Çarşamba, 02 Cumade’s Sânî 1446 | 2024/12/04
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Türkiye Vilayeti: Gündem Değerlendirme Toplantısı 26/11/2024

  • Kategori Türkiye
  •   |  
Hizb-ut Tahrir Türkiye Vilayeti: Gündem Değerlendirme Toplantısı 26/11/2024
 

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu Başkanı Mahmut Kar gündeme ilişkin açıklamalarda bulundu.

- UCM'nin Netanyahu ve Gallant Kararı
- Kemalizmin "Sihirli" Cümlesi
- Laiklik Tartışmaları

H. 24 Cumâde'l Ûlâ 1446 El-Muvafık M. 26 Kasım 2024

turkiye vilayeti

İlgili Bağlantılar:

Devamını oku...

Ürdün Rejimi, Yahudi Varlığını Koruma Ve Gazze'yi Yüzüstü Bırakma Konusundaki Rolünü Yeniden Teyit Ediyor!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Ürdün Rejimi, Yahudi Varlığını Koruma Ve Gazze'yi Yüzüstü Bırakma Konusundaki Rolünü Yeniden Teyit Ediyor!

Haber:

20/11/2024 Çarşamba günü Ürdün rejimi, Gazze Şeridi halkı için yardım, tıbbi ve ilaç malzemeleri yüklü bir askeri uçak filosu gönderdi. Bu malzemeler el-Karara bölgesinden taşınarak Gazze’deki BM Dünya Gıda Programı’na (WFP) teslim edildi.Aynı gün Ürdün Devlet Güvenlik Mahkemesi eski milletvekili İmad El Advan davasında 13 kişi hakkında karar verdi.Mahkeme el-Advan’ı, yasadışı olarak nitelendirdiği bir şekilde kullanmak amacıyla Filistin’e silah ihraç etmek suçundan 10 yıl hapis cezasına çarptırdı. Ayrıca mahkeme, diğer üç sanığı da yasadışı yollardan kullanmak amacıyla silah ihraç etmek, silah satmak ve Krallık içinde düzeni bozacak eylemlerde bulunmak suçlarından 10 yıl hapis cezasına çarptırdı.

Yorum:

Bu iki haberde ironi, Ürdün’deki rejimin Filistin ve halkına yönelik utanç verici mesajını ve yaklaşımını ortaya koymaktadır; zira rejim, Filistin halkının bazı yaralarını sarmakla ve Gazze Haşim’deki açlara, yaralılara ve yaslılara yardım kırıntıları ulaştırmakla övünmektedir. Dolayısıyla onun lisanı hali şöyle diyor: “Ey Filistin halkı, hayal etmenize izin verilen maksimum şey işte budur”; yani Yahudi varlığının izin verdiği ölçüde, onun geçişleri ve kanalları ve onun için kabul edilebilir olan kurum ve kuruluşlar aracılığıyla az miktarda gıda ve sağlık malzemesi tedarik etmektir.Askeri yönlerden, seferberlikten ve gerçek destekten bahsetmeye gelince; bu, rejimin on yıl ve daha fazlasına varan en ağır ve şiddetli cezalar uyguladığı yasaklardan ve suçlardan biridir.

Ürdün’deki rejim, Yahudi varlığına acı çektirmek için kullanılabilecek bazı silahları teslim etme girişiminden dolayı İmad el-Advan’ı onurlandırmak yerine, onu ağır cezayı hak eden bir suçlu olarak değerlendirmiş, daha da ileri giderek, onun ve arkadaşlarının davranışlarının Krallık içindeki düzeni bozabileceğini ifade etmiştir; zira rejim, kendi varlığı ile Yahudi varlığını tek bir güvenlik ve emniyet potasında birleştirmiştir! Bu şekilde rejim, Yahudi varlığını koruma, onun güvenliğini ve bekasını sağlama konusundaki eski ve yeni rolünü pekiştirmektedir.

Gazze ve tüm Filistin halkının ihtiyacı ve Ürdün halkı üzerindeki hakları, Kerame ve el-Cazi’nin ordusu olan Ürdün ordusunun, gıda ve sağlık malzemesi kırıntıları ulaştırmak için değil, Filistin'i kurtarmak, mübarek Mescid-i Aksa’yı temizlemek ve mustazaf Filistin halkına yardım etmek için harekete geçmesidir.Bu nedenle Ürdün’deki onurlu halkımızın yapması gereken, ümmeti birleştirecek ve Müslüman orduları Filistin’i kurtarmak için Filistin’e doğru harekete geçirecek olan Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafeti kurmak için Hizb-ut Tahrir’e destek vermeleridir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَAllah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaatte bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” [Nur 55]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Müh. Bahir Salih

Devamını oku...

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Çıkardığı Tutuklama Emirleri Adalet Mi Yoksa Batılı Güçlerin Elindeki Bir Araç Mı?

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Çıkardığı Tutuklama Emirleri Adalet Mi Yoksa Batılı Güçlerin Elindeki Bir Araç Mı?

Haber:

Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) geçtiğimiz günlerde, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlemekle suçlanan Başbakan Binyamin Netanyahu, eski Savaş Bakanı Yoav Galant ve Hamas lideri Muhammed Deif hakkında tutuklama emirleri çıkardı.

Yorum:

Her ne kadar bu, hesap verebilirliğe yönelik bir adım gibi görünse de, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin getirdiği sınırlamalar ve temel jeopolitik dinamikler daha derin bir gerçeğin altını çizmektedir: Zira mahkeme, Batılı güçlerin bir aracı olarak hareket ederek güçlü devletleri korurken zayıf devletlere odaklanmaktadır. Ayrıca bu aynı güçler, genellikle ele aldıklarını iddia ettikleri çatışmaların temel nedeni ve destekçisidirler. Nitekim Uluslararası Ceza Mahkemesi, bireyleri en ağır suçlardan dolayı sorumlu tutmak amacıyla 2002 yılında kurulmuş olup hiç kimsenin hukukun üstünde olmadığı ilkesiyle çalışmaktadır. Ancak uygulama gücünün olmaması ve devlet işbirliğine dayanması, etkinliğini ciddi şekilde zayıflatmaktadır. Ayrıca Yahudi varlığı, Amerika, Rusya ve Çin gibi ülkelerin Roma Statüsünü onaylamamış olmaları, bu ülkelerin cezasızlıkla hareket etmelerine izin vermektedir. Sonuç olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi, özellikle Afrika ve Ortadoğu’daki zayıf devletlerin liderlerini orantısız bir şekilde hedef alırken, güçlü devletlerin ve müttefiklerinin liderlerinden kaçınmaktadır. Bu ayrıcalıklı adalet, mahkemenin yapısal önyargılarını yansıtmakta olup bu da onun adaletin tarafsız bir hakemi olmaktan ziyade zayıf devletleri kontrol etmeye yönelik jeopolitik bir araç olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Uluslararası Ceza Mahkemesi, güçlü devletleri ve onların müttefiklerini korumak yoluyla küresel adaletsizliği çözmek yerine onun devam etmesi için çalışmaktadır.

Uluslararası Ceza Mahkemesi, kendisine finansman sağlayan ve faaliyetleri üzerinde etkisi olan Batılı güçlerle, özellikle de Avrupa ülkeleriyle derin bir şekilde iç içe geçmiş durumdadır. ABD onun üyesi olmamasına rağmen, kendisinin ve Yahudi varlığı gibi müttefiklerinin çıkarlarını korumak için aktif olarak müdahalede bulunmaktadır. Bu da bu dinamik mahkemenin rolünün, küresel statükoya meydan okumaktan ziyade onu korumaya yönelik bir araç olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla özellikle İslam beldelerindeki çatışmaları körükleyen ve destekleyen sistemin bir parçası olan bir kurumdan adalet beklemek saflık olur.

Uluslararası Ceza Mahkemesi, Filistin’in 2015 yılında Roma Statüsüne katılması nedeniyle Filistin topraklarında işlenen suçlar üzerinde yargı yetkisine sahip olduğunu iddia etmektedir. Ancak Yahudi varlığının özellikle Amerika ile kurduğu güçlü ittifaklar onu neredeyse dokunulmaz bir hale getirmektedir. Netanyahu ve Galant hakkında verilen tutuklama emirlerinin somut bir eyleme yol açması pek olası değildir; zira Yahudi varlığı, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisini cezasızlıkla reddetmeye devam etmektedir.

Bu tutum, daha geniş bir konuya ışık tutmaktadır: zira Uluslararası Ceza Mahkemesi ve onun Batılı destekçileri, tarafsız gözlemciler veya arabulucular değil, Filistin krizinin devam ettirilmesinde aktif katılımcılardır. Çünkü onlar, sözle adalete hizmet etmekle yetinirlerken Yahudi varlığının işgaline ve saldırganlığına imkân sağlamaktadırlar.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne ev sahipliği yapması itibariyle Hollanda, Batı yaklaşımının ikiyüzlülüğünün somut bir örneğidir. Zira mahkeme Yahudi liderler hakkında tutuklama emri çıkarırken, aynı zamanda Hollanda, Siyonizm karşıtlığını antisemitizmle bir tutarak Yahudi liderlere yönelik eleştirileri bastırmak için çalışmaktadır. Bu adım, Yahudi politikalarına yönelik meşru muhalefeti boğmakta ve adaletin ayrımcı bir şekilde uygulandığının altını çizmektedir; bu da Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin güvenilirliğini zedelemektedir.

Adalet için Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumlara ya da Batılı güçlere başvurmak sadece beyhude bir şey değil, aynı zamanda da yanlıştır. Zira bu güçler, sorunun çözümü değil kaynağıdırlar. Uluslararası Ceza Mahkemesi ise bu güçlerin elindeki bir araç olup güçlülerin hegemonyasını korumakla birlikte zayıf ülkeleri kontrol etmek için tasarlanmıştır. Dolayısıyla böyle bir sistemden adalet beklemek saflık olur.

Filistin’in kurtuluşu da dahil olmak üzere Müslümanların sorunlarının gerçek çözümü, İslam ümmetinin bizzat kendisinde yatmaktadır. Müslümanlar sadece Hilafetin tek sancağı altında birleşerek onurlarını, egemenliklerini ve topraklarını yeniden elde edebilirler. Zira Müslüman ülkeler arasında devam eden bölünme, kolektif gücümüzü zayıflatmakta, bu da dış güçlerin bizi sömürmesine ve bize hükmetmesine izin vermektedir. Bu yüzden Filistin’in kurtuluşu uluslararası mahkemeler ya da sömürgeci kurumlar aracılığıyla değil, aksine İslam ümmetinin birleşik çabalarıyla gerçekleşecektir. Dolayısıyla bu gerçeği kabul etmenin ve dünyanın her yerindeki Müslümanların karşı karşıya kaldıkları kapsamlı bir çözüm sağlayacak olan Hilafetin kurulması yoluyla ümmetin yeniden canlanması için Hizb-ut Tahrir ile birlikte çalışmanın zamanı gelmiştir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Okay Pala

Devamını oku...

Suudi Arabistan’ın Yozlaşmışlığı, Yemenli Gençlere Kadar Ulaşmıştır!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Suudi Arabistan’ın Yozlaşmışlığı, Yemenli Gençlere Kadar Ulaşmıştır!

Haber:

17 Kasım 2024 tarihinde, Muhammed el-Kahum liderliğindeki Yemen Orkestrası, Suudi Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle erkek ve kadın sanatçıların katılımıyla Riyad'da bir konser verdi ve bu konser Suudi MBC kanalında canlı olarak yayınlandı.

Yorum:

Arap Yarımadası’nda Suud Hanedanı yöneticilerinin liderlik ettiği ve son yaptığı şey, Kabe'nin bir maketini müzik, dans ve çıplak dansçıların sesleri eşliğinde sergilemek olan yozlaşmanın sponsoru Türki eş-Şeyh'in başkanlık ettiği ahlaksızlığın ve sefahatin ortasında ve bu yapılanlara İslam beldelerindeki Müslümanlardan gelen itiraz ve kınamaların ortasında, Suudi Arabistan'ın sponsorluğu,dindarlığı ve imanıyla bilinen Yemenli gençlere kadar uzanıyor. Bu ise Yemenli gençlerin de bu yozlaşmış sisteme katılmaları ve etkinlikten mümkün olduğunca faydalanmak için Suudi Arabistan’ın siyasi mesajlarından yoksun olmayan karma bir konser düzenlemek üzere Riyad’a seyahat etmeleri içindir.

Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَإِنِ اسْتَنْصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ Sizden din konusunda yardım istediklerinde yardıma icabet etmeniz sizin üzerinize vaciptir.” [Enfal 72] Sallallahu Aleyhi ve Sellem de sahih bir hadiste şöyle buyurmuştur: مَثَلُ الْمُؤْمِنِينَ فِي تَوَادِّهِمْ وَتَرَاحُمِهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ مَثَلُ الْجَسَدِ إِذَا اشْتَكَى مِنْهُ عُضْوٌ تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ الْجَسَدِ بِالسَّهَرِ وَالْحُمَّىMüminler birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada ve birbirlerini korumada bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” Yine Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:مَا مِنْ امْرِئٍ يَخْذُلُ امْرَأً مُسْلِماً فِي مَوْضِعٍ تُنْتَهَكُ فِيهِ حُرْمَتُهُ وَيُنْتَقَصُ فِيهِ مِنْ عِرْضِهِ إِلَّا خَذَلَهُ اللهُ فِي مَوْطِنٍ يُحِبُّ فِيهِ نُصْرَتَهُ، وَمَا مِنْ امْرِئٍ يَنْصُرُ مُسْلِماً فِي مَوْضِعٍ يُنْتَقَصُ فِيهِ مِنْ عِرْضِهِ وَيُنْتَهَكُ فِيهِ مِنْ حُرْمَتِهِ إِلَّا نَصَرَهُ اللهُ فِي مَوْطِنٍ يُحِبُّ نُصْرَتَهُ Her kim bir Müslümanı saygınlığının kaybolması, şerefinin elden gitmesi söz konusu olan bir yerde yardımsız bırakırsa, Allah da onu kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yalnız bırakır. Kim de bir Müslümana şerefinin elden gitmesi ve saygınlığının yitirilmesi söz konusu olan bir yerde yardım ederse, Allah da ona kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yardım eder.” Yahudilerin eliyle ve Batılı ve Arap yöneticilerin işbirliğiyle Gazze'deki Müslümanlar, bela, savaş, kan dökülmesi ve evlerin sakinlerinin başına yıkılması gibi en ağır bir şekilde acılar çekmektedirler; ancak Müslümanlar, Yahudi varlığını koruyan ve kendilerinin kardeşlerine yardım etmelerini engelleyen tiranların tahtlarını yıkmak için harekete geçmek yerine onların, şeytana ve onun dostlarına itaat ederek ve İslam kokan her şeyden kurtulmak ve dinin konumu, gurur ve haysiyet gibi herhangi bir itibar bilmeyen mutant bir nesil ortaya çıkarmak amacıyla mevcut Müslüman neslin kültürünü yeniden şekillendirmek için Suudi Arabistan liderliğindeki Batılılaşma projesine cevap vererek Allah’a itaatsizlik içinde partiler düzenlediklerini ve gece kutlamaları yaptıklarını görmekteyiz.

Bu partiler Allah'a, Resulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e ve müminlere karşı acımasız savaşın bir parçasıdır; bireyler farkına varamasalar bile bunlar Müslümanları, Allah’a itaatten alıkoymakla ve pusulayı Allah yolunda cihat etmekten saptırarak dans etmeye ve bozulmaya hazırlamakla meşgul etmektedir.

Harameyn beldesindeki, Yemen'deki ve diğer yerlerdeki Müslümanların görevi, bu projeleri reddetmeleri, bunlara katılmamaları, Filistin meselesi gibi İslam’ın temel meselelerini görmezden gelen bu etkinliklerin devre dışı kalması için baskı yapmaları ve bu münkerleri değiştirmek ve Allah’a karşı savaşan ve Müslümanlar arasında ahlaksızlığı yaymayı seven bu rejimleri değiştirmek için ciddi bir şekilde çalışmalarıdır. Tüm bunlar ise Hilafet Devleti’ni temsil eden İslami yönetimin yokluğunun tezahürlerinden biridir. Oysa Hilafetin olduğu dönemde Osmanlı Halifesi, bu yozlaşmanın etkisinin Müslümanlara ulaşmaması için Avrupa’da dansı yasaklamıştı; bu da Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şu kavlini doğrulamaktadır:

إِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ

İmam bir kalkandır, onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Ömer El-Hadramî – Yemen

Devamını oku...

Din İşleri ve Vakıflar Bakanı Hizb-ut Tahrir’i Ziyaret Etti

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti’nden bir heyet, Hizb-ut Tahrir Merkezi Temas Komitesi Başkanı Sayın Nasır Rıza (Ebu Rıza) başkanlığında, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Resmi Sözcüsü Sayın İbrahim Osman (Ebu Halil) ve yardımcısı Sayın Muhammed Cami (Ebu Eymen) eşliğinde, Federal Din İşleri ve Vakıflar Bakanı Dr. Ömer Buhayt Muhammed Adam’ı dün, 21 Cemaziyülahır 1446 (23 Kasım 2024) cumartesi günü Port Sudan’daki parti ofisinde kabul etti.

Konuşmasının başında Sayın Nasır, bakana hoş geldiniz diyerek heyeti tanıttı. Ardından Hizb-ut Tahrir’in siyasi bir parti olduğunu ve Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet’i kurarak İslami hayatı yeniden başlatmak için çalıştığını söyledi. Hilafet için çalışmanın farz olduğunu vurgulayan Nasır, partinin Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in devleti kurma yöntemini takip ettiğini; bu amaçla İslam’a dayalı bir kitle kurduğunu, toplumda fikri çatışma ve siyasi mücadele yürüttüğünü ve son olarak da güç ve otorite sahiplerinden nusret talep ettiğini dile getirdi.

Nasır, konuşmasının devamında Batı’nın, özellikle de Amerika’nın camileri ve dini merkezleri kendi arzuları doğrultusunda kullanma çabalarına ve kâfirlerin dini söylemi değiştirme hedeflerine dikkat çekti.

Ardından Bakan, Hizb-ut Tahrir’in takdir ettiğini söyledi, ancak mevcut durumda ordunun yanında durmanın gerekli olduğuna inandığını dile getirdi. Kardeşimiz Nasır ise, bu savaşın şer’i ve siyasi boyutlarını açıkladı.

Görüşmenin sonunda, toplantıların devam edeceği vurgulandı.

2024 11 24 Sudan OS Pics 1

2024 11 24 Sudan OS Pics 2

Devamını oku...

“Ekonomik Krizlerin Yapısal Sorunlarına Çözüm Bulmada Ekonomik Konferansların Etkililiği” Konulu Basın Toplantısında Yapılan Konuşmanın Metni

Alışılageldiği üzere hükümetler, ekonomik kriz ve sıkıntılarla karşılaştıklarında, bu sorunlara çözüm bulmak amacıyla ekonomik konferanslar düzenlemektedir. Ancak bu konferansların sonunda ortaya çıkan ekonomik fikirler, krizin ve zorluğun asıl nedeni olan kapitalist ekonomik düşüncenin kalıplarından öteye geçmemektedir. Özellikle özelleştirme, sübvansiyonların kaldırılması, kurun serbest bırakılması, bütçe açığı veya faizli borçlanma gibi sömürgeci mekanizmalar ve araçlar içeren fikirler öne sürülmektedir. En tehlikeli olanı ise Batılı sömürgeciliğin ve onun uzantıları olan Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların pençesine düşmektir. Bu süreçte hükümetler, ülkelerimizin zenginliklerini ve kaynaklarını çokuluslu şirketlere ve sömürgeci güçlere ipotek etmektedir.

Sudan, tüm Batılı kuruluşların da hemfikir olduğu gibi son derece zengin ve varlıklı bir ülkedir. Sadece tarım potansiyelini göz önünde bulundurarak onu “dünyanın ambarı” olarak nitelendirmişlerdir. Ya hayvancılık, orman kaynakları ve madenleri gibi diğer zenginlikleri göz önünde bulundurulsaydı acaba ne olarak nitelendirilirdi? Belki de bu, İngiltere ve Amerika gibi sömürgeci güçlerin neden Sudan üzerinde çıkar çatışmasını girdiklerini açıklamaktadır.

Sudan, gerçek anlamda bir zenginlik deposudur. Yaklaşık 150 milyon dönüm düz ve tarıma elverişli arazisi bulunmaktadır ve şu anda bunun sadece 64 milyon dönümü ekilmektedir. Ayrıca 115 milyon dönüm doğal mera alanına sahiptir. Ülkede Nil nehri ve kolları olan Mavi Nil, Beyaz Nil ve Atbara nehri ile yaklaşık 85 su yolu bulunmaktadır. Yalnızca Nil nehri yılda yaklaşık 86 milyar metreküp su taşımakta, Sudan’a yılda 400 milyar metreküp yağmur yağmakta ve bu miktar giderek artmaktadır. Ayrıca dünyanın altıncı büyük hayvancılık varlığına sahip olan Sudan’da 110 milyon baş hayvan bulunmaktadır. Yıllık balık üretimi ise 42 bin ton civarındadır.

Altın rezervleri ise 1550 ton olarak tahmin edilmektedir. Yani Sudan, Afrika’nın en büyük üçüncü altın üreticisi konumundadır ve üretimi 93 tona ulaşmıştır. Gümüş rezervleri 1500 ton, bakır rezervleri 5 milyon ton, uranyum rezervleri ise 1,4 milyon tondur. Dünya sakız ağacı zamkı üretiminin %80’i Sudan’da gerçekleşmektedir ve bu ürün gıda ve ilaç sektörlerinde 180 farklı alanda kullanılmaktadır. Sudan ayrıca dünya beyaz susam üretiminin %39’unu ve kırmızı susam üretiminin %23’ünü karşılamaktadır. Bu zenginlikler Sudan’ın sunduğu imkanlardan sadece birkaçıdır, daha birçok kaynağa sahiptir.

Nüfusunun çoğunluğu gençlerden oluşmasına rağmen Sudan’da açlık giderek yaygınlaşmakta ve insani yardımlar sürekli gündeme getirilmektedir. Ülke, dünyaya gıda ihraç etmek yerine adeta gıda dilencisi haline gelmiştir! Bu sorun, geleneksel sömürgeci (İngiltere) dönemindeki sahte bağımsızlığından bu yana sürmekte ve şu anda Amerikan sömürgeciliği altında da devam etmektedir. Amerika, savaşları körükleyerek Sudan’ı parçalamış ve halen ajanları ve Amerikan temsilcileri aracılığıyla kalan kısmını parçalamaya çalışmaktadır.

Bütün bunlar gösteriyor ki, ülkenin temel bir ekonomi vizyonuna ve Batılı sömürgeciliğin esaretinden kurtulup Sudan’a dayatılan kapitalist ekonomiyi derin bir çukura atarak gerçek çözümlere ihtiyacı vardır. Kapitalist ekonomi, krizin ana kaynağıdır çünkü sunduğu her çözüm, birer zehirden ibaret olup sömürgeciye bağımlılığı artırmaktadır.

Sudan poundu neden dolara endeksleniyor? Oysa hem pound hem de dolar sadece kâğıt parçasından ibarettir, içsel hiçbir değeri yoktur. Neden IMF’nin ekonomiyi tahrip eden ve servetleri talan eden reçetelerine boyun eğiyoruz?

Ekonomik sorunlar ve krizlere çözüm aranırken, krizlerin bir parçası olan bozuk mevcut gerçeklikten bağımsız düşünülmesi esastır. Bu durum da krizlerin ve ekonomik sorunların nedenlerini anlamayı gerektirmektedir. Barış zamanındaki durumumuz savaş zamanından daha iyi değildir, bu da uygulanan ekonomik sistemin bizzat krizin ve ekonomik felaketlerin kaynağı olduğunu göstermektedir. Hatta bu zenginlikler, kapitalizmin boyunduruğu altında uluslararası ilişkileri yöneten orman kanunları sebebiyle adeta bir lanet haline dönüşmüştür. Doğru bir düşünceyle bu krizlerden çıkmak, temel meseleleri derinlemesine ele almayı ve çözümleri şekillendirmeyi gerektirmektedir. Ancak bu şekilde ülke, bu karanlık tünelinden çıkabilir.

Ekonominin amacı nedir? Mal edinme ve büyütme yolları nelerdir? Malın harcanması, yönetilmesi ve toplumdaki servetin dağılımı nasıl gerçekleştirilir? Ekonomik denge nasıl sağlanır? Özel mülkiyet, kamu mülkiyeti ve devlet mülkiyeti gibi mülkiyet türleri nelerdir? Beytülmal’a ait mallar ve bunların harcama alanları nelerdir? Arazi ile ilgili hükümler nelerdir? Para ve çeşitleriyle ilgili hükümler, faiz ve döviz işlemleri nelerdir? Paradan verilmesi gereken zekât miktarı nedir? Dış ticaretin hükümleri ve kaynakları nelerdir?

Bunların hepsi ekonomik konuların ele alınması için araştırılması gereken konulardır.

Biz Hizb-ut Tahrir olarak, Sudan ekonomisini derin krizden çıkarıp onu dünyanın önde gelen ülkelerinden biri haline getirecek köklü çözümlere sahibiz. Bu bağlamda,

İslam’ın ekonomik ilkelerinin, ekonomik sorunlara doğru çözümler sunduğu ve hem temel hem de detaylarda kapitalist yaşam tarzına tamamen zıt, kendine özgü bir yaşam modeli ortaya koyduğu meselesi ve konusu üzerinde durulmalıdır.

Bu nedenle kapitalist ekonominin, insan ihtiyaçlarını ve doyum araçlarını incelediğini, yalnızca insan hayatının maddi yönüne odaklandığını görüyoruz. Bu sistem, şu bozuk temeller üzerine inşa edilmiştir:

Birincisi: Kapitalist toplumlarda ekonomik sorun, insanın sürekli yenilenen ve çeşitlenen ihtiyaçlarına göre mal ve hizmetlerin görece azlığı ve bu ihtiyaçları karşılamada yetersiz kalmasıdır.

İkincisi: Üretilen bir şeyin değeri, ekonomik araştırmaların temeli olup en çok incelenen konudur.

Üçüncüsü: Fiyat üretim, tüketim ve dağıtım süreçlerinde oynadığı rol itibarıyla kapitalist ekonomik sistemin temel taşıdır.

Kapitalist sistem işte yalnızca bunlarla ilgilenir, toplumun gerçek sorunu olan servetin dağıtımı ve halkın bu servetlere erişimi meselesiyle ilgilenmez. Sudan gibi, muazzam zenginliklere sahip bir ülkede bu zenginliklerin açlık ve yetersiz beslenmeden ölen insanlara nasıl ulaştırılabileceği meselesi hala bir sorun olarak kalmaktadır?

Kapitalist ekonomik sistem, toplumun üzerinde bulunması gereken durumla ilgilenmez; yalnızca ekonomik maddenin ihtiyaçları karşılamasıyla ilgilenir. Bu nedenle ekonominin temel amacı, ihtiyaçları karşılamak için mal ve hizmetlerin, yani doyum araçlarının temin edilmesidir. Başka hiçbir hususu dikkate almadan sadece bu doyum araçlarının sağlanmasını üzerine odaklanır. Kapitalistlere göre mal ve hizmetler sınırlıdır ve bu da insanın sınırsız olarak gördükleri ihtiyaçlarını karşılamak için yetersizdir. Kısacası ihtiyaçların çokluğu ve bunları karşılayacak araçların yetersizliği, yani tüm insan ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek mal ve hizmetlerin eksikliği, ekonomik sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.

İslam’a göre ekonomik sorun, mal ve hizmetlerin tüm insanlara ulaştırılması ve temel ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Bu nedenle sorun, kaynakların kıtlığı değil, mal ve hizmetlerin dağıtımıdır.

Ayrıca, ekonomi bilimi ile ekonomik sistem arasında bir ayrım yapılmak zorunda. Ekonomi bilimi, mal varlığının artırılması veya kaynakların temin edilmesiyle ilgilenirken, ekonomik sistem bu kaynakların nasıl dağıtılacağını inceler. Her ikisi de ekonomiyle ilgili olsa da birbirinden farklı konuları ele alır ve kavramları birbirinden ayrıdır.

İslam, servetin kullanımına açıkça müdahale eder. Örneğin, içki ve leş gibi bazı malların kullanımını yasakladığı gibi, dans ve fuhuş gibi insanın bazı çabalarından faydalanmayı da haram kılmıştır. Yenilmesi haram olan malların satışını ve yapılması yasak olan işlerin yönetimini de haram kılmıştır. Bu durum, servet ve insan emeğinin kullanımı açısından böyledir. Öte yandan, servetin elde edilmesine yönelik olarak İslam, avcılık ve ölü araziyi ihya etme, kira ve siparişle üretim, miras, bağış ve vasiyet gibi çeşitli hükümler de getirmiştir...

İslam, servetin kullanımına ve nasıl elde edileceğine ilişkin bu düzenlemelerin yanı sıra, üretimi açısından servet maddesini insanların kendilerine bırakmıştır. Diledikleri gibi gerçekleştirirler. Bununla birlikte, malın doğal olarak mevcut olduğunu ve Allah’ın yarattığı bir nimet olduğunu ifade etmiştir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُم مَّا فِي الْأَرْضِ جَمِيعاً “Yerde olanların hepsini; sizin için yaratan O’dur.” [Bakara 29]

Servetin üretimi konusunda, şeri naslar, İslam’ın insanlara mal elde etme ve emeklerini geliştirme konusunda serbestlik tanıdığını göstermektedir. Müslim’in, Aişe ve Enes’ten naklettiğine göre Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem hurma aşılaması konusunda şöyle buyurmuştur:

أَنْتُمْ أَعْلَمُ بِأَمْرِ دُنْيَاكُمْ“Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.” Ayrıca Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, Yemen’in Cüreş bölgesine iki Müslümanı silah yapımını öğrenmek için gönderdiği rivayet edilmiştir. Bu da şeriatın mal üretimini insanların bilgi ve tecrübelerine bıraktığını göstermektedir.

Bundan, İslam’ın ekonomik sistem üzerine yoğunlaştığı ve ekonomi bilimiyle ilgilenmediği anlaşılmaktadır. İslam, servetin kullanımını ve bu kullanımın nasıl sağlanacağını ele alır, ancak servetin üretimi veya fayda araçlarına dair herhangi bir düzenleme getirmez.

İslam’ın ekonomik politikası, her bireyin tüm temel ihtiyaçlarını tam olarak karşılamayı ve bireyin, yaşadığı toplumun kendine has yaşam tarzına uygun olarak lüks ihtiyaçlarını karşılamasına olanak tanınmasını amaçlar... Bu nedenle, İslam’daki ekonomik politika, bireyi belirli toplumsal ilişkilere göre ele alır, onun yaşam standardını artırmasını ve refahını sağlamasını hedefler. Bu yaklaşım, halktan gelir toplamaya dayalı diğer ekonomik politikalardan tamamen farklıdır.

İslam, mülkiyetin tanımlanmasına büyük önem vermiş ve onu gerçekliğine göre üç türe ayırmıştır: Özel mülkiyet, kamu mülkiyeti ve devlet mülkiyeti. Özel mülkiyet, bir nesne veya fayda üzerinde sahibine bu mülkten yararlanma ve karşılığını alma hakkını tanıyan şeri hükümdür. Bu hüküm, şeriatın insanlara bu mülklerden tüketim, yararlanma ve alışveriş yoluyla faydalanmalarına izin verdiğini ortaya koymaktadır.

Kamu mülkiyeti, şeriatın bir topluluğa, belirli mallardan ortaklaşa yararlanma hakkı tanımasıdır. Şeriat, toplumun ortak kullanımına sunduğu ve bireylerin tek başına sahiplenmesini yasakladığı malları açıkça belirtmiştir. Bu mülkiyet türü üç ana grupta toplanır.

1- Toplumun ortak ihtiyaçlarını karşılayan ve bir ülke veya toplulukta bulunmadığında insanların başka yerlere dağılmasına neden olabilecek şeyler.

2- Tükenmez madenler.

3- Yapısal özellikleri nedeniyle bireylerin tek başına mülk edinemeyeceği şeyler. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلَاثٍ؛ فِي الْمَاءِ وَالْكَلَأِ وَالنَّارِ“Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: su, mera ve ateş.” [Ebu Davud] Enes’in İbn Abbas’tan rivayetinde ise şu ifade yer almaktadır:

وَثَمَنُهُ حَرَامٌ“Onun bedeli da haramdır.” İbn Mace’nin Ebu Hurayra’dan rivayet ettiğine göre Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثَةٌ لَا يُمْنَعْنَ: الْمَاءُ وَالْكَلَأُ وَالنَّارُ“Üç şey (kullanım hakkı itibariyle ortak olup) engellenemez: Su, mera ve ateş.” Bu, insanların suya, toprağa ve ateşe ortak olduğunun ve bir bireyin bunlara sahip olmasının yasaklandığının kanıtıdır.

Kamu mülkiyeti bireylere ait olamaz. Tirmizi’nin, Ebyad b. Hammal’dan rivayet ettiğine göre,

أَنَّهُ وَفَدَ إِلَى رَسُولِ اللهِ ﷺ فَاسْتَقْطَعَهُ الْمِلْحَ فَقَطَعَ لَهُ، فَلَمَّا أَنْ وَلَّى قَالَ رَجُلٌ مِنْ الْمَجْلِسِ: أَتَدْرِي مَا قَطَعْتَ لَهُ؟ إِنَّمَا قَطَعْتَ لَهُ الْمَاءَ الْعِدَّ. قَالَ: فَانْتَزَعَهُ مِنْهُ“Kendisi (bir gün) Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yanına geldi ve O’ndan tuzlayı kendisine vermesini istedi. Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem de bu tuzlayı ona bağışladı. Ebyad b. Hammal dönüp gidince (orada bulunanlardan) bir adam: Ey Allah’ın Rasûlü! Ona neyi bağışladığını biliyor musun? Ona ancak kesilmeyen suyu bağışladın!” dedi. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem: “O tuzlayı Ebyad b. Hammal’dan geri aldı.” Su da tükenmezler kategorisine girer. Kamu mülkiyetine ait malların, uluslararası kapitalist şirketlerin göz diktiği kaynaklar olduğu şüphesizdir. Bu varlıklar, Batı’nın Sudan üzerindeki nüfuz mücadelesinin başlıca nedenlerinden biridir ve şu anda bu mücadelenin acısını çekiyoruz.

Devlet mülkiyeti ise, genel olarak tüm Müslümanlara ait olan ancak yönetim ve tasarruf yetkisi halifenin elinde bulunan mallardır. Halife, bu mülkleri kendi içtihadına göre bazı kimselere tahsis edebilir... Şeriat, belirli gelirleri devlet mülkiyeti olarak tanımlamış ve halifenin görüşüne göre yönetilmesini öngörmüştür; örneğin fey, haraç ve cizye gibi gelirler bu kapsama girer. Çünkü şeriat, bu gelirlerin nasıl harcanacağını açıkça belirtmemiştir. Ancak şeriat, belirli bir malın nasıl ve nerede kullanılacağını kesin olarak belirlemişse, o mal devlet mülkiyeti sayılmaz; sadece şeriatın belirlediği grubun mülkiyeti olur. Bu nedenle, zekât devlet mülkiyeti değil, şeriatın belirlediği sekiz gruba aittir ve beytülmal sadece bu zekâtın toplanması ve doğru yerlere harcanması için bir araçtır.

Dolayısıyla, ekonomik yaşamın istikrara kavuşması için devletin şeriat hükümlerini hayata geçirmesi zorunludur ve bu da şu yollarla yapılır:

1- Devlet, Uluslararası Para Fonu (IMF) ile iş birliğini kesmeli ve faiz içeren kredileri durdurmalıdır, çünkü bunlar, Allah’a karşı açılmış bir savaştır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ * فَإِن لَّمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِّنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَإِن تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُءُوسُ أَمْوَالِكُمْ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve eğer gerçekten iman etmiş kimselerseniz, faizden geriye kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Rasûlüyle savaşa girdiğinizi bilin. Eğer tövbe edecek olursanız, anaparalarınız sizindir. Böylece ne zulmetmiş ne de zulme uğramış olursunuz.” [Bakara 278-279]

2- Mallardan gümrük vergisi almaktan vazgeçmelidir, çünkü haramdır, fiyatların artmasına yol açar. İslam mallardan gümrük vergisi alınmasını yasaklamış ve bunu büyük bir suç olarak değerlendirmiştir. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bir sahabenin zina nedeniyle recmedilen Ğamidiyye adlı kadını kötülemesi üzerine şöyle buyurmuştur:

فَوَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ، لَقَدْ تَابَتْ تَوْبَةً لَوْ تَابَهَا صَاحِبُ مَكْسٍ لَغُفِرَ لَهُ. ثُمَّ أَمَرَ بِهَا فَصَلَّى عَلَيْهَا، وَدُفِنَتْ“Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, o öyle bir tövbe etti ki, Sâhibu Meks onun yaptığı gibi tövbe etseydi mutlaka affolunurdu.” Sahibi meks, gümrük memurudur.

3- Para biriminin dolara bağlı olmaktan çıkarılarak altın ve gümüşe dayandırılması şarttır, çünkü İslam’da para birimi olarak altın ve gümüş esas alınmıştır. Bununla birlikte, karşılıksız ve teminatsız para basımı durdurulmalıdır, çünkü bu, insanların mallarını batıl yolla yemek anlamına gelir.

İslam, altın ve gümüşü para birimi, ticaret aracı ve malların değer ölçüsü olarak kabul ederek, onlara bağlı şer’i hükümler koymuştur. Örneğin, altın ve gümüş temel alarak kenzi yasaklamış, kenz, diyet, el kesme cezası ve sarf gibi sabit hükümleri altın ve gümüşe bağlamıştır. Altın ve gümüşü ticarette kullanılan para birimi, malların değeri, emeklerin karşılığı olarak tanımlayarak, onları para birimi olarak kabul etmiştir. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem altın ve gümüşü, alım-satım değerlerinin ve emeğin ücretinin belirlenmesinde ölçü birimi olarak kabul etmiştir. Bütün bunlar, İslam’da para biriminin altın ve gümüş olduğunu göstermektedir. Çünkü parayla ilişkili tüm hükümler, bu iki madene bağlıdır. İster madeni para ister işlenmemiş külçe şeklinde olsun, bu iki maden tüm malların ve emeklerin karşılığı olarak kabul edilmiştir.

4- Devletin dolaylı vergiler veya mal ve hizmetler üzerine vergi koyması caiz değildir. Mahkeme harçları, devlete sunulan dilekçelerden alınan ücretler, arazi satış ve kayıt işlemleriyle ilgili vergiler veya katma değer vergisi (KDV) gibi dolaylı vergi türleri de caiz değildir. Çünkü bu tür vergiler, hakkında bir yasaklamanın olduğu bir zulümdür. Peygamberim SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in

لَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ صَاحِبُ مَكْسٍ“Meks sahibi cennete giremez.” sözüyle ifade ettiği meks (haksız vergi) türündendir.

5- Devletin, kâfirler ve onların şirketlerinin ülkenin zenginliklerini ve kamu mallarını yağmalamalarına izin vermesi haramdır. Yabancı yatırımcı ya da kapitalist şirketler adı altında, ülkenin zenginliklerinin kâfirlere ve şirketlerine devredilmesi caiz değildir. Kamu mülkiyetinin özelleştirilmesi ve uluslararası şirketlere devredilmesi sadece ülkenin kaynaklarının yağmalanması anlamına gelmez, aynı zamanda kâfirlerin Müslümanlar üzerinde hâkimiyet kurmasına yol açar. Bununla ilgili olarak Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَلَنْ يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً “Allah, müminlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.” [Nisa 141]

6- Ayrıca, IMF ve Dünya Bankası reçetelerinin uygulanması durdurulmalı ve bu sömürgeci kuruluşlardan hemen çıkılmalıdır; zira bu kurumlar, dünyadaki krizlerin ve felaketlerin ana nedenidir. Sudan’da sübvansiyonların kaldırılması, para biriminin serbest dalgalanmaya bırakılması bunun en yakın örneğidir. Şu anda sadece “gümrük doları”nın dalgalanmaya bırakılması kalmıştır.

7- Eğitim, sağlık ve tedavi gibi alanlara harcamalar yapması devletin en önemli görevlerinden biridir. Bu görevlerin yerine getirilememesi, kapitalist sistemin uygulanmasının ve sömürgeci kurumlara boyun eğilmesinin bir sonucudur. Bu kurumlardan kurtulmanın yolu, İslam Devleti’nin kurulmasıdır; Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet, İslam ekonomisini hayata geçirerek dünyayı rahmet ve bereketle dolduracak, hayrı ve refahı artıracaktır. Müslümanların Halifesi Ömer’in şu sözünü kendisine rehber edinecektir: “Irak’ta bir köprü üzerinde bir keçinin ayağı kırılsa, yolu niye düzeltmedin diye Allah’ın benden hesap sormasından korkarım” Bu konuda Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu sözünü kendisine örnek alacaktır:

الْإِمَامُ رَاعٍ وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ“İman çobandır ve güttüklerinden sorumludur.”

Devamını oku...

“Sabredenleri müjdele. O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler.” [Bakara 155-156]

وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا للهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ

“Sabredenleri müjdele. O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler.” [Bakara 155-156]

Allah’ın kazasına iman etmekle birlikte değerli kardeşimiz ve babamız Hacı Hazım Muhammed Yahya er-Rahu’nun vefat haberini aldık.

Merhum, 22 Kasım 2024 Cuma günü vefat etti. Allah rahmet eylesin merhum davayı samimi bir şekilde taşıyan öncülerden biriydi, yüksek bir azme sahipti, gözü her zaman Hilafet Devleti’nin kurulmasındaydı. Seksen yaşını geçmiş olmasına ve kronik bir hastalıkla mücadele etmesine rağmen olayları izlemeye ve fikirleri yaymaya devam etti.

Hizb-ut Tahrir / Irak Vilayeti Medya Bürosu olarak biz, merhumun yakınlarına, bizlere ve tüm dava taşıyıcılarına taziyelerimizi iletiyoruz. Allah Teâlâ’dan merhuma geniş rahmetiyle muamele etmesini, onu rızası ve mağfiretiyle kuşatmasını, onu Peygamberler, Sıddıklar, şehitler ve Salihlerle beraber cennetinin en güzel yerine yerleştirmesini niyaz ediyoruz. Ayrıca ailesine ve yakınlarına sabır ve metanet ihsan etmesini, bizi onun sevabından mahrum bırakmamasını ve vefatından sonra bizi fitneye düşürmemesini diliyoruz.

Devamını oku...

Yahudi Varlığı Var Olma ve Kendini Savunma Hakkına Sahip midir? Ey Başbakan! Size Tövbe Etmenizi Nasihat Ediyoruz!

14 Kasım 2024’te CNN ile yapılan bir röportajda Malezya Başbakanı Datuk Seri Enver İbrahim, Filistin meselesine ilişkin açıklamalarda bulundu ve Batı’nın Yahudi varlığına verdiği sınırsız desteği eleştirdi. Enver, başlangıçta dikkatli bir tutum sergilerken, CNN muhabiri Richard Quest’in iki temel sorusuyla karşı karşıya kaldığında pozisyonunu netleştirdi ve kalbinde olanı açığa vurdu. Quest’in “Peki, ‘İsrail’in’ var olma hakkını kabul ediyor musunuz?” sorusuna Enver, “Evet” cevabını verdi. Ardından Enver “Ve ‘İsrail’in’ kendini savunma hakkı var mıdır?” sorusuna da yine “Evet” cevabını verdi. Enver’in bu açıklamaları, kamuoyunda geniş çaplı tartışmalara ve eleştirilere yol açtı; birçok kişi bu görüşlerin Malezya’nın Filistin konusundaki geleneksel politikalarıyla uyuşup uyuşmadığını sorguladı.

Gelen tepkilerin ardından Enver, Peru’nun Lima kentinde, APEC Zirvesi sonrasında düzenlediği bir basın toplantısında yaptığı açıklamada, “Anlaşılması gereken nokta şu ki, biz ‘İsrail’i’ diplomatik ilişkiler açısından tanımıyoruz ve Malezya’da ticaret yapmalarına veya resmi faaliyetlerde bulunmalarına izin vermiyoruz. Uluslararası sistem çerçevesinde, kimileri bunu fiili (de facto), kimileri ise hukuki (de jure) bir varlık olarak tanımlıyor. Birleşmiş Milletler’e (BM) üye olduğu için “İsrail”e bir ülke gibi davranılıyor, ama biz hala onu resmi olarak tanımayı reddediyoruz.” diyerek sözlerine açıklık getirmeye çalıştı. Ayrıca, kendisini eleştirenleri konuyu siyasi kazanç için istismar etmek ve halkı kandırmakla suçladı.

Ey Başbakan! CNN’de yaptığınız açıklamalar son derece netti ve herhangi bir yanlış anlamaya mahal bırakmıyordu. Daha sonra yaptığınız açıklama ise gerçek pozisyonunuzu yalnızca pekiştirdi. Cevabınızı daha da netleştirme çabanız sadece gerçek yüzünüzü ortaya koydu. “Diplomatik tanıma” ve/veya “resmi tanıma” ifadelerini kullanmanız, Yahudi varlığının—Müslüman topraklarındaki yasadışı ve suç dolu bir yapı olduğunu—istemeden de olsa tanıdığınızı ve kabul ettiğinizi gösteriyor. Eğer şeri hükümlere bağlılık gösterseydiniz ve biraz da cesaretiniz olsaydı, bu önerileri açıkça reddeder ve Filistin’in tüm İslam ümmetine ait olduğunu açıkça ifade ederdiniz. Siyonistleri, Filistin’i hemen terk etmesi gereken sömürgeciler, işgalciler ve saldırganlar olarak nitelendirmeliydiniz. Cihad’ı bir çözüm olarak savunamasanız bile, böylesi bir yanıt İslam öğretileriyle daha tutarlı olurdu.

Ey Başbakan! Yahudi varlığının var olma hakkını desteklemeniz sürpriz değil. Çünkü Amerikan’ın iki devletli çözümünü benimsiyorsunuz. Bu çözüm, Filistin topraklarında Yahudi varlığının mevcudiyetini kabul etmektedir. Bu tutum, siz ve sizden önceki Malezya Başbakanlarının değişmeyen duruşudur ve bu duruş açıkça Filistin’e ihanettir; Çünkü bu, Yahudi varlığının Müslüman topraklarında yasadışı bir devlet kurma hakkı tanımaktadır!

Ey Başbakan! CNN’in ilk sorusuna açıklık getirmeye çalıştınız, çünkü belki de bunu bu şekilde “yorumlayarak” tekrar halkın desteğini kazanabileceğinizi düşündünüz. Ancak, ‘Yahudi varlığının kendini savunma hakkına sahip olduğuna’ dair sözünüzle ne demek istediğinize açıklık getirmediniz. Bu konuda bir açıklamanızın olmadığından eminiz ve açıklama yaptığınız halde de bunun kesinlikle aleyhinize olacağını da biliyoruz. Ey Malezya Başbakanı! Size şunu sormak istiyoruz: Sömürgeciler, işgal ettiği topraklardan çıkarılmak için mücadele eden halkın direnişine karşı kendilerini savunma hakkına sahipler midir? Eğer Filistin konusunda duruşunuz bu yöndeyse, o zaman Malay topraklarını işgal eden Hollanda, İngiltere ve Japonya’nın da aynı şekilde kendilerini savunma hakkının olduğunu kabul etmeniz gerekir! Bu tutumunuz aynı zamanda Hollandalıların, İngilizlerin ve Japonların yerel halkın direnişine karşı “meşru müdafaa” adına işledikleri tüm cinayet ve zulümleri dolaylı olarak kabul ettiğiniz anlamına gelmektedir!

Ey Başbakan! Anlaşılan düşmanın tuzağına düştünüz ve bu durum bugüne kadarki duruşunuza bakılırsa hiç şaşırtıcı değil. Tüm dünya, “İsrail’in kendini savunma hakkı vardır” ifadesinin Yahudilerin bir sloganı ve propagandası olduğunu, Amerika ile müttefiklerinin bu ifadeyi, Yahudilerin Müslümanları katlederken ve Gazze’yi yerle bir ederken masum ve suçsuz olduklarını göstermek için kullandıklarını çok iyi biliyor. Bu duruşunuzla, size şu varsayımsal soruyu sormak istiyoruz, eğer Yahudiler Malezya’ya gelip Malezya’yı sömürgeleştirseler, istedikleri gibi Malezyalıları öldürseler, tüm binaları, hastaneleri, okulları ve camileri yıksalar, o zaman da Yahudi varlığının Malezya’da var olma hakkına sahip olduğunu söyler miydiniz? Ve iki devletli çözüm adına Malezya topraklarının büyük bir kısmını Yahudilere vermeyi kabul eder miydiniz? Farz edelim Malezya halkı Yahudileri topraklarından kovmak için harekete geçti ve Yahudiler buna büyük bir katliamla karşılık verdiler, yine de Yahudilerin kendini savunma hakkının olduğunu söyler miydiniz? La Havle ve La Kuvvete İllabillah!

Ey Malezya Başbakanı! Sizin bu tutumunuz, Sultan II Abdülhamid’in Theodor Herzl’in Filistin topraklarını satın almak için Hilafetin borçlarını ödemeyi teklif ettiği zamandaki cesur duruşuyla tamamen çelişmektedir. Sultan, Yahudilere bir karış toprak bir yana, tek bir oda bile vermemiş ve cesurca şöyle demiştir: “Filistin toprağının bir karışından bile vazgeçmem, çünkü bu toprak bana değil, İslam Ümmeti’ne aittir. Halkım bu topraklar için savaşmış ve kanlarıyla sulamıştır… Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar; eğer bir gün Halifelik Devleti parçalanırsa, Filistin’i bedelsiz olarak alabilirler, ama ben hayatta olduğum sürece bu asla olmayacaktır.”

Ey Malezya Başbakanı! İster resmi ister gayri resmi olsun Yahudi varlığının, İslam hukukuna göre kesinlikle meşru olmadığını vurgulamak isteriz. Çünkü bu varlık, gasp edilen Müslüman toprakları üzerinde kurulmuştur. Desteklediğiniz Amerika’nın iki devletli çözüm de aynı şekilde Haram’dır, çünkü bu çözüm, Yahudi varlığını Müslümanlardan aldığı topraklarda meşru bir devlet olarak tanımaktadır. Mübarek Toprak Filistin İslam Ümmeti’ne aittir ve hiçbir kısmı düşmana teslim edilemez. Yahudiler, ümmet ile savaşan kâfirlerdir (harbi Kafir) ve İslam öğretileri, onların saldırılarına karşı tek meşru çözümün savaş olduğunu belirtir. Şeri hükümlerle çelişen ve utanç verici olan bu cevaplarınızla ilgili olarak size tövbe edin ve Filistin için doğru olanı yapın demekten başka bir tavsiyemiz yoktur. Siz ve Müslümanların diğer yöneticilerinin görevi, bu yasa dışı ve suç dolu varlığı ortadan kaldırmak için ordularınızı harekete geçirmektir; onun varlığını tanımak, savunma hakkını kabul etmek veya onun koruyucusu olmak değil.

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER