Pazartesi, 27 Rebiu’l Evvel 1446 | 2024/09/30
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

- Basın Açıklaması - Hizb-ut Tahrir, Kabileler Bölgesinde Süregelen Katliamı Lahor, İslâmâbâd, Karaçi ve Peşâver'de Protesto Etti

Hizb-ut Tahrir, Amerikan direktifleri doğrultusunda kabileler bölgesindeki Müslümanların vahşîce katledilmesini kınamak amacıyla ülke çapında gösteriler düzenledi. Protesto gösterileri, Lâhor'daki Lohari Gate'de, Karaçi'deki Tarık Road'da, İslâmâbâd'daki Press Club önünde ve Peşâver'deki Kâsım Ali Camiî dışında düzenlendi. Konuşmacılar Müslümanların bombalanmasını en sert ifadeler ile kınayıp bunu Müşerref'in hıyâneti olarak tanımladılar. Hükümet'ten Müslümanlara karşı süregelen askerî operasyonları derhal durdurmasını ısrarla talep ettiler. Ayrıca efendisinin çıkarları uğrunda kitlelerin çıkarlarını heba eden Müşerref gibi Batılı ajanların önünü açan faktörün, doğrudan bu yönetim sistemi olduğu gerçeğini açıkça belirttiler ve bu Küfür sistemini ortadan kaldırmak ve Râşidî Hilâfet sistemini kurmak için Müslümanların harekete geçmesinin tam zamanı olduğunu söylediler.

Devamını oku...

Uçurumun Kenarında Dans Etmek, Kurbanların Artmasına Yol Açar

Lübnan'daki abes politika, yine daha fazla kan akıtarak sekiz kişinin ölümüne, onlarcasının yaralanmasına, gösteri kıvılcımlarına, yolların kesilmesine ve elektrik kesintisini protesto etmek için ortalığın ateşe verilmesine yol açtı. Fitnenin yakıtı ise, ayrımcılık ile birlikte bilhassa fırkacılık ve mezhepçilik kışkırtmasına müptela şahıslardır. Kurbanları ise, falan filân liderin peşinde giden hamasetli gençlerdir. Geçen gece tanık olduğumuz dehşet verici yeni tablo da, Lübnan iç savaşında temas hatları olarak bilinen ve salgın bir şer vâdeden hortlağın avdet etmesidir.

Bu fitnenin en beter görüntülerinden biri, siyâsî liderliğini kaybetmiş ordunun dostluğunu kazanmaya bel bağlamak veya kazanmak için yarışmaktır. Böylelikle ordu, içerisinde gerek subaylar, gerek diğer unsurlar bazında belirli düzeyde nüfuz ve dostluk sahibi çatışmacı tüm tarafların cazibe merkezi haline gelmiştir. Bu ülkedeki en tuhaf politik değişimlerden biri de, "Vatanî Ordu Doktrini" adında bir fırkanın oluşumu ve herkesin, kendi politikası ile "askerî kurumun" istikâmeti arasındaki eşgüdüm ile böbürlenmesidir. Oysa karşıt grup, bu kurumun tutumları karşısında homurdanmakta ve doktrinini değiştirmeye çağırmaktadır. Sonra görüntü ansızın değişmekte, o böbürlenenler üfleyip duran mızmızlara, bazen de keskin hasımlara, beri taraftan önceleri üfleyip duran mızmızlar da ordunun dostluğunu kazanmakla, vatanî çizgi ve bağımsızlıkla böbürlenen dostlara dönüşebilmektedir. Bu yalpalanmalar hızla sürerken, olan onca hamasetli gençlere ve mâsum insanlara olmakta, Lübnan, politika paranoyasına kurban edilmektedir. Muhâlefet ve Hükümet yanlılarının yükselttikleri sloganlara baktığınızda bunların, "vatanî birlik", "Lübnan'ın egemenliği", "anayasanın korunması", "iç barış" gibi sloganların çoğunda, yine yorumu ve uygulanma biçiminde dahi çekişme yaşanan "Arap Girişimi"nin maddelerinin uygulanması gerektiğinde hemfikir olduklarını görürsünüz. Oysa geçen gece yaşanan olayların, Arap Girişimi'ni sürdürme gündemi ile toplanan Arap Birliği Dışişleri Bakanları toplantısı ile eş zamanlı olarak patlak vermesi tesâdüf değildir. Şimdi akan bu kan seli, bu kıytırık çatışmaya değer mi hiç?! Lübnan'daki bu çatışan tarafların haşin ve hunhar tutumlarını gözlemleyen görür ki uğrunda birbirlerine girdikleri şey, hiçbir gerçek siyâsî projesi olmayan kesimlerin, örgütlerin yada liderlerin ölçülerine göre belirlenen maddî kazanç çatışmasından öte bir şey değildir. Oysa gelişmiş gerçek siyâset, insanların işlerini, falan yahut filan kesimden olmaları vasfıyla değil, insan olmaları vasfıyla gözetmeyi amaçlayan siyâsettir. Lübnan'daki çatışan tarafların yoksun oldukları şey, işte bu gelişmiş gerçek siyâsî tefekkürdür. O halde Allah'tan ittikâ edin, ey insanların canları ve kanları üzerinden birbirleriyle çatışanlar! Muhakkak ki bu canlar ve kanlar, sınırlar ötesinden gelen sinyallere göre dinip kabaran sizin bu ucuz çatışmanızdan çok daha kıymetlidir. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي ءَادَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً "Andolsun ki Biz, insanoğlunu kerîm kıldık. Onları, karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık." [el-İsrâ 70]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Amerika'nın Emriyle Kabile Bölgelerindeki Müslümanların Katledilmesine Engel Olun!

Amerikan emriyle Müslümanların katledilmesine derhal engel olunmalıdır. İnsanlar, Amerika'nın nükleer bir Pakistan ile asla savaşmak istemeyeceğinin farkındadır. Bunun içindir ki Amerika Pakistan'ın bir iç savaş yoluyla zayıflatılmasını arzulamaktadır. Bugün, Pakistan için en büyük tehlike, düşmanın emrine binâen Pakistan'ı zayıflatan ajan yöneticilerdir. Günlük otuz-kırk Müslüman katledilerek Amerika'ya her gün yeni bir can verilmektedir. Pakistan, 11 Eylül öncesinde böylesi bir kıyımın kurbanı olmuş muydu hiç? Amerika'nın Pakistan'daki müdâhalesinden önce, intihar saldırıları olmuş muydu hiç? Cihâdî aktivistler ve sözde aşırılar ortaya çıkmış mıydı hiç? O halde böylesi kimseleri, kıyımın müsebbibi olarak tanımlamak, yalandan başka bir şey değildir. Gerçekte bu kıyım, Müşerref'in "Önce Pakistan" sancağı altında izlediği duygusuz politikalarının sonucudur. Bu savaş Peşâver'den yalnızca 40 kilometre ötede sürüyor ve Pakistanlılara karşı helikopterler ve tanklar kullanılıyorken "Önce Pakistan" nerede? Bu savaşın her iki cephesinde Müslümanlar katlediliyor ve Haçlılar kabul salonlarında konfor içerisinde bu şovun tadını çıkarıyorlarken "Önce Pakistan" nerede? Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] bu yöneticiler hakkında ne de doğru buyurmuş:  شِرَارُ أُمَرَائِكُمِ الَّذِينَ تُبْغِضُونَهُمْ وَيُبْغِضُونَكُمْ وَتَلْعَنُونَهُمْ وَيَلْعَنُونَكُمْ  "Yöneticilerinizin şerlileri onlardır ki siz onlardan buğz edersiniz, onlar da size buğz ederler ve siz onları lânetlersiniz, onlar da sizi lânetlerler."

Ey Müslümanlar! Bu zulme şâhit olduğunuz halde susup yerinize çakılamazsınız! Ey İslâmî Siyâsî Partiler! Niçin bu cürüme sessiz kalıyorsunuz? Bu yöneticilere karşı harekete geçip insanları sokaklara dökeceğinize, ne diye bu savaşın kabile bölgelerindeki kurbanlarına yardımlar göndermekle yetiniyorsunuz? Ey Pakistan Ordusu'nun samimi subayları! Daha ne zamana kadar Kâfirleri desteklemek uğrunda Müslüman kardeşlerinizi öldürmeye devam edeceksiniz? Daha ne zamana kadar, ülkemizi başımıza yıkan bu ajan Müşerref'e kol kanat gereceksiniz? İzzetin ve başarının tek yolu olan Hilâfet'in kurulması için nusret vererek adım atmanızın ve Müslümanları bu kölelikten kurtarmanızın zamanı gelmedi mi hâlâ?!

Devamını oku...

Başörtüsü Meselesi, İslâmî Bir Meseledir ve Yalnızca İslâmî Devlet Yoluyla Çözülmelidir

  • Kategori Türkiye
  •   |  

Başbakan Erdoğan, 14 Ocak'ta meşum bir münâsebetle bulunduğu İspanya'da Avrupalı gazeteciler ile yaptığı toplantıda soruları yanıtladı. Sözlerinden en çok yankı bulanı ve halen tartışılmakta olanı, Türkiye'de uygulanan başörtüsü yasağı hakkındaki sözleri idi. Erdoğan şöyle diyordu: "Siyasi simge olarak türban takmak suç mu? Simgelere, sembollere bir yasak getirebilir misiniz? ... Ama ülkemizde ne yazık ki böyle bir sorun şu anda var. Üniversitelerde böyle bir sorun söz konusu. Bunu bu düzenleme ile aşmak öyle zannediyorum ki özellikle özgürlükler noktasında, eğitim özgürlüğü noktasında bir sıkıntıyı aşmaya da vesile olacaktır." 16 Ocak'ta İspanya dönüşünde havaalanında düzenlediği basın toplantısında ise şöyle diyordu: "Türkiye hâlâ bu sorunu çözemiyorsa, bu özgürlükler noktasında ciddi sıkıntıdır. Bunu beraber aşarız. Yeni anayasayı beklemeye de gerek yok... Bunun çözümü çok kolay. Otururuz beraberce mutabık kaldığımız bir cümleyle bu çözülür." Bu açıklamalar ile birlikte hararetli bir tartışma hızla gündemin ilk sıralarına yükseldi. MHP, Anayasanın 10. maddesinde değişiklik öngören bir anayasa değişikliği hazırlayıp bununla sorunun çözüleceğini iddia etti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Danıştay başta olmak üzere, bazı devlet kurumlarından sert açıklamalar, tehditler ve rejim uyarıları geldi. CHP, bu meseleyi rejimin bekâsı ile ilişkilendirip ağır eleştirilerde bulundu... Başta Erdoğan olmak üzere, hükümet yetkilileri, bir yandan bu eleştirilere cevap yetiştirmekle uğraşırlarken, öte yandan yetersiz buldukları MHP'nin teklifine alternatif olarak, Anayasa'nın 10, 13 ve 42. maddelerinde değişiklik öngören bir anayasa değişiklik paketinin çalışmalarına başladı. 24.01.2007 itibariyle de MHP ve AKP arasında konu ile ilgili görüşmelere başlandı ve prensipte mutâbakata varıldı.

Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilâyeti, bu tartışmalar hakkındaki görüşlerini aşağıdaki şekilde beyân eder:

1.   Başörtüsü, eşarp, tülbent, türban, hicâb, hımar yada başka her ne denirse densin, Allah [Subhânehu ve Te'alâ] -korunması gereken ırzlarımız olan- Müslüman hanımlara, genel hayatlarında, belirlediği ölçüler doğrultusunda başlarını örtmelerini ve kezâ teberrücten sakınmalarını farz kılmıştır. Eğitim, çalışma yada başka hiçbir gerekçe, bu farzın geçerliliğini ortadan kaldırmaz. Hiçbir Müslüman hanım, eğitim için, çalışmak için, âdetler ve gelenekler için, aile baskısı için yada başka herhangi bir şey için kısmen yada tamamen başörtüsünü açamaz. Bunlar mutlak olarak haramdır. Şer'î kâide gereği, ibâdetler, yiyecekler ve giyecekler hakkındaki hükümler illetlendirilemez. Aksi takdirde baş örtüsü, iffet veya benzeri bir husus ile illetlendirilerek, şer'î olmasa da herhangi bir örtünme biçiminin yada örtünmemenin meşru olduğu iddia edilir ki bu, kesinlikle câiz değildir.

2.   Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, başörtüsünün İslâm'ın farzlarından olduğunu açıklamasını takdirle karşılıyoruz. Ne var ki başörtüsüne kamusal alanlarda izin verilip verilmeyeceği konusunda yetkisiz olduğu gerekçesiyle suskun kalmasını ve bu kararı devletin diğer mercilerine havale etmesini esefle karşılıyoruz. Bilakis Allah'ın emrettiği bir farzın, herhangi bir zamanda, mekânda ve koşulda engellenemeyeceğini açıkça ve cesurca açıklamasını beklerdik.

3.   Yargıtay, Danıştay ve diğer bazı devlet kurumları ile birlikte CHP, DSP gibi laik partiler ve diğer bazı medya organları ve sivil toplum kuruluşlarının, başörtüsünü rejim meselesi haline getirmeleri ve çatışmaya kapı aralayacak bir fitne unsuru gibi göstermeleri, örtülü ve tarihsel bir İslâm düşmanlığı içermektedir. Açık ve kesin gerçek şu ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Laiklik üzerine kuruludur ve İslâm'ı devlet ve toplum bazında, hatta bazı durumlarda fert bazında dışlamıştır. Osmanlı Hilâfet Devleti'nin Sömürgeci Batılı devletlerin işgâli altında olduğu bir sırada, Müslüman halkına rağmen İslâm'a savaş açmak ve Hilâfet'i yıkmak karşılığında onların himâyesinde ve desteğiyle devlet içinde devlet kurularak ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkar çıkmaz da İslâm'ın devletten ve toplumdan uzaklaştırılması için envâ-i çeşit üsluplara ve araçlara başvurmuştur. Dolayısıyla kısmen örtülü laik diktatörlüğe dayalı devlet düzeninin bekçilerinden, "irtica", "siyasal İslâm", "gericilik" ve benzeri ifadelerle bu tür iğneli açıklamaların gelmesini garipsemiyoruz.

4.   Başörtüsü yasağının hukukî dayanakları; özet olarak Anayasa Mahkemesi'nin bazı Anayasa maddelerine ve bilhassa Anayasa'nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez (ne demokrasi ama!) maddelerinden biri olan 2. maddesine atfen verdiği karar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kararı ve Yüksek Öğretim Kurumu'nun tutumlarıdır ki bunlar, yasağın kaldırılmasını zorlaştıracak yada en azından kaldırılışın gürültülü olmasına yol açacak hususlardır. [AİHM kararı hakkında, Hizb-ut Tahrir'in Hollanda'daki Medya Temsilcisi Üstâz Okay Pala'nın 01.01.2006 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne, başörtüsü mağduru Sayın Leyla Şahin'in Türkiye Cumhuriyeti aleyhine açtığı davaya ilişkin kararı hakkında gönderdiği reddiyeye bakılabilir.]

5.   Başörtüsü yasağının temel savı "siyâsî simge" olduğu şeklindeki kabuldür. Bu kabul, üç hususa delâlet eder:

a.   Siyâsî simge denilmesi, İslâmî İdeoloji'ye bir atıftır. Başörtüsü İslâmî bir şiâr olduğu için, yasakçılar nezdinde başörtüsü İslâm'ın hayata hâkim kılınmasını arzulayan Müslüman hanımları işâret etmektedir. Dolayısıyla onlar nezdinde sorun yalnızca başörtüsü değildir, aksine sakal, cübbe, sarık, peçe, çarşaf, cilbâb gibi İslâmî şiarlar da bu kapsamdadır. Oysa tartışma yalnızca başörtüsü üzerinden ilerlemektedir. Üstelik başörtüsü yasağının kaldırılmasından kasıt, genel hayatın tamamında bu yasağın kaldırılması anlamına gelmemektedir. Yani bu düzenleme yalnızca üniversitedeki başörtüsü sorununa hastır ve resmî kurumlarda çalışan Müslüman hanımların yada ilköğretim ve liselerde okuyan kızların başörtülerini, peçelerini, çarşaflarını, cilbâblarını, ayrıca Müslüman erkeklerin sakallarını, cübbelerini ve sarıklarını kapsamamaktadır. Danıştay'ın, resmî görevlerde çalışan Müslüman hanımların, sokakta bile başörtüsü örtünmelerini yasaklayan kararını hiç kapsamamaktadır. Yani bu düzenleme, İslâm'ın şiarlarının serbest bırakılması için değil, bu şiarlardan sadece birinin, politik maksatlar ve kapitalist ilkeler doğrultusunda serbest bırakılması içindir ki böylesi bir tavır, kesinlikle İslâm ile bağdaşmaz.

b.   Başörtüsünün İslâmî bir şiar olduğu, AKP'nin de İslâmcı bir parti olduğu, bunun için başörtüsünü serbest bırakmak istediği yada İslâmî Devlet kurmak gibi gizli bir gündemi bulunduğu, dolayısıyla "takiyye" yaptığı iddia edilerek, bir kavram kargaşası çıkarılmakta, mesele aslî mecrasından saptırılmaktadır. Oysa AKP ile İslâm arasındaki mesâfe, Doğu ile Batı arasındaki mesâfe kadardır. AKP kendisini muhâfazakâr, demokrat, laik ve özgürlükçü bir parti olarak tanımlamaktadır ki bunların İslâm ile uzaktan-yakından hiçbir alâkası yoktur. AKP'yi İslâm ile bir araya getiren noktalar, üyelerinin ve liderlerinin Müslüman olması, İslâmî bir geçmişlerinin bulunması ve bazılarının hanımının başörtülü olmasıdır. Bunlar ise şahsî karakterlerdir ve partinin esâsı ve vasfı üzerinde hiçbir emâresi yoktur. Sonuncusu İspanya basınında yer aldığı gibi, AKP yetkilileri sürekli olarak İslâmcı yada dînî bir parti olmadıklarını üstüne basa basa vurgulamaktadır. Üstelik AKP'nin başörtüsüne bakışı; Allah'ın bir farzı olması bakımından İslâmî Akîde'ye dayalı şer'î bir bakış değil, tam aksine haklar ve özgürlükler kapsamında olması bakımından demokratik, laik, hümanist ve özgürlükçü bir bakıştır. Bu kapitalist bakıştan başörtüsünü değerlendirmek ise Müslümana haramdır.

c.   Uygulanan yasak, dikkat edilirse İslâm'a hâs bir yasaktır. Diğer dînlerin yada ideolojilerin şiarları hakkında böyle bir yasaklama söz konusu değildir. Nitekim Erdoğan da "Simgelere, sembollere bir yasak getirebilir misiniz?" diyerek bu yasağın sadece İslâm'a has olmaması gerektiğini, haklar ve özgürlükler açısından savunmaktadır. Bu ise İslâmî bir savunma değildir. Örneğin, ilköğretim çağındaki Müslüman çocukların Kur'ân-il Kerîm'i öğrenmeleri yasak iken, misyonerlerin çalışmaları serbesttir. Hatta bizâtihi AKP, Avrupa Hıristiyan Demokrat Partiler Birliği'ne üyelik başvurusunda bulunmuş, hiç kimse de çıkıp bunu anayasaya aykırı bulmamıştır. Siyâsî simgeler Kapitalizm'e, Komünizm'e yahut diğer küfür fikirlerine ait olunca serbesttir, ancak İslâmî olunca yasaktır. Hatta siyâsî yapılanmalar için de böyledir. Türkiye Komünist Partisi yasal bir parti kabul edilirken, İslâmî bir parti olan Hizb-ut Tahrir yasaktır.

6.   AKP'nin başörtüsü konusunu gündeme getirmesi şâibelidir. Çünkü bizâtihi Başbakan Erdoğan, İspanya dönüşü düzenlediği basın açıklamasında, bu konunun gündeminde bulunmadığını, oradaki gazetecilerin bu konu hakkında sormaları üzerine açıklama yaptığını söyledi. Sonra da hiç gündeminde olmayan bu konuyu, "Yeni anayasayı beklemeye de gerek yok... Bunun çözümü çok kolay. Otururuz, beraberce mutâbık kaldığımız bir cümleyle bu çözülür" diyerek apar topar halletme gayretine girmiştir. Sormazlar mı, iktidarının üzerinden beş yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra, şimdi mi aklın başına geldi?! Madem bu kadar kolaydı, bir cümleyle hallediliyordu, önceki dönemde şimdikinden daha fazla milletvekilin olduğu halde neden halletmiyordun?! Nitekim 28.12.2004'te doğrudan Başbakan Erdoğan'a gönderdiğimiz mektupta başörtüsü sorununu henüz çözememiş olduğu halde makâmında durmasının kendisi için büyük bir günah ve ağır bir zillet olduğunu beyân etmiştik. Kendisi de 2005 yılı Haziran ayında Lübnan ziyâreti dönüşünde başörtüsü sorununun çözülebileceğinden bahsetmiş, ama hiçbir somut adım atmamıştı, tam aksine Avrupa Birliği'ne üyeliği uğrunda zinayı yasaklayan kanunu bile çıkarmaktan vazgeçmişti. Bütün bunlar demek oluyor ki başörtüsü konusunun ardında başka bir mesele vardır. Peki bu mesele nedir?

a.   Düne kadar yoğun bir şekilde tartışılan yeni anayasa, AKP ile MHP'nin üzerinde anlaşmaya vardığı anayasa maddeleri üzerinde de değişiklik yapma imkânı tanıyorken ve zaten beş yıldan fazladır bekleniyorken, bu acelecilik nedendir? Yoksa yeni anayasanın kabulü konusunda herhangi bir pürüz mü çıktı ki başörtüsü meselesi ile örtülmek isteniyor?

b.   Önümüzdeki yıl yapılacak yerel seçimler öncesinde bu konu gündeme getirilerek oy oranları artırılmak mı isteniyor, yoksa yasağın kaldırılması halinde yerel seçimler öne mi alınmak isteniyor?

c.   İngilizci Laikler ile Amerikancı Laikler arasında süregelen çekişme ve rekâbet, bu sorun üzerinden kanalize edilmek yada bir pazarlık konusu haline getirilmek yada bir koz olarak kullanılmak mı isteniyor?

d.  Son dönemde artan bir şekilde gündemi işgâl eden terör eylemleri, sınır ötesi harekât haberleri ve global ekonomik sarsıntının etkileri gibi olumsuz faktörler azaltılmak mı isteniyor? Yoksa gündem başörtüsü meselesi ile bu kadar meşgul iken kamuoyundan gizlenmek istenen birtakım icraatlar mı yürütülüyor?

7.   MHP'nin çıkışı ise politik bir rant kavgasından ve pastadan pay kapma arayışından başka bir şey değildir. Çünkü MHP, AKP'nin öyle veya böyle başörtüsü meselesini çözmek zorunda kalacağını, taban kaybetmemek yada diğer politik çıkarları için bu hususta ısrar edeceğini bilmektedir. Bunun için Erdoğan henüz İspanya'da iken MHP anayasa değişiklik teklifinin hazırlıklarına başlamıştır. Erdoğan gelir gelmez önerisini paylaşarak hem bir öncülük rolü kapmaya çalışmış, hem de sorunu muallakta bırakacak bir çözüm ile sınırlandırmak istemiştir. AKP kendi değişiklik önerisini hazırlayınca da onunla mutâbakata varmıştır. Çünkü MHP şunu biliyordu: eğer AKP bu sorunu çözerse, AKP'nin popülaritesi artarken MHP'ninki düşecek; eğer AKP çözemezse genel seçimler öncesinde olduğu gibi yine mağduriyet rolünü oynayıp kendisini haklı gösterecektir. İşte MHP, hem çözümü sınırlandırmak, hem de AKP'nin kozunu kullanma çerçevesini daraltmak üzere onunla masaya oturmuştur. Zaten aynen AKP gibi MHP de fırsatçıdır ve İslâmî şiarların, Laikliğin zulmünden kurtarılması derdinde değildir.

Ey Müslümanlar!

Başörtüsü, Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın emri ve Müslüman hanımın baş tâcıdır. Hiçbir yasak, bu farzın yerine getirilmesine engel olamaz. Bunun için Müslüman hanımların, ister eğitim görmek, ister çalışmak, isterse başka bir maksatla olsun, başörtülerinden vazgeçmeleri câiz değildir.

Başörtüsü meselesi, İslâm'ın bütününden bir cüz'î mesele olsa da, kâfirlerin ve âvânelerinin ona düşmanlığı kadîm ve meşhurdur. Medîne'deki kâfirlerin saldırısından başlayıp Bizans dönemindeki zulümlere, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan Yahudi varlığındaki eziyetlere, 1960'lı yıllarda Türkiye'de bâriz bir biçimde gündeme gelmesinden, Amerika'da, İngiltere'de, Fransa'da, Hollanda'da, Belçika'da, Almanya'da... Azerbaycan'da, Tunus'ta, Tacikistan'da, Çeçenistan'da, Balkanlar'da ve daha birçok beldeye kadar pek çok zamanda ve mekânda nefretle karşılanan başörtüsü meselesi İslâm'a düşmanlığın dışa vurulduğu meselelerden biri olmuştur.

Hükümet, beş yıllık iktidarı boyunca başörtüsü sorununu çözeceğini tekrarlayıp durmuştur. Hükümet başörtüsünü neden halletmek istemektedir? İslam'ın emri olduğu için mi, Müslüman kızların eğitim haklarını ve özgürlüklerini savunduğu için mi, yoksa başka bir sebeple mi? İslam'ın emri için olmadığı kesindir. Aksi takdirde bugün Müslüman gençleri tutuklamaz, İslam düşmanı Kâfirler ile sarmaş-dolaş olmazdı. Eğitim hakkı ve özgürlük de bunun sebebi değildir. Çünkü haklar ve özgürlükler, İslam ile ilgili olunca veya mazlumlara ilişkin olunca geçersiz olmaktadır. Üstelik AKP Hükümeti'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gönderdiği resmî avukatlar, başörtüsü aleyhine savunma yaparak mahkemenin başörtüsü yasağını onaylayan bir karar almasına imkân sağlamışlardır. O nedenle AKP Hükümeti; başörtüsü meselesini, "oligarşik bürokrasi" olarak tanımladığı derin devlet uzantılarıyla arasındaki çekişmede ve halk arasındaki popülaritesi uğrunda bir koz ve araç olarak kullanıp utanç verici bir yüzsüzlük ile istismar etmektedir. Nitekim bu çekişmenin sonuçlanması, Amerikan Kâfiri'nin Türkiye stratejisinin omurlarından biridir ve AKP Hükümeti bu uğurda kendini paralamaktadır. Ne İslam için ne ülke için ne de halkı için değil! Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] bir sahâbesi ile sohbetinde böylesi yöneticileri ne kadar da veciz ifade etmiştir:

أعاذك الله من إمارة السفهاء، قال: وما إمارة السفهاء؟ قال: أمراء يكونون بعدي لا يقتدون بهدي ولا يستنون بسنتي فمن صدّقهم بكذبهم وأعانهم على ظلمهم، فأولئك ليسوا مني ولست منهم، ولا يردون عليّ حوضي، ومن لم يصدّقهم بكذبهم، ولم يعنهم على ظلمهم فأولئك مني وأنا منهم، وسيردوا عليّ حوضي "Allah seni sefihlerin yönetiminden korusun." Dedi ki: "Sefihlerin yönetimi de nedir?" Dedi ki: "Benden sonra yöneticiler olur. Onlar Hidâyetime uymazlar ve Sünnetimi de tâkip etmezler. Her kim onların yalanlarını doğrular ve zulümlerinde onlara yardım ederse, işte onlar Benden değildir ve Ben de onlardan değilim! Onlar (Cennetteki) Havzıma gelemezler. Her kim de onların yalanlarını doğrulamaz ve zulümlerine de yardım etmezse, işte onlar Bendendir ve Ben de onlardanım! Havzıma gelecek olanlar işte bunlardır."

Müslümanlara gelince; başörtüsü demokratik bir hak veya bir özgürlük değildir. Bilakis Allah'a kulluğun bir gereğidir. Kulluk ise özgürlük de değildir, hak da değildir. Bilakis emirdir. Her şart ve her ortamda mutlaka yerine getirilmelidir. Başörtüsü, Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın Müslüman hanımlara emrettiği bir emir ve farziyet olmasının yanısıra, İslâmî Ümmet'in de nâmusudur. Hatırlanmalıdır ki Medîne'de Yahudilerden biri Müslüman bir hanımın başörtüsünü açınca oradaki bir Müslüman hemen o yahudiyi öldürdü. Onlar da o Müslümanı katlettiler. Bu olay üzerine Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Yahudilere savaş açtı. Başörtüsünün İslâm'daki anlamı ve Müslümanların ona verdiği değer işte budur!

Bununla birlikte bu yasak ne kadar haram ve şerir ise, bu yasağın demokratik haklar ve özgürlükler esâsına dayalı çözümü de o kadar haram ve şerirdir. Müslümanın her ameli, İslâmî Akîde'ye binâen olmalıdır. Bunun için Müslümanların ve İslâmî duyarlılığı bulunan kesimlerin, demokratik haklar, özgürlükler ve benzeri küfür şiarlarına dayalı olarak başörtüsü yasağının kaldırılmasını istemeleri, buna destek vermeleri yada alkışlamaları doğru değildir. Kezâ meseleyi yalnızca üniversitelerdeki başörtüsü sorunu ile sınırlandırıp ilköğretimde, liselerde, resmî kurumlarda, askerî kışlalarda süregelen yasağı görmezden gelmeleri de doğru değildir. Kezâ meseleyi, sırf başörtüsü ile sınırlandırıp Kur'ân-il Kerîm öğretimi ve kursları, sakal, peçe, çarşaf, cilbâb ve benzeri İslâmî şiarlarda süregelen yasağı görmezden gelmeleri de doğru değildir. Kezâ meseleyi, sadece bu İslâmî şiarlar ile sınırlandırıp İslâmî hükümlerin fert, toplum ve devlet bazında bir bütün olarak uygulanmasında süregelen yasağı görmezden gelmeleri de doğru değildir.

Ey Müslümanlar!

İbâdetleriyle, muâmelâtıyla, ukûbatıyla, ahlâkıyla, ahvâl-i şahsiyesi ile, Cihâd'ı ile, Hilâfet'i ile, istisnâsız tüm hükümleriyle bir bütün olarak İslâm'ın uygulanmasına, korunmasına ve yayılmasına hırs göstermek ve bu çalışmayı, Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in gösterdiği gibi fikrî çatışma ve siyâsî mücâdele yoluyla İslâmî siyâsî ideolojik bir kitleleşme dâhilinde sürdürüp İslâmî hayatın yeniden başlatılması için Nübüvvet Minhâcı üzere İkinci Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurmak hedefine götürmek de hepinize farzdır. İşte bunun için Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilâyeti, sürekli ve ısrarlı bir biçimde sizleri kendisiyle birlikte çalışmaya çağırmaktadır. Artık hak ve hakîkat kendisine apaçık beyân edildikten sonra, dileyen icâbet etsin, dileyen yüz çevirsin! Hesap görücü olarak Allah yeter.

إِنَّ هَذِهِ تَذْكِرَةٌ فَمَن شَاء اتَّخَذَ إِلَى رَبِّهِ سَبِيلاً  "Muhakkak ki bu bir öğüttür, artık dileyen Rabbine bir yol tutsun." [el-İnsân 29]

Devamını oku...

Yunanistan Başbakanı'nın Türkiye Ziyâreti

Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis, 49 yıl aranın ardından Türkiye'ye gelen ilk Yunanistan Başbakanı oldu. Son kez gelen de Kostas'ın amcası Konstantin Karamanlis idi ve Adnan Menderes ile birlikte Kıbrıs sorununda Amerikan plânına göre ilerleme sağlamak için gelmişti. Yunanistan, Türkiye ile en çok sorunları bulunan düşman bir komşudur. Bu düşmanlık, Fâtih Sultân Mehmed Hân'ın İstanbul'u fethedip Bizans'ı tarihe gömmesinden beri süregelmiş (Megali İdea'nın doğuşu) ve Osmanlı Hilâfet Devleti'nin zayıflık döneminde devletten kopmasıyla patlak vermiştir. Bununla da yetinmemiş, itilaf devletleri ile birlikte Osmanlı topraklarına saldırmış, Ankara yakınlarına kadar gelmiştir. İngilizlerin baskısı sonucu geri çekilmek zorunda kalmış olsalar da, Ege Denizi'ndeki adaların neredeyse tamamını işgâl etmişlerdir. Kıbrıs'ta da İngilizler ile birlikte hareket edip kendilerini asırlarca koruyup kollayan Osmanlı'ya sırt çevirmişlerdir. Amerikan-İngiliz çatışmasına sebep olan sorunların alevlenmesine, biraz da bu düşmanca politikalar hizmet etmiş, buradan Kıbrıs sorunu, Ege sorunu, Azınlıklar sorunu, Patrikhane meselesi gibi pek çok problem çıkmıştır. Kıbrıs meselesi, Annan Plânı'nın işi bitince muallakta kalmıştır. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Gül, Amerika'ya yaptığı ziyârette, Ban Ki Moon'dan Kıbrıs için yeni bir çözüm bulmasını talep etmiştir. İsteyen âciz, istenen âciz! Ege meselesi ise kıta sahanlığı ve FIR hattı gibi, "uluslararası hukuk" denilen sömürgeci mekânizmanın Yunanistan lehine tavır almasından dolayı daha çetrefil bir haldedir. Uzun süredir devam eden ve geçenlerde 37.si yapılan istikşâfî görüşmelerden, yani sorunun keşfine yönelik gizli görüşmelerden, Erdoğan ve Karamanlis'in beyânâtına göre, şimdiye kadar hiçbir sonuç alınamamıştır. Bunun yanında Genelkurmay, internet sitesinde Yunan askerî botlarının Ege Denizi'nde yaptıkları ihlâlleri açıklayıp durmaktadır. Oysa Büyükanıt, geçen yıl yaptığı Yunanistan ziyâretinde, Türk-Yunan ilişkilerini dostane ilişkiler diye tanımlamıştır. Azınlıklar sorunu, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik müzâkerelerinden bir parça olarak dayatılmaktadır. Patrikhane meselesi ise uzun vadede ciddi bir sorundur. Çünkü Yunanistan, Karamanlis'in bu ziyâretinde de tekrarladığı gibi, Fener Rum Patrikhanesi'ni ekümenik vasfıyla anmaktadır ve ekümeniklik, patrikhaneye İstanbul'da bağımsız bir toprak parçası verilmesini ve 1970'lerde kapatılan Ruhban Okulu'nun açılmasını gerektirir. Bütün bunlara ve Yunanistan'ın tarihsel düşmanlığına rağmen, AKP Hükümeti ekonomi, ticaret, turizm, enerji, Avrupa Birliği üyeliği gibi konular üzerinden Türk-Yunan ilişkilerini geliştirmeye, gerilimleri azaltmaya uğraşmaktadır. Çünkü Amerika böyle istemektedir. Amerika, bunu Türkiye için yada Türkiye halkının hayrına istememektedir. Aksine İngiltere'nin bu sorunları kurcalayıp plânlarını bozmasından endişe etmektedir. Bunun için hem AKP Hükümeti'ne, hem de uşağı olan Karamanlis Hükümeti'ne, ıvır zıvır konular üzerinde de olsa birliktelik sağlamalarını, sembolik anlamdan ibâret kalsa da birbirlerine gidip gelmelerini öğütlemektedir. Oysa Yunanistan, Kıbrıs ve Ege Adaları, İslâmî topraklardır ve bunlar üzerinde Küfrün egemenliği kabul edilemez. Yunanistan lehine olan uluslararası kararların ve kurumların, Müslümanlar nezdinde hiçbir geçerliliği olamaz. İslâm'da azınlıklar değil, zımmîler vardır ve egemenliğimiz altındaki tüm gayri-muslimlere zımmî muâmelesi yapılmalıdır. Bunlar, İslâmî hükümlerdir ve ancak İslâmî bir devletin uygulayabileceği köklü çözümlerdir. Dolayısıyla güdümlü mevcut yöneticilerden hiçbir sonuca varmaları beklenemez!

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Britanya'dan Pakistan Diktatörü Pervez Müşerref'e

  • Kategori Britanya
  •   |  

es-Selâmu Alâ Men'it Tebe'al Huda (Selâm, hidâyete tâbi olanların üzerine olsun)

Ülkede zulümden, istikrarsızlıktan, temel gıda maddelerine gelen zamlardan ve günlük enerji kesintilerinden çekmekte olan Pakistan halkının paraları ile ödenen beş yıldızlı lüks bir ağırlamanın tadını çıkararak Pakistan'daki yönetiminiz için Sömürgeci efendilerinizden meşruiyet arayışı ile Avrupa'ya geldiniz. Londra'daki Kraliyet Birleşik Hizmetler Enstitüsü'nde [Royal United Services Institute] yaptığınız dünkü konuşmanızda, demokrasi ve seçim vaatlerinde bulundunuz, başarılı bir ekonomi ile övündünüz, insan haklarından ve basın özgürlüklerinden dem vurdunuz ve yabancı askerî birliklerin Pakistan'ın egemenliğini ihlâl etmeyeceği sözünü verdiniz.

Yine de ülkeye döndüğünüzde muhâlefetin tümüne karşı sert önlemler almaya giriştiniz. Seçimler için, Sömürgeci güçlerin güdümünün devam edeceği ve ülkedeki otoritenin de feodal toprak ağalarının ve zengin sanayicilerin ellerinde kalacağı bir gelecek sözü verdiniz. Oysa insanlar, sizin ihmâlkârlığınızdan ötürü saatlerce un kuyruklarında beklemektedir. İktidarda bulunduğunuz dönem boyunca ülkenin elektrik şebekesine bir kilowatt saatlik elektrik dahi eklememe savsaklığı gösterdiğinizden ötürü gündelik elektrik kesintileri yaşanmaktadır. Aksine enerji kaynaklarının mülkiyeti özel sektörlere devredilerek kamu üzerindeki petrol, doğalgaz ve elektrik bedelleri yükü daha da ağırlaştırılmış, Pakistan'ın endüstriyel ve tarımsal işlerliği dumura uğratılmış, bir de insanlara, sizin zâlimane KDV'niz yüklenmiştir.

Batılı dinleyicilerinizi hoşnut etmek için dem vurduğunuz insan hakları ve basın özgürlüğü retoriğiniz, medya sansürünüzü ve sırf insanlara ibret olsun diye onca yaşlıyı, kadını ve çocuğu Lâl Mescid'de katledişinizi gizleyememiştir. Pakistan'ın mâkus tarihi boyunca diğer herhangi bir yöneticiden çok daha fazla siz, bu ülkenin egemenliğini yabancı bir güce teslim etmişsinizdir, siz Birleşik Devletler Ordusu'na lojistik destek sağlamışsınızdır, siz "teröre karşı savaşa" katkıda bulunmak maksadıyla onlara Pakistan'ın topraklarını ve hava sahasını açmışsınızdır! Onların buyruğu üzerine, Veziristan ile Svat'taki barbar operasyonlarda kardeşlerini ve bacılarını katletmeye gönderdiğiniz Pakistan'ın askerî birliklerini siz feda etmişsinizdir. Pakistan'ı gerçekten öncelemek, ancak İslâmî sistem olan Hilâfet'in uygulanmasıyla mümkündür. Hilâfet Devleti'nde seçimler, siyâsî otoriteyi Pakistan halkının ellerine, egemenliği de Allahu Te'alâ'ya verir, Batılı Sömürgeci güçlere değil! İslâm'da ekonomik başarı ancak, fakirlerin yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyaçlarının tümüyle karşılanması, mallardan ve hizmetlerden alınan zâlimâne vergilendirme sisteminin kaldırılması, -Batılı şirketler için değil- tüm halk için enerji kaynaklarının paylaştırılması ile sağlanır. Gerçek güvenlik ancak, sömürgeci askerî maceralarında Birleşik Devletler ve İngiltere ile yapılan tüm işbirliğine son vererek, kendi halkınızın kanını akıtmayı durdurarak sağlanır. Basının gerçek muhâsebesi ancak, İslâm'ın yöneticiyi muhâsebe etme farziyeti toplum içerisinde dosdoğru bir biçimde uygulanmaya başladığı zaman sağlanır.

İşte tüm bunlar ancak ve sadece, -yalanlarınızı gören ve hıyânetinize şâhit olan- Allahu Te'alâ vaadini gerçekleştirdiği zaman gerçekleştirilecektir ki Subhânehu ve Te'alâ, sizin zâlim yönetiminizi ve fasit sisteminizi elbet bir gün yerin dibine geçirecektir. İşte o gün, mü'minler de Allah'ın nusreti ile ferahlayacaklar, Allah'ın emrine tam bir teslimiyet ile itaat eden, Sevgili Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in örnekliğine adım adım uyan ve adâlet ile yönetimi hakkıyla gerçekleştiren Hilâfet gelmiş olacaktır.

Allahu Te'alâ'dan sizin gibi birini bile yalnızca Kendisinden korkan ve emirlerine itaat eden biri haline getirmesini diliyor olsak da, bunu yapacağınıza dair cüz'i bir beklentimiz vardır. Şunu da bizden öğrenin ki Allahu Te'alâ, yardımını ve nusretini vermeyi dilediği zamana kadar siz ve hıyânetinize uyanlar, sizlere hakkı hatırlatacağımız ve yanlışlıklarınızı göstereceğimiz sözlerimizi işitmeye devam edeceksiniz.

وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ  "Bize düşen, apaçık bir bildirimden başkası değildir." [Yâ-Sîn 17]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Seçimler Kanunu Tasarısı, İslâm Esâsına Dayanmamaktadır

Anayasa komisyonu tarafından, seçim kanununa ilişkin anlaşmazlık noktalarındaki tutumlarını netleştirmeleri için tüm politik güçlere verilen süre bugün doldu. Peki, bu tasarı nedir? Hangi esâsa dayanmaktadır? Buna ilişkin İslâmî hüküm nedir? Tüm bunları açıklamamız kaçınılmazdır ki herkes hakkı bâtıldan ayırt etsin.

Birincisi: Seçimler kanunu tasarısının üzerine binâ edildiği esâs, -tasarının 1. maddesine göre- 2005 yılı geçiş anayasasıdır. Bilindiği gibi bu anayasa, İslâm esâsına dayanmamakta ve yasama hakkını, Vatanî Meclis'te, il meclislerinde ve il yasama meclislerinde çoğunluğa sahip olan beşere vermektedir. Ayrıca bu anayasa, Güney Sudan'ın ayrılmasını tesis etmekte ve diğer vilâyetlerin ayrılmasına da zemin teşkil etmektedir.

İkincisi: Gerek bu kanun, gerekse partiler kanunu, -geçiş anayasasında olduğu gibi- Güney Sudan'ın kuzeyden ayrılmasına odaklanırken; kanunun tüm fıkralarında bu hususa değindiğinde güneyi sanki özerk bir varlıkmış gibi ele alınmaktadır.

Üçüncüsü: Bu kanun, cumhurbaşkanlığı, il vâliliği, vatanî yada il yasama meclislerine adaylık şartları kapsamında sıklıkla "Sudanlılar" ifadesine vurgu yapmaktadır...

Seçim; belirli işleri yapmak üzere bir şahsı veya şahısları seçme üslubu olması bakımından, belirlenen işin şer'ân câiz olması şartıyla, şer'ân câizdir.

Bu kanun ise şer'î olmayan bir iş için kullanılmaktadır ki bu, Cumhurbaşkanlığı seçimidir. İslâm'da ise cumhurbaşkanlığı yoktur, tam aksine Müslümanlar için Hilâfet vardır. Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  وَإنّهُ لاَ نَبِيّ بَعْدِي. وَسَتَكُونُ خُلَفَاءُ ... "Artık Benden sonra Nebî yoktur. Halîfeler olacak da çoğalacaklardır..." Ayrıca bu kanun, Allah'ın dışında yasama yapacak yasama kurulunun seçimi için de kullanılacaktır. Oysa İslâm'da yasama hakkı, yalnız Allah'a aittir, beşere ait değildir. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:  إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ أَمَرَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ "Muhakkak ki hüküm ancak Allah'a aittir. O size Kendisinden başkasına asla kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru dîn budur, velâkin insanların çoğu bilmezler." [Yûsuf 40] Ve şöyle buyurmuştur:  وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ "Her kim Allah'ın indirdikleri ile yönetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." [el-Mâ'ide 44] Dahası Güney Sudan'ın kuzeyden ayrılması da haramdır, Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavlinden dolayı câiz değildir:  مَنْ أَتَاكُمْ، وَأَمْرُكُمْ جَمِيعٌ، عَلَىَ رَجُلٍ وَاحِدٍ، يُرِيدُ أَنْ يَشُقّ عَصَاكُمْ، أَوْ يُفَرّقَ جَمَاعَتَكُمْ، فَاقْتُلُوهُ "İşleriniz (yönetiminiz) bir adam üzerinde birleşmiş iken her kim gelir de asânızı parçalamak veya cemaatinizi (bütünlüğünüzü) bölmek isterse onu hemen öldürün."

"Sudanlılar" meselesine ve bunun şart koşulmasına gelince; bu bâtıl bir şarttır ve Sömürgeci Kâfirin türettiği, ajanlarının ardı sıra koruduğu vatancılık esâsı üzerine Müslümanların parçalanmışlığını pekiştirmektir. Oysa asıl olan; ülkeleri ve beldeleri birbirlerinden ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, Müslümanların kardeş olmasıdır. Allahu Subhânehû ve Te'alâ şöyle buyurmuştur:   إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ "Mü'minler ancak kardeştirler." [Hucurat 10]

İlâveten bu kanun, -daha önce belirttiğimiz gibi-, İslâm esâsı üzerine değil, aksine Nifâşa Antlaşması esâsı üzerine inşâ edilmiştir. Oysa Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  أَفَمَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى تَقْوَى مِنَ اللّهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ أَم مَّنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَىَ شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِهِ فِي نَارِ جَهَنَّمَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ "Binâsını Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binâsını yıkılacak bir uçurumun kenarına kurup onunla beraber kendisi de çöküp Cehennem ateşine giden kimse mi? Şüphesiz ki Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez." [et-Tevbe 109]

Bütün bunlardan açığa çıkmaktadır ki bu kanun şer'ân bâtıldır:

Siyâsî partiler, toplum içerisindeki etkin güçler, daha da ötesi bu beldedeki tüm Müslümanlar, bu tasarıyı ve üzerine kurulu olduğu esâsı reddetmeli ve herkes, Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in müjdelediği Hilâfet'i kurmaya çalışarak İslâm esâsı ve ahkâmı üzerine bir devletin ve toplumun inşâsı için çalışmalıdır ki hem üstünlüğümüzün, hem Rabbimizin rızâsını kazanmamızın, hem de düşmanlarımıza galebe çalmamızın tek yolu budur. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ  "Ey imân edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verene çağırdığında icâbet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız." [el-Enfâl 24]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ "De ki: Haydi Delîlinizi Getirin, Eğer Gerçekten Doğru Sözlü İseniz!" [el-Bakara 111]

Telgraf gazetesi 19.01.2008 tarihinde, Hollandalı istihbaratçıların, Suudi Arabistan'ın Hizb-ut Tahrir'in Avrupa'daki bazı kollarını finanse ettiğini ortaya çıkardığı şeklinde bir haber yayınladı. Haberde şöyle geçti: "İstihbarat görevlilerinden birisi bunu, Stratejik ve Devletlerarası Çalışmalar Merkezi [CSIS - Center for Strategic & International Studies] gözetiminde yapılan Washington'daki bir konferansta açıkladı." Yine şöyle dedikleri bildirildi: "Ellerinde fazlasıyla para var ve Suudi dolarlarını geri çevirmek zordur." Buna reddiyemiz aşağıdaki gibidir:

1.   Hizb-ut Tahrir, hem Telgraf Gazetesi'ne, hem de Hollandalı istihbaratçılara meydan okuyor; iddialarınızda haklı iseniz, haydi Hizb-ut Tahrir'in Suudi Arabistan'dan veya herhangi bir başka merciden para aldığını kanıtlayın, haydi o sözde delîllerinizi getirin! Bizler tüm insanlar önünde bunlara karşılık vermeye hazırız.

2.   Hizb-ut Tahrir, -daha önce de duyurduğu gibi- Suudi Arabistan'a, arzulanan İslâmî Devlet olarak itibar etmemektedir. Bunun için Suudi Arabistan'da insanların boyunlarına musallat olmuş kraliyet rejimini, şer'î bey'at sahibi bir Halîfe'ce yönetilecek, İslâm'ı tastamam tatbik edecek ve Amerika'nın İslâmî beldeleri sömürmek ve Müslümanlar katletmek için topraklarını harekete geçme noktası haline getireceği askerî bir üs edinmesine engel olacak Hilâfet nizâmına dönüştürmek üzere orada çalışmaktadır. Dolayısıyla Hizb-ut Tahrir, Suudi Arabistan'ı ne şer'î bir devlet olarak tanır, ne onunla ilişkiye girer, ne de yardımlarını ve hibelerini kabul eder.

3.   Madem ki Hollandalı istihbaratçılar, Suudi Arabistan'ın aşırılığa ve terörizme teşvik ettiğine, aşırıların ve teröristlerin Suudî Arabistan'dan destek gördüğüne dâir delillere sahip olduklarını mütemadiyen iddia ediyorlar, o halde neden Hükümete, Suudi Arabistan ile ilişkilerini kesmesini önermiyorlar? Yoksa Suudi Arabistan petrollerini geri çevirmek zor mu geliyor?

4.   İnsanlar Hizb-ut Tahrir'in hakikatini çok iyi bilmektedir. O, hiçbir dünya malı ile paha biçilmez bir zimmete sahip arı-duru bir Hizb'dir. Dolarları geri çevirmenin kimin için zor olduğu meselesine gelince; bu zorluk, gâyesi bu dünya olan, amellerinin ölçüsü de menfaat olan kimseler için zordur, aynen haberin yazarı gibi. Gâyesi Âhiret olan, amellerinin ölçüsü de helâl ve haram olan kimseler için ise böylesi bir tersleme hiç de zor değildir.

Binâenaleyh istihbaratçıların ve medya organlarının iddia ettikleri ancak, özellikle Hizb-ut Tahrir'in insanları Kur'ân-il Kerîm'lerini savunmaya sevk ettiği bir dönemde Hizb-ut Tahrir'in adını karalamaya yönelik bir uydurma ve çarpıtma kâbilindendir. Haberi yayınlayanlara ve yayınlanması vesvesesinde bulunanlara vurgularız ki böylesi yalanlar Hizb-ut Tahrir'in Hollanda'daki şebâbını asla sarsamayacak ve bu başarılı kampanya devam edecektir.

وَلاَ يَحِيقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ إِلاَّ بِأَهْلِهِ "Kötü tuzak sahibinden başkasının (başına) geçmez." [el-Fâtır 43]

 

Okay Pala [Ebu Zeyn]

حزب التحرير

Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi

Hollanda

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER