Pazar, 22 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/24
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Hizb-ut Tahrir, Kaldırım Kenarına Oturtulacak Kadar İhmâl Edilmeye Lâyık Bir Hizb Değildir

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilâyeti'nin davet edilmediği sözde "Sudan Halk Girişimi" bugün başladı. Bunu organize edenler ise, hiçbir kimseyi bundan istisna etmediklerini iddia ederek yalan söylediler. Zîra er-Râid Gazetesi, 17 Şevvâl 1429 el-muvâfık H. 16 Ekim 2008 tarihli, 61 sayılı baskısında, Vatanî Kongre'nin Siyasî İşler Sekreteri "Muhammed Mendûr el-Mehdî'nin" şu açıklamasına yer verdi: "Aralarında Cumhurbaşkanı ile dört milletvekilinin de olduğu tüm siyâsî güçler, Sudan halkını birleştirici bir vizyona ulaşmak için dört gün boyunca bir araya gelecekler."

Hizb-ut Tahrir, kaldırım kenarına oturtulacak kadar ihmâl edilmeye lâyık bir Hizb değildir ki insanların meseleleri ve sıkıntıları üzerinden geçinsin. Bilakis sahip olduğu fikri ve çözümleri, sıhhati kesinleşmiş bir esasa -ki o, Sudan halkının akîdesi olan İslâm Akîdesidir- dayanan siyâsî bir Hizb'tir.

Siyâsi sahadaki etkisine gelince; siyâsetle iştigal eden veya siyâsî ortamda yaşayan herkes buna şâhittir. Dolayısıyla o, ihmâl ve göz ardı edilmeye lâyık değildir ki davet edilmesin. Zîra Darfûr veya Ümmet'in diğer sorunlarına yönelik çözümlere Hizb-ut Tahrir sahip olamayacak da kim sahip olacak?

Bu toplantıyı organize edenleri, Hizb-ut Tahrir'i boş vermeye ve davet etmemeye sevk eden faktör, bu toplantının da diğerleri gibi müzakere seçenekleri oluşsun diye sırf Kâfir Batı'nın çıkarına hizmet edecek hususları benimsemekle alâkalı olacağının farkında olmalarıdır. Nitekim iktidardaki Vatanî Kongre Partisi'nin Siyâsî İşler Sekreteri şöyle demiştir: "Bu toplantının, Doha'daki müzakere heyetinin ifâde edeceği seçenekler ve öneriler toplamının belirlenmesinde ortaya çıkacak muayyen bir misyonu vardır." Özellikle İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa, Devletlerarası Cezâ Mahkemesi'nin, Cumhurbaşkanı Umer el-Beşîr'i tutuklama talebine göz yumulması için Hükümet tarafından tavizler verilmesini talep etmiş, bu da Cezâ Mahkemesi'nin icraatlarını durdurmasına ilişkin olarak Fransızların ileri sürdükleri dört şart içerisinde geçmiş ve bu şartlardan birini Ajans Press şöyle nakletmiştir: "Hükümet ile farklı isyancı gruplar arasında kalıcı siyasî bir anlaşma üzerinde mutabık kalınmalıdır." İşte böylece Darfûr, self-determinasyon hakkını onaylayan meşum Nifâşa Anlaşması ile daha önce ayrılan Güney gibi ayrılmaya hazır hale gelmiştir. Oysa self-determinasyon hakkı, bu bâtıl hakkı onaylayan hayatî meselelere ilişkin meşum Asmarâ Konferansı'na kadar büyük bir hıyanet olarak sayılmaktaydı. Dolayısıyla bu, ülkenin vahdetine saplanmış bir kama mesâbesindedir.

Darfûr sorununun, dahası Sudan'ın sorunları da dâhil Ümmet'in tüm sorunlarının kesin çözümü, yönetimde, muhasebede, anlaşmazlıkların hallinde, dahası tüm siyâsî çalışmada İslâm'ın asâ kılınmasıdır. Allah Subhânehu şöyle buyurmuştur: أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنْ اللَّهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ "Yoksa onlar Câhiliye yönetimini mi arıyorlar? Oysa yakîn sahibi bir toplum için yönetimi Allah'tan daha güzel olan kim vardır?" [el-Mâide 50]

 

İbrâhîm Usmân [Ebu Halîl]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Resmî Sözcüsü
Sudan Vilâyeti

Devamını oku...

Ermenistan Ziyareti Gaflet, Azerbaycan Ziyareti Dalâlet, Ama Amerika'ya Uşaklık Hıyânettir

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hafta sonu Türkiye ile Ermenistan arasında yapılan futbol maçı münasebetiyle Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan'ın dâvetine icabet ederek Ermenistan'a gitti.

Türkiye ile Ermenistan arasında, genel anlamda üç önemli sorun vardır. Birincisi; Osmanlı Devleti'nin 1915-16 olayları sırasında Ermenileri soykırıma uğrattığı iddiasıdır. Bu iddia gerek şu anda görünürde askıda olan Türkiye-Ermenistan ilişkilerini bozmakta, gerekse buna dayalı olarak Ermeni diasporası Türkiye aleyhinde diğer ülke parlamentolarında soykırım tasarıları çıkarmak için uğraşmaktadır. Ermeni diasporası denilen kesim, bulundukları ülkelerin güdümünde çalışan gruplardan müteşekkildir ve tavırları o devletlerin Türkiye'ye yönelik tavrına göre şekillenmektedir, dolayısıyla onları kontrol etmek zaten mümkün değildir. İkincisi; Ermenistan'ın 1993 yılında Azeri topraklarının beşte birini işgâl etmesiyle başlayan Dağlık Karabağ sorunudur. Üçüncüsü de Ermenistan'ın I. Dünya Savaşı sonrası doğu sınırını belirleyen Kars Anlaşması'nı kabul etmeyerek Sevr Anlaşması'na göre Türkiye'nin doğusunu "Batı Ermenistan" olarak tanımlayıp toprak talebinde bulunmasıdır ki bunu da dönemin Amerikan Başkanı Wilson yapmıştı. Türkiye, bugüne kadar soykırım tezlerini çürütmek için gösterdiği çabalarda ciddi bir başarıya ulaşamamıştır. Çünkü bu Sömürgeci Kâfirlerin kullandığı bir kozdur. Hükümet'in tarih komisyonu kurulması önerisi de Ermenistan tarafınca savsaklanmıştır. Ermenistan devleti, anayasasında belirttiği üzere Türkiye'nin doğusuna "Batı Ermenistan" demekten ve resmî toprak talebi meylinden vazgeçmiş değildir, bunun aksi söylendiğinde ise Ermenistan yöneticilerinin lafta kalan söylemlerinden öte geçmemektedir. Karabağ'ın işgâlinin sona ermesi yönünde de hiçbir ilerleme yoktur ve vazgeçecek gibi de görünmemektedir. Aksine Türkiye, Azerbaycan'ı da susturmak için çaba harcamaktadır ve Ermenistan ziyaretinden dört gün sonra Cumhurbaşkanı Gül, bu kez Azerbaycan'ı ziyaret etmeye hazırlanmaktadır. Oysa Azerbaycan yöneticileri de Amerikan dostu olduğundan, bu ziyaret Azeri kamuoyunda duyulan hoşnutsuzluğu gidermeye dönüktür.

Sonuçta bu ziyaret, Amerika'nın talepleri doğrultusunda yapılmıştır. Çünkü Amerika, Ermenistan'ın Rus nüfuzundan çıkarılmasını, Türkiye ile ilişkiler geliştirilerek Ermenistan'a bir giriş kapısı açılmasını arzulamaktadır. Türkiye, bu utanç verici tavizler tablosu pahasına Amerika'ya böylesi bir hizmetin yanı sıra Ermenistan ile ilişkilerin geliştirilmesine ve Kıbrıs sorununun çözümü yönünde adım atılmasına özel önem atfeden Avrupa Birliği'ne yaranmaya çalışmaktadır ki Amerika'nın Türkiye politikası için oldukça önemli olan müzâkereler ve reformlar kaldığı yerden sürdürülebilsin. Nitekim 03.09.2008'de Beyaz Saray, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başkan George W. Bush arasında yapılan telefon görüşmesinde, "iki liderin, Türk-Ermeni ilişkilerinin ilerletilmesi çabalarına verdikleri desteğin de ele alındığını" açıkladı. Konunun hassasiyetinden ve yaklaşmakta olan yerel seçimler öncesinde kamuoyunda oluşturabileceği rahatsızlıktan ötürü Hükümet, bu ziyarette ön plana çıkmamış, milletvekillerine Ermenistan'a gidiş yasağı koymuş ve Cumhurbaşkanı Gül'ü göndermeyi tercih etmiştir. Bir futbol maçına bağlanan böylesi bir diplomasi (Amerikan ajanlarının anlayacağı dilden soccer diplomacy) gerçekte siyasi zafiyetin ürünüdür ve bu zafiyet, başımızdaki yöneticilerin, İslâm'ın ve Müslümanların azılı düşmanı Amerika'ya tamamen boyun bükmelerinin bir sonucudur.

Yılmaz Çelik
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmî Sözcüsü
Türkiye Vilâyeti

 

Devamını oku...

Pakistan'da Zerdârî'nin bugün Cumhurbaşkanlığı yemini edeceği bildirildi. O halde bu, Zerdârî'nin Amerikan maslahatlarının gerçekleştirilmesine hizmette Başbakan Gilânî'nin önüne geçtiği anlamına gelir mi? Şayet böyle değilse, Pakistan devlet başkanl

Soru 1: Pakistan'da Zerdârî'nin bugün Cumhurbaşkanlığı yemini edeceği bildirildi. O halde bu, Zerdârî'nin Amerikan maslahatlarının gerçekleştirilmesine hizmette Başbakan Gilânî'nin önüne geçtiği anlamına gelir mi? Şayet böyle değilse, Pakistan devlet başkanlığına gelmesinde Amerika'yı onu desteklemeye yönelten husus nedir?

Cevap 1:

1.   Hem Zerdârî, hem de Gilânî Amerikan pençesindedir. Her ikisi de Amerika ile uyumlu çalışacağını ve bölgedeki hegemonya ekseninde Amerikan plânlarının etrafında döndüğü en bariz mesele olan sözde "teröre karşı savaş"ta onunla işbirliği yapacağını açıklamıştır. Üstelik her ikisinin söylemleri ve tutumları gece ve gündüz, siyâsette ve meydanda açıktır, nettir. Bunun yanı sıra Amerika, ordu liderliğini elinde tutmaktadır. Nitekim Müşerref'in halefi olarak ordu liderliğine Kiyânî'nin atanmasının arkasındaydı.

2.   Rıza Gilânî daha güçlü bir şahsiyettir ve Amerikan plânlarını uygulamaya daha muktedirdir. Zerdârî ise açık yolsuzlukları ve zayıf şahsiyeti ile tanınır. O kadar ki Benâzir Butto'nun kocası olana kadar siyâsette ve şahsi ismiyle hiç tanınmamıştı. Zaten Butto'nun kocası olana kadar siyâsî çalışmada öne çıkmadığını ve siyâsî ortama katılmadığını kendisi de itiraf etmektedir.

3.   Amerika'nın onu destekleyip devlet başkanlığına ulaştırmasının ise iki sebebi vardır: Birincisi: İngiltere'yi râzı etmek ve Halk Partisi'ndeki İngiliz yanlısı cenahları sakinleştirmektir. Şu itibarla ki Zerdârî, İngiltere'de nice "sürgün" seneleri geçiren ve bu seneler boyunca İngiltere'nin bağlılığını kesbedebildiği ve dolayısıyla  Halk Partisi'nin pek çok lider şahsiyetine sayesinde etki edebildiği Butto'nun kocasıdır. Zerdârî'nin Amerika ile işbirliği yapacağını ve onun bineğinde ilerleyeceğini ilan etmesine rağmen, Zerdârî'nin Butto'nun kocası olması İngiltere'yi rahatlatmakta, Pakistan'daki çalışmasını kolaylaştıracağı yönünde onu ümitvar kılmaktadır. İkincisi: Göstergelerden açığa çıkmaktadır ki Pakistan, yönetimini Başbakan elinde yoğunlaştırmaya, dolayısıyla Cumhurbaşkanının yetkilerini azaltmaya yönelmiştir. Bu durumda Başbakanlık makâmı ve kezâ orayı işgâl eden daha güçlü olacaktır.

 

Soru 2: Dimeşk'teki (Suriye'nin başkenti Şam) dörtlü zirvenin ardında ne vardır? Bağlılık açısından Suriye ile farklılık arzettiği halde Katar nasıl orada hazır bulunmuştur? Zîra Suriye ve Türkiye Amerika'ya bağlı iken, Katar İngiltere'ye bağlıdır.

Cevap 2: Bu zirve, yeni Amerikan yönetimi gelinceye kadar müzâkerelerde alışverişleri sürdürerek bölgede ılıman atmosferler oluşturmak içindir ki seçimlerle meşgul olduğu şu sıralar Amerika'yı rahatsız edecek sıcak odak noktaları oluşmasın.

Amerika, seçimlerle meşguliyeti sebebiyle bölgede oluşan boşluğu doldurmak üzere Sarkozy'ye vekâlet vermiştir. Amerikalılara fazlasıyla yakınlaşan Sarkozy, onlara ikiyüzlülük yaptığı halde, Amerika onu kendisine vekâleten bu tür siyâsî görevlere elverişli bulmuştur. Dimeşk'te el-Esed, Sarkozy, Erdoğan ve Katar Emîri arasında düzenlenen bu toplantının en bariz hedefi ise; Yahudi varlığına, Olmert'in istifasından sonra dahi müzâkerelere devamlılığın zarureti mesajını vermektir. Suriye Devlet Başkanı bu hususta şöyle diyordu: "Altı nokta belirleyip bunların ‘İsrail'e teslim edilmesi beklentisiyle Türk tarafına bir emanet olarak verdik. ‘İsrail'in önereceği noktalara tepkimiz olumlu olacaktır ve doğrudan müzâkerelere geçeceğiz. Bu geçiş ise yeni Amerikan yönetiminin kurulmasından sonra gerçekleşecektir." Muhakkak ki el-Esed ve Erdoğan Amerikan uşaklarıdır. Amerikan yönetiminin, Yahudi varlığı ile müzâkerelerin sürdürülebilirliği için Fransa'nın gözetiminde onları çalıştırması, istihdâm etmesi, hegemonyasını ve nüfûzunu gerçekleştireceğini düşündüğü kararlar alabileceği yeni bir yönetim kuruluncaya kadardır.

Katar ise zirvede İngiltere'yi temsil etmektedir ve kendisini istekli taraf kılan bir şekilde bölgedeki müzâkerelerden, anlaşmalardan veya maslahatlardan herhangi birinde Amerikan ve Yahudi taleplerini gözlemlemektedir.

 

Devamını oku...

Zaten İslâm'ın Yokken, Partisel Kutuplaşmalar Ümmet'in Evlatlarının Çabalarını Hebâ Ediyor

Bugünlerde hummalı bir partisel kutuplaşma yaşanmaktadır. Zîra Vatanî Kongre Partisi, diğer partilerin liderlerini ve mensuplarını kendi saflarına çekmek için çalışmaktadır. Artık bu durum dikkat çekici bir düzeye varmıştır. Nitekim Demokratik Birlik Partisi mensuplarından büyük bir sayının Vatanî Kongre Partisi'ne katılımının yaşanması ve buna, kutlamaların ve daha fazla katılıma teşvikin eşlik etmesi bu çabayı teyit etmektedir. Bu çalışma, Demokratik Birlik Partisi'nin Vatanî Kongre Partisi'nin davranışını kınayan ve kendisinden ayrılanları, partinin ittifakında kaypaklık yapmakla nitelendiren bir açıklama yapmasına neden olmuştur. Bu bağlamda insanlar, onların durumu hakkında beyyine üzerine olsunlar diye bazı hakîkatleri açıklamamız kaçınılmazdır: 1) Siyâsî parti, vakıa zemîninde ortaya çıkarmak amacıyla vâzıh ve ayrıntılı bir fikir ekseninde kitleleşmiş ve yolunda seyretmek üzere fikir cinsinden bir metoda sahip insanlardan oluşan bir topluluktur. 2) Sudan'daki mevcut partilerin geneli, vâzıh bir fikre dayanmamakta ve ayrıntılı bir programa sahip bulunmamaktadır. Dolayısıyla gereğince hareket edecekleri bir metoda da sahip bulunmamaktadır. Aksine bunlar, seçim maksatlarına dönük kitleleşmelerdir ve amaçları, seçimlerde oylarını elde etmek için insanları bir araya toplamaktır. Ayrıca bu partiler, gelecek seçimlere kadar bir sessizlik ile uyuşukluk sürecine girerler, oylarını aldıkları insanları unutuverirler ve bu şekilde deveran edip dururlar. 3) Müslümanların, vatancılık, milliyetçilik veya bunlara benzer esâslara dayanan kitleleşmelere katılması câiz değildir. Bilakis İslâmî akîde esâsına dayalı ve bütün işlerinde Allah'ın Kitâbı'na ve Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Sünneti'ne göre hareket eden partiler içerisinde kitleleşmelidirler. Allah [Azze ve Celle] şöyle buyurmuştur:  وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ "Aranızda Hayr'a [İslâm'a] dâvet eden, ma'rufu emreden ve münkerden nehyeden bir ümmet [siyâsî hizb] bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir!" [Âl-i ‘İmrân 104] 4) Hilâfet Devleti yıkıldığından ve Sudan'ın da aralarında bulunduğu İslâmî beldelerde küfür nizâmları uygulandığından bu yana, İslâm'ın siyâsî yapısı son buldu ve insanlar, dîni devletten ayırmaya dayanan Batılı siyâsî hayat tarzını kabullenmeye başladılar. Böylece partilerimiz, gerek fikirleri, gerekse metotları bakımından tamamen Batılı partilerin kopyaları haline geldiler. 5) Şunun farkında olmalıyız ki İslâm olmadıkça, Ümmet'in işlerini hakkıyla gözetilemez, Hilâfet Devleti olmadıkça da İslâm hayatta varlık gösteremez. İslâm'ı, hayattan ve devletten koparmak, İslâm'ı, nizâmlarını ve hükümlerini yok etmek, Ümmeti, değerlerini, hadâratını ve risâletini söküp atmak demektir ve bugünkü durum budur!

Bizler Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilâyeti olarak, milliyetçi, vatancı, demokrat, liberal ve benzeri kokuşmuş fikirlerde ve hükümlerde İslâm'da zerre kadar iz olmadığı halde, İslâmî kılıfa bürünen partilerin bayrağı altında duran Müslümanların tüm evlatlarını bu partileri kökünden kaldırıp atmaya, Ümmet'i küfür fikirlerinden ve nizâmlarından kurtarmak ve Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurmak için İslâm esâsı üzere çalışmaya çağırıyoruz ki o, Rabbimizin farzıdır ve Allah'ın izniyle izzetimizin kaynağı, topraklarımızın kurtarıcısı ve düşmanlarımızın kahrıdır.  إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ ، لِمِثْلِ هَذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ "İşte bu, muhakkak bu, azim bir kurtuluştur. Çalışanlar işte böylesi (bir kurtuluş) için çalışsınlar!" [es-Saffât 60-61]

 

İbrâhîm Usmân [Ebu Halîl]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Resmî Sözcüsü
Sudan Vilâyeti

Devamını oku...

İnançlarınıza ve Mukaddesâtınıza Yönelik Saldırıları Engellemeye Ancak Hilâfet Muktedirdir, Ey Müslümanlar!

  • Kategori Endonezya
  •   |  

Müslümanlar, savm, Kur'ân-il Kerîm, mağfiret, rahmet, Cehennem'den kurtuluş, büyük tarihi zaferler ayı olan Mübârek Ramazân ayını karşılamaya hazırlanırlarken Diyânet İşleri Bakanı Muhammed Meftûh Paşoni, karşılarına çıkarak Hükümet'in, Ahmediyye'nin lağvedilmesine ilişkin kararname çıkarmayacağını ilân etti. Bu açıklama elbette oldukça tuhaftır, hele de 24.08.2008 Pazar günü Sukabumi'deki İslâmî Kur'an Akademisi'nin kutlama programı ve Şeyh el-Hacc Abdullah eş-Şâfiî'nin ölümünün 13. yıldönümünü anma günü çerçevesinde bir araya gelen alîmlerin, önde gelen Müslüman şahsiyetlerin ve binlerce Müslümanın gözü ve kulağı önünde yapılmış iken...

Ancak daha tuhaf olanı, bakanın alınan kararlar konusunda hareket ettiği mantıktır. Çünkü 09.06.2008 günü üç bakanın ortak kararının yayınlanmasından sonra insanlar arasında birbirine zıt iki grup ortaya çıktı: Bunlardan biri, Ahmediyye'nin lağvedilmesini talep eden ezici çoğunluğu temsîl etmektedir. Diğeri ise, özgürlüğü ve Ahmediyye öğretilerinin serbest bırakılmasını talep eden azınlığı temsil etmektedir. Bakanın görüşüne göre birinci kesimin ülkede yasal bir gücü yoktur, çünkü Ahmediyye'nin lağvedilmesini gerektirecek herhangi bir yasal dayanak yoktur. Üstelik konuşmasında, ne Kur'ân'da, ne de Sünnet'te İslâm'a ittiba etmeye zorlayan bir emir bulunmadığını da sözlerine ekledi. Bilakis öteki kesimin ıslahı kaçınılmazdır, çünkü Ahmediyye cemaati, Endonezya'daki Müslüman toplum nezdinde kabul görmemektedir. Zîra İslâm, Nebîlerin sonuncusu olarak Ahmedîlerin iddia ettiği gibi Mirza Ahmed Ğulam'ın değil, Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in nübüvvetine itikâdı emreder.

Bakan, Ahmediyye'yi yasaklayıcı bir kararname yayınlamak zorunda olmamasını, ellerini ve yüzünü yıkayıp başını meshettiği halde, ayaklarını yıkamayıp meshederek salâhı ikâme etmek isteyen bir Müslümanın durumuna kıyasladı. Oysa salâhın ikâmesi için vudunun (abdestin) tamamlanması kaçınılmazdır. Nitekim bu saçma kıyâsına binâen, ortak kararda, Müslümanların da yerine getirmediği bentler bulunduğuna ve bunların Ahmedîlerin kültürlendirilmesine ilişkin olduğuna işaret etmiştir.

Kendince benimsediği bu mantığa binaen -ki hezeyandır- Hükümet, sırf İslâmî örgütlenmelerin baskısı üzerine aldığı ortak karardan sonra yayınladığı kararnameyi benimsemeyi sürdürecektir. Binâenaleyh Hükümet, Ahmediyye'nin yasaklanmasına ilişkin bir kararname yayınlamaya gerek olmadığına ilişkin tutumunda ısrar etmektedir. Üstelik talep edilen böylesi bir kararname yayınlama olasılığı bulunmadığını da vurgulamaktadır.

Şimdi bir soru: Bakan Bey, mürtedler ile diğerleri arasındaki farkı bilmiyor mu? Gayr-i Müslimlerin İslâm'ı kabule zorlanmaması ile tevbe etmeyen mürtede had uygulanması arasındaki farkı bilmiyor mu? Ayrıca yanlış içtihat yoluyla vudunun rükunlarından birini yerine getirmeyen bir Müslümanı, inançlarını değiştiren bir mürtede kıyaslaması da bâtıldır. Hele bu tür açıklamaları, şeyhlerin, önde gelen Müslüman şahsiyetlerin ve İslâmî enstitü öğrencilerinin karşısında yapmaya cüret etmesi ise daha beterdir. Bakan Bey, onların bu konuları hiç bilmediğini sanmaktadır? Yoksa Hükümet'in mantığını desteklemeleri için şeyhlerin, âlimlerin, bariz Müslüman şahsiyetlerin ve İslâmî enstitü öğrencilerinin mefhumlarını saptırmayı mı hedeflemektedir?

Ey Müslümanlar!

Ahmediyye meselesini çözme girişimleri oldukça basit iken, süresiz olarak askıya alınmıştır. Bu da Hükümet'in siyâsî iradesizliğinden ve cesâretsizliğinden dolayıdır. Nitekim 1980'den bu yana Endonezya Alimler Meclisi, Ahmediyye'nin sapıklığı hakkında fetvalar yayınlamıştır. Yine 1985 yılında Cidde'deki İslâmî Fıkıh Enstitüsü'nde toplanan İslâm Konferans Örgütü aynı kararı almıştır. Ardından Endonezya Alimler Meclisi, 2005 yılında Ahmediyye'nin sapıklığı, laiklik, liberalizm ve çoğulculuk hakkında fetvalar yayınladı. Sonra aynı yıl, 2005 yılında Hükümet'e, dinlerin öğretilerine ilişkin Koordinasyon Komisyonu'nun Ahmediyye'nin lağvedilmesi hakkındaki tavsiyeleri geldi. Ardından Komisyon, 16 Nisan 2008'de Ahmediyye'nin İslâm'dan sapması, sonra bilhassa Endonezya'daki Ahmediyye Cemaati İdare Merkezi'nin yayınladığı 12 bentlik beyânata ilişkin hususlar olmak üzere üç ay gözlemlenmesi ardından lağvedilmesi gerektiği hakkındaki tavsiyelerini yayınladı. Buna dayanak teşkil eden kanun maddesi de oldukça açıktır ve bu, Hükümet'e, öğretilerini yasaklaması ve yapılanmalarını lağvetmesi hakkı veren dine saldırılar hakkındaki 1/PNPS/1965 sayılı kanundur.

Bütün bunlara rağmen Hükümet'in tutumu değişmedi. Müslümanlar harekete geçti ve Hükümet yetkililerinin kötü davranışları nedeniyle bazı yerlerde şiddet olaylarına sahne olan barışçıl yürüyüşler düzenlendi. Bu hareketlenmeler, yürüyüşler ve oturma eylemleri 09.06.2008 günü Ümmet'in fertlerinin en üst düzeyde katılımıyla doruk noktasına ulaştı. Böylece Hükümet, söz konusu ortak kararı çıkarmak zorunda kaldı. Kararın yayınlanmasından sonra tabiatıyla Ahmediyye meselesi sona ermedi ve Ümmet, lağvedilmesine yönelik bir kararname yayınlaması yoluyla Hükümet'ten onu nihaî şekilde bitirmesini talep etmeyi sürdürdü. Ancak Şeriat'ı tatbik etmeyen bu Hükümet hala savsaklamaktadır. Nihayet Diyanet İşleri Bakanı, Ahmediyye'nin lağvedilmesine yönelik kararnamenin çıkarılmayacağına ilişkin nihaî tutumunu açıklamıştır.

Ey Müslümanlar!

Hala İslâmî Şeriat'ı uygulayacak bir devlete ve yönetime muhtaç olduğunuza bundan daha güçlü bir delil mi istiyorsunuz?! İşte bu Ahmediyye fırkasının, sapıklığı, bozukluğu ve irtidad ettiği sabit olmuş, Müslüman âlimler, sapıklığı, yasaklanması, bürolarının kapatılması ve faaliyetlerinin durdurulması gerektiği hakkında fetvalar vermişlerdir. Ardından lağvedilmesine ilişkin kararname çıkmıştır. Ancak Hükümet, bu taleplerin hiçbirine icâbet etmemiş, göz göre göre kararnameyi bile uygulamamıştır. Bu da kararnamenin çıkarılmasında ve uygulanmasında ciddî olmadığını göstermektedir. Ayrıca Cumhurbaşkanı, bu kararın yayınlandığı halde uygulanmamasının neye delâlet ettiğini, yani Müslümanları yatıştırmaya dönük olduğunu işitip görmektedir. Yoksa Cumhurbaşkanı bir karar  alıp da Hükümet'in de bu uygulamayı reddetmesi olacak şey mi?

Şeriat hükümlerini tatbik ederek Müslümanların akîdelerine, mukaddesâtına ve dinî şiarlarına saldırıyı engelleyecek ancak ve sadece Râşidî Hilâfet Devleti'dir. Dolayısıyla ne Cibrîl Aleyhi's Selâm olduğunu iddia eden "dönekler" gibilerine, ne de peygamberlik iddiasında bulunan Musaddık ve Mirza Ğulam Ahmed gibilerine izin verecektir. Bilakis Müslümanların Akîdesinin sâfiyetini koruyacak, bu da mürtedler hakkında şer'î haddin tatbiki ile olacaktır. Zîrâ Allah'ın hadleri tatbik edilmedikçe hurûmat korunmaz. Kezâ Râşidî Hilâfet Devleti, hiç kimse Müslümanların inançlarına, mukaddesâtına ve şiarlarına dil uzatmaya cüret edemeyecek şekilde güçlü ve heybetli olacaktır. Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  إنما الإمام جنة يُقاتل من ورائه ويُتقى به "İmâm [Halîfe] ancak bir kalkandır, onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur."

Râşidî Hilâfet Devleti; tüm Müslümanların devleti olup ırk, din ve mezhep farkı gözetmeksizin Müslüman ve ğayr-i muslim olmak üzere tebaasının işlerini İslâm ile gözetir. Şu halde tüm insanlık, Hanîf Şeriat'ın hükümlerine ne kadar da muhtaçtır?

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ "Ey îmân edenler! Allah ve Rasulü sizi, size hayat verene dâvet ettiği zaman icâbet edin!" [el-Enfâl 24]

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Demokrasi, İnsanların Güvenliğini Sağlamada İçler Acısı Bir Hezîmete Uğramıştır

Irak'ta ve Afganistan'da ezilmiş ve hırpalanmış korkak Amerikan birlikleri sadece Kabileler Bölgesi'ne girmeye cüret edebilmektedirler, elbette Pakistan Hükümeti tarafından kendilerine karşı konulmayacağı garantisi verildiği takdirde!

Şereften bütünüyle yoksun Amerikan komandoları, savaş meydanında Mücâhitlerle yüzleşemeyeceklerine göre, ancak silahsız kadınları ve çocukları katledebilirler.

O halde yöneticiler, bizâtihi Amerikan koruması altında Pakistan'a girebildiklerine göre, halkı Amerikan saldırısından nasıl koruyabilirler?

Gerçek şu ki Ulusal Uzlaşma Kararnamesi (NRO) mahsulü mevcut yönetim, Pakistan'a yalnızca bölgedeki Amerikan çıkarlarını koruma anlaşması yaptıktan sonra adım atabildi. Kendimizi Amerikan saldırısından korumanın yegâne pratik yolu, taşa kayayla karşılık vermektir.

Halkın Hükümet'ten talebi, Afganistan'daki Amerikan birliklerine yakıt, gıda ve mühimmat desteğini derhal kesmesi ve Amerika'nın sözde teröre karşı savaşından vazgeçmesidir.

Üstelik bu demokratik hükümet, son birkaç ay boyunca, bu demokrasinin artık bir sistem olarak çöktüğünü kanıtlamıştır.

Demokrasi, Pakistan'ın maruz kaldığı tek bir problemi bile çözememiştir; fakirlik, enerji krizi, savunma, iç istikrar ve benzerleri gibi.

Artık Ümmet için, Yaratıcı [Subhânehu ve Te'alâ]'nın Râşidî Hilâfet'in ikâmesi ile uygulanabilecek nizâmına dönmenin vakti gelmiştir.

 

Nâvid Butt

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Resmi Sözcüsü
Pakistan Vilâyeti

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - "Yüksek Adâlet Mahkemesi" Kararlarının Güvenlik Birimleri Nezdinde Kağıt Parçası Kadar Değeri Yok, O Halde Filistin Otoritesi, Bu Davranışlarıyla İnsanlara Yansıttığı Mesajın Hakîkatinin Farkında mı?

  • Kategori Filistin
  •   |  

Filistin Otoritesi, "kanun otoritesine zorlamak" sloganlarıyla Filistin halkının kulaklarını şişirirken, askerî istihbârat birimleri, 04.08.2008 günü akşam saatlerinde Bedya bölgesindeki Hizb-ut Tahrir şebâbından 32 yaşında, evli ve iki kız babası Mueyyid Assâf'ı kaçırdılar. İstihbârat birimleri, Mueyyid'i kaçırdıktan sonra acımasızca işkence ettiler, tamamen bükülecek şekilde kolunu kırdılar ve üç kez hastaneye kaldırılacak derecede vahşice darp ettiler. Kayda değerdir ki henüz yeni olduğu ve tüm resmî evrakları tamam olduğu halde Mueyyid'in arabasını da tahrip edip hurdaya çevirdiler.

Mueyyid'in ailesi, askerî istihbârat tarafından gözaltına alındığı sırada işkenceye maruz kalması bir yana, sırf evlatlarının gözaltına alınmasına karşı Yüksek Adâlet Mahkemesi'ne dava açtı. 28.08.2008 Perşembe günü Yüksek Mahkeme, Mueyyid'in derhal serbest bırakılmasına ve askerî istihbâratın sivillerin işlerine müdâhale yetkisi olmadığına hükmeden kararını açıkladı. Bunun üzerine avukat, karar ile birlikte istihbâratçılara gidince kararı uygulamayı reddettiler. Ardından avukat, Askerî Yargı Başkanı'na yönelerek kararın uygulanması talebinde bulundu. O da Yüksek Mahkeme kararını hiçe sayarak talebi reddetti. Daha sonra Batı Şeria'daki Askerî İstihbarât Başkan Yardımcısı'na gittiyse de hiçbir faydası olmadı ve karar, hiçbir değeri olmayan bir kağıt parçası olarak kalmaya devam etti. Daha kötüsü ise; Silfit'teki askerî istihbârat birimlerinin, Cumartesi günü alelacele Mueyyid için bir mahkeme yapıp Yüksek Mahkeme'nin kararını görmezden gelerek hakkında bir yıl altı ay hapis kararı vermeleridir.

Sonuçta Mueyyid, işkenceye maruz kalmış, bir ay boyunca gözaltında tutulmuş, sonra da işlediği hiçbir suç olmadığı halde, hukuki bir karar hiçe sayılarak hakkında bir yıl altı ay hapis kararı verilmiştir. Zîra onun tek kabahati, sayesinde Allah'ın Şeriatı'nın tatbik edileceği, gasp edilmiş beldelerin kurtarılacağı ve hayrın dünyanın dört bir köşesine yayılacağı Hilâfet Devleti'nin kurulması için Allah'ın emrine icâbet ederek İslâm Dâveti'ni taşımak ve bu uğurda siyâsî çalışma yapmak üzere Hizb-ut Tahrir üyesi olmasıdır.

Gördük ki bu bağlamda atmamız gereken ilk adım, bu hakîkatleri kamuoyuna beyân etmektir. Mueyyid'in ailesi, hukuk zemininde ellerinden gelen her şeyi yapmış, Yüksek Mahkeme'den evlatlarının derhal serbest bırakılmasına dair bir karar çıkartmışlardır. Ancak güvenlik birimleri bu kararı çiğnemişler, hem kendileriyle, hem de Yüksek Mahkeme ile alay etmişlerdir. Dolayısıyla görüyoruz ki diğer bölgeler haricinde sırf Silfit'te yaşananlar, bilhassa Mueyyid'in başına gelenler ve Hizb'e, şebâbına ve tüm Filistin halkına revâ görülenler, Ortaçağ'daki feodal sistem despotizmine benzer bir İslâm'a ve dâvâ adamlarına karşı savaştır. Çünkü her icra organı kendi başına buyruk hareket etmekte ve Filistin Otoritesi, bakanları ve siyâsî kesimleri ile Yahudilerle müzâkerelere daldıkları için oradan yaşananlardan gâfil kalmaktadır. O nedenle bu süreçte Filistin Otoritesi'ni, kamuoyu nezdinde sorumlu ilan etmekle yetiniyoruz.

Tüm bu hakikatleri, halkımızın, bilhassa siyâsî güçlerin, saygın kurumların, aşiret eşrâfının, kamuoyuna önem verenlerin ve insan hakları örgütlerinin dikkatine sunuyoruz. Tâ ki şiddet, katliam ve feodal rejim uygulamaları ile oluşan hukukî başıboşluğun ve siyâsî baskı durumunun düzelmesi için kimse sözünü sakınması ve herkes görevini yerine getirsin. Filistin Otoritesi ise bu duruma çözüm getirerek zulmü kaldırmalı, mevkileri ne olursa olsun hukuku çiğneyen, işkence ve baskı uygulayan, insanî hakları hiçe sayan yetkilileri soruşturmaya tâbi tutacağını ilan etmelidir. Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  «كَلاَّ وَاللَّهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ وَلَتَأْخُذُنَّ عَلَى يَدَيِ الظَّالِمِ وَلَتَأْطُرُنَّهُ عَلَى الْحَقِّ أَطْرًا وَلَتَقْصُرُنَّهُ عَلَى الْحَقِّ قَصْرًا أَوْ لَيَضْرِبَنَّ اللَّهُ بِقُلُوبِ بَعْضِكُمْ عَلَى بَعْضٍ ثـُمَّ لَيَلْعَنَنَّكُمْ كَمَا لَعَنَهُمْ» "Vallâhi hayır! Ya ma'rufu emredersiniz ve münkerden sakındırırsınız ve zâlimin elini tutar, onu tam bir çevirme ile hak üzere çevirir ve onu tam bir zorlama ile hak üzere zorlarsınız, yahut Allah kiminizin kalplerini kiminiz üzerine kilitler, sonra onları (yani İsrailoğullarını) lânetlediği gibi sizi de lânetler!"

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Avustralya Kuvvetleri, Sömürgecilik İstilasını Sürdürmekle Beraber Müslüman Mahkumlara Kötü Muamelede Bulunmaktadırlar

Son günlerde Afganistan'daki Avustralya kuvvetlerinin, gece boyunca köpek kulübelerinde alıkoyularak 2008 Nisan ayında tutuklanan Müslüman mahkumlara kötü muamelede bulundukları ortaya çıktı ve Tâlibân mahkumları olmaları şüphesiyle yapılan bu muamele tartışma konusu oldu. Ancak Savunma Bakanı Joel Fitzgibbon, ivedi bir şekilde kuvvetlerini savunmak amacıyla olası her türlü mazereti masaya yatırdı. Bir taraftan olayın inkâr edilmesi, diğer taraftan özürler yağdırılması, -İşçi ya da Liberal olsun- Federal Hükümet'ten beklenilen bir tür kaotik kafa karışıklığıdır. Nitekim Müslümanlara ilişkin böylesi durumlarda onların geçmişleri budur.

Hizb-ut Tahrir'in Avustralya'daki Medya Temsilcisi Usmân Bedr, şöyle dedi:

"Bu tür ithamların, inkarların ve sözde terörizme karşı savaş ile olağan hale gelen benzer olaylara ilişkin yorumların içinde boğulmak; işte tüm bunlar sırf siyâsî zulmün emâreleridir. Oysa gerçek sorun, Afganistan'a saldırılması ve işgâl edilmesidir. Zîra Howard Hükümeti'ni dolduruşa getiren ve kuvvet sayısını arttırmada Rudd Hükümeti'ni de gaza getiren Amerika'nın liderliğini yaptığı Afganistan'a yönelik saldırı ve işgâl, daha fazla zulme yol açan meşru ve ahlakî olmayan nedendir."

"Bu son olaya mecrasının dışında bir tarzla bakmak yerine sahih bir bakış açısı ile bakılmalıdır: Zîra Afgan halkı, günlük olarak bu saldırının dehşeti ile karşı karşıya kalmaktadır. Oysa onlar, ağır hava bombardımanına tutulan, köyleri yerle bir edilen, aileleri parçalanan, suçlu insanlar olarak addedilen, Bargam gibi bölgelerde mahrumiyete ve insanlık dışı işkencelere maruz bırakılan masum bir halktır. Muhakkak ki Avustralya kuvvetlerinin böylesi bir özelliğe sahip saldırıya yardım etmesi, doğrusu tarihin asla affetmeyeceği hazîn bir durumdur."

"Bilindiği üzere Afganistan, geçmişte de bu tür başarısız saldırılara maruz kalmış ve sarp tepeleri, ona tamah eden herkese mezar olmuştur. İnsan hayatını kurban etmek hiçbir şekilde meşru değildir ve Avustralya halkının, hem Hükümetlerini muhasebe etmesi, hem de kabul edilemez amaçların gerçekleşmesi uğrunda kullanılan babalarına ve evlatlarına karşı tavır alması gerekir."

 

Usmân Bedr

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi
Avustralya

 

E-mail: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Telefon: (+61) 438 000 465

 

www.hizb-ut-tahrir.org | www.hizb-ut-tahrir.info | www.hizb-ut-tahrir.info/info/turkish.php

www.turkiyevilayeti.org| www.hizb-australia.org

 

Daha fazla bilgi için lütfen, Hizb-ut Tahrir'in Avustralya'daki Medya Temsilcisi Usmân Bedr ile, e-mail (Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.) veya GSM (0438 000 465) yoluyla temas kurunuz. Ayrıca web sitemizden (www.hizb-australia.org) de ayrıntılı bilgiler edinebilirsiniz.

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER