etmeniz için daha ne kadar sıkıntılara, trajedilere ve felaketlere maruz kalmanız gerekecek?! Sizleri Batı hadâratından, hâkimiyetinden ve içerisinde bulunduğunuz felâketten kurtaracak İslâm yönetiminin ve devletinin kurulması dışında başka bir kurtarıcının olmadığını anlamanızın vakti gelmedi mi? Biliniz ki Hilâfet'in kurulması için çalışmanın külfeti, bozuk ajan nizâmların gölgesinde tek bir günün sıkıntılarına bile denk değildir, Ey Müslümanlar!

Sizleri, Rabbinizin Şeriatı'na dayanmayan tüm projeleri kaldırıp atmaya, ne besleyen ne de aç bırakan ara çözümleri reddetmeye davet ediyor, yegane köklü çözüm için çalışmak üzere azimlerinizi keskinleştiriyoruz.

أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ  "Yoksa onlar Cahiliyye hükmünün mü peşindeler? Akleden bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" [el-Mâide 50]

 

www.hizb-ut-tahrir.org | www.hizb-ut-tahrir.info | www.turkiyevilayeti.org |www.tahrir.info

 

Devamını oku...

وَلاَ تَحْسَبَنَّ اللّهَ غَافِلاً عَمَّا يَعْمَلُ الظَّالِمُونَ "Sakın Allah'ı, zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma!" [İbrâhîm 42]

300'den fazla "İslâmcı" mahkum, hem işledikleri hiçbir suçları ve günahları, hem bugüne dek haklarında hiçbir yargı kararı olmadığı halde uzun süredir yaşadıkları trajedilerine son verilerek salıverilmeleri için yeni bir açlık grevi başlattılar. Bu mahkûmların meselesini, yayınlarımızda, basın açıklamalarımızda, basın toplantılarımızda ve haksızlıklara ve hakâretlere maruz kalmaları üzerine geçen sene Trablus'taki Taynâl Câmii'ndeki dayanışma gününde çokça gündeme getirmiştik. Mahkûmların aileleri de defalarca protesto gösterileri düzenlemişler, ileri gelenler ve yetkililerle görüşmek için kapı kapı dolaşmışlardı. Ancak bu çağrılar, ülkedeki yöneticilerin kulaklarına hiç gitmemişçesine boşa çıktı. Yine de denize düşen yılana sarılırmış misâli, mahkûmların ve akrabalarının ümitlerini arttıracak yeni siyâsî bir mevsim baş gösterdi. Bununla kastımız, birbirleri ile çatışan grupların seçmenlerin oylarını gasp etmek için ellerindeki tüm imkânları seferber ettikleri önümüzdeki milletvekilliği seçim mevsimidir. Şimdi bu mazlumların belirsizliği bu mevsimde, envaî türde hakârete ve baskıya maruz kalarak yaklaşık bir buçuk senedir hapishanede tutulmalarının ve daha önce de soruşturma sırasında en iğrenç işkence türlerine maruz kalmalarının ardından bazı yetkililer nazarında gerçekten adil bir davaya dönüşecek mi?! Hem kendisine, hem halkına, hem de insanlık onuruna saygı gösteren devletler, her türlü kasıtlı fizikî veya psikolojik baskı altında mahkûmların verdiği her türlü ifâdeyi, herhangi bir yargı kararına dayanmayan geçersiz ifâde olarak değerlendirirler. Liderleri, hukukun ve insan haklarının üstünlüğünden dem vuran Lübnan'da ise tedhiş, fizikî işkence ve zulüm baskısı altında alınan itiraflar, kanundan daha yerleşik bir uygulama haline gelmesinin yanı sıra onlarca genç, hiçbir insana saldırmadıkları halde bir buçuk senedir tutuklu bulunmaktadırlar. Onlara isnat edilen tek suçlama ise Irak'ta işgalci düşmana karşı savaşmak veya saldırıya maruz kalmaları halinde kendilerini ve ailelerini savunmak amacıyla evlerinde bireysel silâhlara sahip olmalarıdır. Oysa fırkacı fitne savaşçıları, ağır silâhlarıyla ve füzeleriyle Beyrut, el-Cebel ve Trablus sokaklarına inerek haklarında hiçbir hukukî soruşturma açılmaksızın katlettikleri, yaraladıkları, yaktıkları, yıktıkları, sürgün ettikleri ve etrafa korku saçtıkları halde tek bir kurşun dahi sıkmakla suçlanmadılar? Niçin? Cevabı çok basit; çünkü bu savaşçılar, cürümleri ne kadar büyük olursa olsun dokunulmazlık zırhı verilen fırkacı liderlere bağlıdırlar. Bakışlarını, bu asırda Müslümanların en şerefli meselelerinden biri sayılan Irak'a yönelten gençler ise, Lübnan'daki yetkililer nazarında suçludurlar. Çünkü onlar, Lübnan'daki hiçbir kabîle liderinin koruması altında değildirler, dahası asrın Fir'avun'u Amerika'ya düşmanlık ilân etmiştirler! Seçim ve benzeri politik mevsimler bir yana, Müslümanlardan olan ve olmayan saygın eşrâfa sesleniyor ve diyoruz ki bugün tâifelerin liderlerine dostlukla ile temsîl eden cahiliye örflerini terk ediniz ve öteki insanlara, Lübnan'da siyâset bezirgânı olan fırkacı kabîlelerin liderlerine tâbi olmaları sıfatıyla değil, insan olmaları nazarı ile bakınız. Mahkûmların ailelerine ve akrabalarına ise deriz ki seçim mevsimlerini o kadar da güvenmeyiniz. Zîra ülke dışından gelecek tek bir sinyal, mahkum bezirgânlarının bakışlarını bu seçim pazarından başka bir pazara çevirmeleri ve Amerika ile bölgesel nizâmları daha az öfkelendirecek başka bir pazara bel bağlamları için yeterlidir. Ayrıca kamuoyunu ve siyâsî aktivistleri, mahkumlar karşısında adil ve insaflı bir duruş sergilemeye davet ediyoruz. Kasten olmasa bile zulme sessiz kalmak ona ortak olmaktır.  فَإِنَّ الظُّلْمَ ظُلُمَاتٌ يَوْمَ الْقِيَامَةِ "Muhakkak ki zulüm, Kıyâmet Günü'nün karanlıklarıdır."

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER