Pazar, 22 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/24
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

- Basın Açıklaması - Nehr-ul Bârid Mülteci Kampı Trajedisi Yaşanalı Bir Sene Oldu, Filistinli Mülteciler Hala Girişlerde Bekletiliyor!

Geçen sene Nehr-ul Bârid Mülteci Kampı'nda Lübnan ordusu mensuplarının yanı sıra başlıca kurbanları mülteci sakinleri olan trajik olaylar patlak verdiğinde, tüm mâsumların bu trajediden uzak tutulması için haykırdık. Aldığımız yanıt hep, ülkenin güvenliğini korumak farz oldu, bu güvenlik operasyonu ile sıkıntılar sona erecek, kamp yeniden imar edilecek şeklindeydi. Çatışma sona ermesine, kampın geneli yerle bir edilmesine ve bir seneden fazla bir zaman geçmesine rağmen göç eden ve geri dönen kamp sakinlerinin trajedileri son bulmadı, tek bir çivi dahi çakışmadı, tek bir taş dahi yerine konulmadı, tek bir binâ dahi imâr edilmedi. Gerek el-Bedâvî'de, gerekse el-Bârid'te olsun felaketzedeler, yaşlıların, çocukların, erkeklerin ve kadınların iç içe olduğu derme çatma sığınaklarda ve barınaklarda yaşamaktalar. Oysa Yahudi varlığı 2006'da Lübnan şehirlerine ve köylerine saldırır saldırmaz mağdurlara acil yardım çağrıları gelmiş, ardından peş peşe nakdî ve aynî yardımlar yapılmış, evler ve köyler imâr edilmişti. Elbette bu tamamen doğru bir davranıştı, ancak soruyoruz: "Onlar gibi Nehr-ul Bârid sâkinleri de insan evladı değil midir, Ümmet'in ayrılmaz parçası değil midir?"

Bugün ise, mülteci kampı sakinlerinin maruz kaldığı insanlık trajedisinin çözümünü talep etmek yerine bu ülkedeki siyâsî karar vericiler yüzünden maruz kaldıkları fazlalaşan zulmün kaldırılması için haykırmaktayız. Yaşlısıyla, genciyle, erkeğiyle, kadınıyla kampa yani evlerine girmek istediklerinde izahat yapmak zorunda kalan mülteci kampı sakinleri, her gün mülteci kampına girişlerinde zâlimane uygulamalardan ve kötü muamelelerden şikayetçi olmaktadırlar. Onların buradan başka bir evi var mı ki? Yaya ve araçlı olmak üzere her giriş kapısı önünde kuyruğa giriyorlar, arama bahanesiyle "geçiş" izni verilinceye kadar pek çok meşakkatler ile boğuşuyorlar, kardeşçe ve dostça muamele yerine uygulanan düşmanca muameleden yakınıyorlar. Ayrıca eski mülteci kampına giriş hala yasaktır, giriş için verilen müddet ne eşyaların, ne de malzemelerin taşınmasına yetmemektir ve ölülerin defni için mezarlığa giriş izninden önce saatlerce beklemeyi ve izahat yapmayı gerektirmektedir. İşte bu ve benzeri durumlar, mülteci sakinlerine sordurmaktadır: "Sorunun kökeninde, silahlı el-Abbasî grupları olduğuna ve bu da sona erdiğine göre, mülteci kampı sakinlerinin günahı nedir ki bu sıkıntılara maruz kalmaktadırlar? Yoksa onlar da hedef alınanlar arasına mı sokulmaktadırlar?"

Binâenaleyh şuna dikkat çekmek isteriz; mülteci kampı sakinlerine yönelik kötü veya yabancı misafir muamelesini sürdürmek dînin ve örfün kabul etmeyeceği, insanlık ahlâkı ile bağdaşmayan bir tür toplu cezalandırma olmasının yanı sıra mü'minleri tek bir ümmet kılan Allah için kardeşlik mefhumuna da aykırıdır. Nitekim Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:

يا أيها الناس إن ربكم واحد وإن أباكم واحد ألا لا فضل لعربي على أعجمي ولا لعجمي على عربي ولا أسود على أحمر ولا أحمر على أسود إلا بتقوى الله "Ey insanlar! Muhakkak ki Rabbiniz tektir ve babanız tektir. Ne bir Arabın Aceme, ne bir Acemin Araba, ne bir siyahın kırmızıya, ne de bir kırmızının siyaha üstünlüğü vardır. Üstünlük ancak takvâ iledir."

Ancak görünen o ki karar sahipleri, Lübnan'daki bozuk kabilevî gelenekler üzerinde ısrâr etmektedirler. Allah'ın bir kulu, Lübnanlı taifeci kabilelerden birini mensup değilse hakkını arayacak, kendisini savunacak, dahası insanlık onurunu koruyacak hiç kimse bulamamaktadır.

Mülteci kampı sakinlerine yönelik baskının arttırılması, sonuçları hiç de hoş olmayacak ve hiç kimsece kabul edilmeyecek olaylara neden olacaktır. Zîra baskı, sosyal patlamalara yol açar. Kimileri bunu mu istemektedir?! Bunu, kimin çıkarına istemektedir? O nedenle başta parlamento olmak üzere tüm ilgili kesimlerin, özellikle Nehr-ul Bârid olmak üzere mülteci kampı sakinlerine yönelik muameledeki aksaklıkları fark etmeleri, evlerinin, işyerlerinin ve diğer maslahatlarının tahrip edilmesinden kaynaklanan insanlık trajedisine ivedi olarak son verilmesi için derhal harekete geçmesini istiyoruz.

Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Rabbinden rivâyet ettiği hadiste şöyle buyurmuştur:

يا عبادي! إني حرمت الظلم على نفسي وجعلته بينكم محرما. فلا تظالموا "Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım, o halde (birbirinize) zulmetmeyin..." [Muslim]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Savaşı Durdurunuz ve Fitnenin Kökünü Kazıyınız

Yemen Nizâmı ile el-Hûsiler arasında Haziran 2004'de başlayan Sa'de'deki savaş fitnesinin üzerinden bugün itibarıyla dört yıl geçti. Öyle bir savaş fitnesi ki binlerce Yemenli Müslüman evlâdının ölmesine, binlercesinin yaralanmasına, aralarında gazetecilerin, aydınların ve yazarların da olduğu yüzlercesinin tutuklanmasına, hiçbir suçu-günahı olmayan yüz binlerce sivil insanın göç etmesine yol açtı. Bu savaşın nedenini dahi öğrenemedikleri halde evleri yıkıldı, hayvanları telef edildi ve tarım arazileri harap edildi. Muhakkak ki bu, dehşet verici kanlı bir fitnedir!

Bu fitne, hâkim nizamın yanlış politikalarının ve ısrarla yalnızca nefs-i müdâfaa yaptıklarını ileri süren Hûsî Cemaati'nin siyâsî projesinin kapalılığının bir sonucudur. Bu fitnede, siyâsî kışkırtmaların rolü olmakla birlikte perde arkasından bunun kızışmasında hem bölgesel güçlerin, hem de Batılı devletlerin daha büyük rolü vardır.

Zîra Sa'de Savaşı, Amerika'nın çağırdığı Büyük Değişim Projesi'nin halkalarından bir halka olmaktan öte bir şey değildir. Bu da geçmişteki çatışmaların ve hesaplaşmaların uzantılarındandır. Zîra gerek Kuzey ile Güneyin birleşmesi öncesinde olsun, gerekse 1994 savaşı öncesinde ve sonrasında olsun, Sa'de'de kimi güçler arasında süregelen bir çatışma mevcuttur ve bu güçlerin, hem bölgesel güçler, hem de Batılı planlarla bağlantısı vardır.

Bu fitnenin kökünü kazıyacak olan şey ise, işlerin adâlet ve ihsân ile gözetilmesi, hakların tastamam verilmesi ve zorbalık yapılmamasıdır. Bu da küçük-büyük, güçlü-güçsüz her şeyde ve herkes hakkında İslâm ile hükmedilmedikçe, Laiklik (dinsizlik) sökülüp atılmadıkça, insanların kanları, malları, ırzları korunmadıkça, zulüm defedilmedikçe ve zorbalık yok edilmedikçe gerçekleşmez.

Zîra dâhilî çekişmeler yüzünden Hâşimîler, Cumhuriyet Nizâmı'nın kendilerine zulmettiğini, topraklarına el koyduğunu, öz topraklarında yabancı haline gelecek derecede ayrımcılık ve dışlama politikasına maruz kaldıklarını düşünmektedirler. Güneyliler ise, gerek hizmet eksikliğinde ve topraklarının gasp edilmesinde, gerekse genel yaşamda, zulme ve baskıya maruz kaldıklarını düşünmektedirler. Bunların yanı sıra fakirlik oranının artması, işsizlik sayısının yükselmesi, ekonominin kötüleşmesi, enflâsyonun yükselmesi, fiyatların artması, açlığın şiddetlenmesi ve yolsuzluğun bir kanser gibi devletin tüm sektörlerine yayılması... işte bütün bunlar, Kuzeyde ve Güneyde yönetim nizâmının kilitlenmesine, tıkanmasına ve aleyhinde nefret oluşmasına neden olmuş, bu da çatışmaların yaşanmasına, savaşların çıkmasına ve devlet nizâmının kolonlarını sarsmayı tasarlayan yabancılar için gediklerin açılmasına yol açmıştır.

Batılı hareketlenmelere gelince; zamanında Portekizlilerin Yemen sahillerine girme teşebbüsü ile ortaya çıkan bu hareketlenmeler Osmanlı Hilâfet Ordusu tarafından püskürtülmüştü. İngiltere tarafından Aden'in işgâl edilmesi ve Amerika'nın Mısır lideri AbdunNâsır yoluyla Yemen'in iç işlerine müdahale etmesine kadar süregelen Batılı hareketlenmeler veya daha dakik bir ifâde ile Yemen'deki "Anglo-Amerikan Çatışması", Hilâfet'in zayıflaması dönemine dayanan kadîm bir meseledir.

İşte Sa'de Savaşı, ancak bu müdahalelerin bir parçasıdır. Zîra İngiltere, sürekli olarak Yemen'deki nizâmın kolonlarını sağlamlaştırmaya, bu uğurda Yemen içindeki ve dışındaki adamlarını kullanmaya çalışmıştır. Kaldı ki Yemen'de, Aden'i işgâl işgâlinden beri sırtını dayadığı sütunlar biçiminde adamlardan oluşan İngiltere'ye bağlı bir ordu vardır. Yemen dışında ise, Bağışçılar Konferansı'nda olduğu gibi Ali Abdullah Sâlih'in nizâmını desteklemeleri için bölgesel ajanlarını kullandı, fitneyi söndürmek gerekçesiyle müdahale etmeleri için Libya ve Katar'ı harekete geçirdi, perde arkasından Katarlı arabulucuları yönlendirdi, Hûsilerin Şia fikirlerine ve kültürüne sahip olduğunu, İran, Necef ve Kerbelâ'daki Şia mercileri tarafından desteklendiğini, örgütlenme kültürlerinin Hizbullah'ın kültürüne benzediğini ve Suud Ailesi Nizâmı'na yönelik bir tehlike teşkil ettiğini iddia ederek Suudi Ailesi'ni kaygılandırdı. Böylece Suudi Arabistan, açıktan ve gizliden Ali Abdullah Sâlih'in nizâmının yanında yer almak için harekete geçti ve beş savaşta da Hûsilerin mevzilerini uçaklarıyla bombaladığı öne sürüldü. İşte İngiltere, Yemen'de kendi çıkarlarını koruyan Ali Abdullah Sâlih'in nizâmı için böyle destek topladı.

Amerika'ya gelince; Sa'de Savaşı karşısında sessiz kalarak demokrasinin, insan haklarının ve kadın haklarının uygulanmasına ve seçimlerin yapılmasına çağrıda bulundu. Bunlar görünen sloganlardır. Ancak gizlide ise Amerika, gerek Güney meselesinde, gerekse Sa'de Savaşı'nda egemen iktidara baskı uygulamaya, kendine adamlar devşirmeye, otoriteyi değiştirip adamlarını iktidara ulaştırmaya ve "anarşi çıkarmak" yoluyla Yemen'i devletçiklere ayırmaya çalıştı!

İşte bunun için Sa'de Savaşı, derhal durdurulması ve defteri dürülmesi gereken bir fitne savaşıdır. Dolayısıyla siyâsî güçler, politik manevralar yapmaksızın bunu durdurmaya çalışmalıdırlar. Aksi takdirde Yemen'in bütünleşmiş olması, gelecek Müslüman nesilleri arasına kin, nefret ve husumet tohumları ekecek korkunç bir fitneye dönüşecektir. Egemen nizâm ve siyâsî güçlerinin pervasız davranışlarını sürdürmeleri halinde bu çekişmeler son bulmayacak ve Amerika, Irak'taki el-Duceyl ve el-Enfâl davasını istismâr ettiği gibi bunu da istismâr edecektir. Amerika'nın bu savaşa sessiz kalması ve müdahale etmemesi ise, hilekarlık ve sinsiliktir ki böylece Yemen'in işlerine müdahale etmek, kaynaklarına hâkim olmak, nizâmı veya bu savaşa karışan simgelerini yargılamak için dilediğinde kullanabileceği elinde bir dava ve dosya hazır olsun. O halde bu savaşı durdurunuz, bu fitneye ve etkilerine son veriniz ve Allahu Te'alâ'nın şu kavline icâbet ediniz:

وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "İçinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmayacak bir fitneden sakının. Muhakkak ki Allah, İkâbı Şedîd olandır." [el-Enfâl 28]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Sömürgeciler Tarafından Dayatılan Uzlaşma Politikası, Bangladeş'i Bağımlı Bir Devlet Yapmaktadır

Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü ve Genel Koordinatörü Muhyiddîn Ahmed, bugün yayınladığı basın açıklamasında, Bangladeş'teki siyâsî arena son zamanlarda peş peşe meydana gelen diyalog süreci, siyâsî uzlaşmalar ve Şeyh Hasina'nın serbest bırakılması gibi hadiselerin, ülkeyi bağımlı hale getiren yabancı Kâfir Sömürgeciler tarafından dayatıldığını belirtti. Bilindiği gibi Bangladeş üzerinde tam siyâsî nüfûz sağlamaya pek hırslı olan Sömürgeciler, 2006 yılındaki siyâsî istikrarsızlığın başlıca sorumlularıdır ve 11 Ocak Hükümeti de onların entrikalarının ve plânlarının bir sonucudur.

Nitekim Fahruddîn Ahmed Hükümeti iktidara gelir gelmez, yabancı Kâfir güçlerine emirlerine boyun büktü, yolsuzlukla mücâdele şevki, eksi iki formülü ve daha pek çok müphem siyâsî adımlar ile kâim oldu. Ne var ki siyâsî istikrarsızlık son bir buçuk senedir varlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda Hükümet, Amerika'nın Bangladeş'teki önceki büyükelçisi Patricia A. Butenis'in Bangladeş'e düzenlediği "şahsî ziyâreti" sırasında verdiği tâlimatlar doğrultusunda siyâsî partiler ile diyalog başlatmıştır. Onun ikinci "şahsî ziyâreti" ardından da ülke bu kez Şeyh Hasina'nın serbest bırakılmasına şahit olmuştur. Bu zaman zarfında Bangladeş'teki mevcut Amerikan büyükelçisi James F. Moriarty sürekli "uzlaşmanın önemine" vurgu yapmıştır. Öte yandan İngiltere de Bangladeş'e en kısa zamanda istikrar gelmesini umduğunu ifade etmiş, Hindistan da Şeyh Hasina'nın serbest bırakılışını olumlu bir adım olarak nitelendirerek memnuniyetini bildirmiştir.

Muhyiddîn Ahmed, -aynen Pakistan'da yaptıkları gibi- Bangladeş'teki bu siyâsî diyalogu ve uzlaşma sürecini de Amerikan, İngiliz ve Hindu Sömürgecilerin dayattığını dile getirdi. Fahruddîn Ahmed Hükümeti ve Bangladeşli politikacılar, Sömürgeci plânların ve tasarımların dışında herhangi bir adım atmaktan âcizdirler. Tutuklu iki liderin serbest bırakılması ve süregelen siyâsî uzlaşma, tümüyle Sömürgecilerin plânının bir parçasıdır. Ülkenin siyâsî geleceği, perde arkalarından kararlaştırılmakta, halkın arzusu ve irâdesi bütünüyle göz ardı edilmektedir. Muhyiddîn Ahmed, yabancı Sömürgeci Kâfir güçlerin Bangladeş politikası üzerindeki tahakkümü sürdüğü sürece, istikrarsızlığın süreceğini ve ülke güvenliğinin tehlikelere maruz halde kalacağını vurguladı. İşte Hizb-ut Tahrir halkımızı, bu yabancı müdâhaleye karşı koymak ve Hilâfet Devleti'ni kurmak üzere harekete geçmeye çağırmaktadır.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Demokrasi, -Aynen Diktatörlük Gibi- Pakistan'ın Ekonomik Sorunlarını Çözmekten Âcizdir, Fakir Kitlelerin Haline Yalnızca İslâm'ın İktisâd Nizâmı Çözüm Olabilir

Mevcut bütçe; yalnızca Sömürgecilerin ve bir avuç Kapitalistin menfaatlerini koruyan Kapitalist ekonomi ilkelerinin mahsulüdür. Bu bütçe, fakir insanlara günlük bir öğün yemeği bile çok görmektedir. Bu bütçe açık bir gerçeği bir kez daha kanıtlamıştır ki ister Demokrasi ister Diktatörlük rejimi olsun, her iki yönetim şekli de aynı hortumcu kapitalist ekonomi sistemini uygulamaktadır. Kapitalist ekonomi ilkeleri, zengini daha da zenginleştiren, fakiri daha da fakirleştiren bir temele dayanmaktadır. Bunun içindir ki Pakistan'ın son altmış yılında, tıpkı bir köşe-kapmaca oyunu gibi, Demokrasi ile Diktatörlük arasındaki gidip gelerek zavallı halk yığınlarını senelerce oyalayıp hiçbir köklü değişim gerçekleştirmemiştir. Üstelik her iki yönetim şekli de aynı sömürücü kapitalist sistemi uygulamışlardır. İşte bu nedenle ister Demokrasi, ister Diktatörlük olsun, kendi çıkarlarını gerçekleştirdiği sürece, aslında her ikisi de Amerika'ya uyar.

Söz konusu bütçede; IMF ve Dünya Bankası'nın tâlimatlarına bağlı kalınarak elektrik, doğalgaz, buğday, gî [Hint Yarımadası'nda manda sütü yağını eritip kaynatarak yapılan katı yağ, tereyağı] gibi ürünlere verilen milyarca rupilik destekler kaldırılmakta, fakir kitleler ölüme terk edilmektedir. Üstelik varlıklı ve zengin insanlardan Harâc, Öşür ve Zekât toplamak yerine, KDV adı altında sıradan insanlardan haram vergiler alınmaktadır ki geçen sene toplanan bu vergi, 75 milyar rupiyi [takriben 1 milyar ABD doları] aşmıştır. Mevcut demokratik dağılımda, hiçbir büyük sermaye sahibinden ve toprak ağasından Harâc ve Öşür alınamaz, çünkü yasama meclislerinin üyeleri, bu sermayedârların ve ağaların ta kendileridir! Bu halleriyle kendi kendilerinden nasıl vergi aldıracaklar? Yine aynı elit grup, yakınlarının ve yandaşlarının borçlarını silerek 54 milyar rupilik peşkeş çekmiştir. Ancak onlar sıradan bir insanın bin rupilik borcunu bile asla silmeye yanaşmazlar. Sözde Ulusal Uzlaşma Kararnamesi çarpıcı bir gerçeğin apaçık kanıtı olmuştur; demokratik sistemlerde bir avuç elit tabaka, ellerindeki yasama yetkileriyle siyahı beyaza, beyaza siyaha rahatlıkla çevirebilmektedirler. Böylesi bir sistemde fakir insanların yaşamında iyileşme ancak hiç gerçekleşmeyecek bir serap olabilir. Bunun en net örneği bizâtihi Amerika'dır; trilyon dolarlık ekonomisi vardır, ama hâlâ nüfusunun kayda değer bir çoğunluğunun yiyecek, giyecek, barınak ve sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaktan âcizdir. Amerika ve Çin gibi büyük ekonomilerde bile ekonomik trickle-down teorisi [tırikıl-davn: zenginlerin servetlerindeki artışın aşama aşama fakirlere de yansıması] gerçekleşemiyorsa, aynı Kapitalist ekonomi bataklığında debelenen Pakistan'da fakirliğin azalma ihtimâli ne olur acep? Pakistan'ınki de dâhil tüm insanlığın ekonomik probleminin çözümü; para ve kur politikası, mülkiyet, ticaret, gelir kaynakları, harcama kalemleri ve ekonominin diğer tüm yönlerine ilişkin tafsîlî hükümler barındıran İslâmî İktisâd Nizâmı'ndadır. Dahası ne Ümmet Meclisi'nin, ne de Halîfe'nin bu hükümleri değiştirmeye hakkı vardır. İşte böylelikle ne bir avuç Kapitalist, ne de Sömürgeciler, asla kitleleri ekonomik olarak köleleştirme imkânı ve fırsatı bulamazlar.

Devamını oku...

Küfür Rejimi Çatırdıyor, Nihâî Darbeyi Vuracak Olanlar Nerede?

  • Kategori Türkiye
  •   |  

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Anayasa Mahkemesi'nin, önceki hafta aldığı, Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan ve üniversitelerde başörtüsü düzenlemesi olarak bilinen değişiklikleri iptal kararının ardından 10 Haziran 2008 Salı günü, kamuoyuna bir hitapta bulunarak çeşitli değerlendirmelerde bulundu.

Yaklaşık 40 dakika süren konuşmasında Başbakan, daha önce pek çok kez tekrarladığı gibi, Laik (Dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yasama organı olan Meclis'i "ulvî çatı" olarak tanımlayıp Meclis duvarında asılı bulunan "egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir" ifadesini yineleyerek Meclis'te yapılan yasamanın halk adına yapıldığını, kendilerinin halktan yetki aldığını, rotalarını halkın belirlediğini, siyâsetlerinin milletin siyâseti olduğunu, millet ile birlikte olduklarını ve millet ile beraber yürüdüklerini iddia etti. Biraz daha ileri giderek ülkenin ve halkın huzuru için, istikrarı için, (araya sıkıştırdığı) demokrasi için, refah için çalıştıklarını öne sürdü. Ardından Anayasa Mahkemesi'nin kararının, Meclis'in bu yasama hakkına müdâhale olduğunu, Mahkeme'nin kararın gerekçesini yayınlamamasının Anayasa'ya aykırı olduğunu ve mevcut durumun siyâsî bir kriz olduğunu ifade etti. Ardından bu krizin ve çatışmanın sorumlusu olarak, Cumhuriyet Halk Partisi'ni (CHP) gösterdi. CHP'nin kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı davrandığını, devletin kurumlarını karşı karşıya getirmeye çalıştığını, bir yetki çatışması meydana getirmeye uğraştığını ve böylelikle CHP'nin demokrasiye, millete ve "evrensel hukuka" karşı çatıştığını söyledi. Bu kriz sonucu meydana gelecek "sistem yetmezliği" ve "yetki çatışması"na bu ülkenin tahammülü olmadığını itiraf etti. Ardından bir kez daha Anayasa Mahkemesi'nin işlevine atıfta bulunarak "Kanun koyma yetkisi münhasıran, yani sadece ve sadece seçilmiş meclislere aittir. Anayasa tarafından verilen bu yetkiyi kimse yüce Meclisimizden alamaz, kimse kendini yasa koyucu yerine koyamaz." ifadelerini kullandı.

Bu konuşmanın siyâsî ağırlığı olduğu muhakkaktır ve siyâsî bir değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır. Bununla birlikte yöneticiler, kendi politikalarını yürütürken, kendilerini savunurken, karşıtlarına saldırırken veya kendilerini haklı gösterirken, Müslüman oldukları için kendilerini destekleyen insanların da inancı olan İslâm Akîdesi ile taban tabana zıt fikirler ortaya koymaktan sakınmamaktadırlar. Bir diğer ifadeyle, kaş yapayım derken göz çıkarmakta, ya kalplerinden yukarı çıkmayan inançları ile çelişen ya da kalplerinde gizledikleri gerçek inançlarını ifşa eden durumlara düşmektedirler.

Şüphesiz İslâm yegâne hak dîndir ve bu dîn, Batı'daki dîn konseptinin veya Amerika'nın "Ilımlı İslâm" teorisinin aksine sırf mânevî bir dîn değildir. Bilakis İslâm; hayatın tüm işlerine ve sorunlarına yönelik fikirler, hükümler ve çözümler içeren kapsamlı bir ideolojidir. Bu ideolojinin esâsı, İslâm Akîdesi'dir. İslâm Akîdesi, yeryüzünde yasamayı yalnızca Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'ya has kılar. Oysa bugünkü Kapitalist Küfür sistemi, bu hakkı beşere vermiş, İslâm'a göre küfür hükmünde olan "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesine dayalı olarak halkın yönetimi vehmedilen demokrasiyi esas almıştır. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ أَمَرَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ "Muhakkak ki hüküm ancak Allah'a aittir. O size Kendisinden başkasına asla kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru dîn budur, velâkin insanların çoğu bilmezler." [Yûsuf 40] Dolayısıyla halkın kendi kendini yönetmesi olarak tanımlandığı halde, gerçekte halka dayatılan bir avuç insanın ve efendilerinin keyfî yönetimine ve yasamasına dayanan Demokrasi'yi ve bunun palavra sloganı olan "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesini devlet yönetimine esas haline getirmek, İslâm'a göre küfürdür ve hiçbir Müslüman, bu küfrün tezâhürüne rızâ gösteremez.

Ulvî çatı denilen hâlihazırdaki Meclis, İslâm'ın yönetim nizâmı olan Hilâfet'i ilgâ etmiş olan meclistir ve bu meclis, Osmanlı Hilâfet Devleti'nin henüz yıkılmadığı 1920 yılında kurulmakla, devlet içinde devlet mesâbesindeki isyâncı bir hareketin karargâhı halinde inşâ edilmiştir. O zamandan beri de İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlık, Kâfirlere ve sömürülerine hizmet eksenli küfür yasalarının çıkarıldığı bir Dırâr Meclisi işlevi görmüştür. Evet orada demokrasi, laiklik ve diğer Küfür fikirleri için yasalar çıkarılmıştır, ancak halkın huzuru, istikrarı ve refahı doğrultusunda kayda değer hiçbir ilerleme olmamıştır. Orada hiçbir zaman halkın arzusu ve irâdesi tecelli etmemiş, aksine oraya seçilmiş görünen "atanmışların", kendilerini oraya atayan efendilerinin irâdelerini tecelli ettirdikleri bir mekân olmuştur. Dolayısıyla bu mecliste bulunan temsilcilerin hepsi olmasa da azami çoğunluğunun rotasını belirleyen, oylarını aldıkları Müslüman halk değil, aksine doğrudan yada dolaylı hizmetinde oldukları Sömürgeci Kâfirler olmuştur ki bunlar, hükümetin arkasındaki Amerika ve muhâlefetin arkasındaki İngiltere'dir. Varsayalım ki bu meclis, tamamen halkın arzusunu ve irâdesini temsil ediyor, tamamen bağımsız ve özgür, bütünüyle halkın çıkarları, huzuru, refahı ve istikrarı için çalışıyor, ülkeyi dünyanın en büyük devleti seviyesine yükseltiyor... aklınıza gelebilecek bütün başarıları sağlıyor... bütün bunları yapsa bile, İslâm nazarında bu Meclis küfrün karargâhı olmaya devam edecek, çıkardığı yasalar küfür yasaları olarak kalmayı sürdürecek ve asla Allah'ın, Rasulü'nün ve mü'minlerin lânetine ve öfkesine mâruz kalmaktan kurtulamayacaktır.

Söz konusu evrensel hukuk, Kâfirlerin Müslümanlar ve diğer dünya hakları üzerindeki tahakkümünün hukukî safsatasıdır. Bu hukuk, Irak'ta ve Afganistan'da gâyet bârizdir(!) Bu evrensel hukuka saygı bekleyenler, aslında Sömürgeci Kâfirlerin bu ülke ve halkı üzerindeki tahakkümüne boyun bükülmesini istemektedirler ki bu durum, "milletin irâdesi" söyleminin gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu teyit etmektedir. Ayrıca Başbakan CHP'ye çatmakla, Sömürgecilik nüfûzu sebebiyle süregelen siyâsî çatışmanın ve krizin gerçek yönünü gizlemekte, meydana gelenin Amerika ile İngiltere arasındaki bir çatışma değil de hükümet ile muhâlefet arasındaki yerel bir çekişmeden ibâret olduğu izlenimi vermektedir. AKP'ye açılan kapatma dâvâsının, Amerika'nın başkanlık seçimlerine kilitlendiği ve Amerikan Başkanı'nın "topal ördek" olarak görüldüğü bir döneme denk gelmesi tesâdüf müdür? İngiltere Kraliçesinin Türkiye ziyâreti tesâdüf müdür? Çatışmanın Amerikan-İngiliz çatışması olmadığı görüntüsü vermek, bu halkı aldatmaktan ve mevcut despot nizâmı korumaktan başkasına hizmet etmemektedir. Duyarlı kesimler artık bu gerçeği görmeliler ve ona göre tavır koymalıdırlar. Fakat dikkat çekici olan husus şu ki çatışan her iki taraf da, aralarındaki çatışmanın şiddetine ve keskinliğine rağmen, devlet kurumlarını ve mevcut nizâmını korumaya özen göstermektedir. Başbakan'ın konuşmasındaki dikkatli kelimeler ve îmâlı çağrı, bu özenin bir yansımasıdır. Bunu teyit eden bir diğer husus, bu konuşmadan birkaç gün önce Başbakan'ın bir televizyon kanalında verdiği röportajda söylediği şu cümlelerdir: "Ama ben bir Müslüman olarak, bir dindar olarak laikliği ne yaparım? Laikliği savunurum. Laik devleti savunurum. Şu anda da laik devletin Başbakanıyım ve bunu da savunuyorum, inanarak savunuyorum...Ve bu anlamda dört dörtlük bir laikim." Hükümet yanlısı kesimler de, verdiği "sadece üniversitelerde başörtüsü serbestisi" aleyhindeki kararının ardından saldırdıkları Anayasa Mahkemesi'nin kurumsal yapısına saldırmamaya özen göstermekte, meseleyi 11 yargıçtan 9'una mâl ederek şahsîleştirmektedirler. Mahkemenin bu üyeleri yargılandıkları yahut görevden alındıkları takdirde, Laik devletin bu askerî darbe mahsulü kurumu paklanmış mı olacak? AKP hakkında gelecek ay verilmesi beklenen kararda AKP'yi kapatmama kararı alırsa "ak"lanmış mı olacak?

Muhakkak ki bu bâtıl rejim çöküş yolundadır, çünkü;  إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا  "Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkumdur." [el-İsrâ' 81] Başbakan da bu gerçeği teyit etmekte ve bunu "sistem yetmezliği" olarak tanımlamaktadır. İşte aralarındaki keskin çatışmaya rağmen hem Hükümet hem de Muhâlefet kesimlerinin, bu Laik (Dinsiz) devletin kurumlarına ve nizâmına karşı bu kadar harîs olmaları, buradan ileri gelmektedir. Kendilerine yön veren küresel Sömürgeci Kâfirlerin, üzerinde yaşadığımız coğrafya ve bu cümleden Türkiye hakkındaki en büyük korkusu İslâm'dır, İslâm'ın devleti Râşidî Hilâfet'tir. Hükümet'in efendisi Bush da, Muhâlefet'in efendisi Blair ve Brown da, İslâm'dan ve Hilâfet'ten duydukları korkuyu pek çok kez izhâr etmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye'de kurumların çökmesi, nizâmın iflâs etmesi ve devlet-millet köprülerinin koparak halkın siyâsî açıdan İslâm'a yönelmesi durumunda, bu Kâfirlerin, nüfûzlarının, çıkarlarının ve dolayısıyla uşaklarının sonu anlamına gelecektir.

İşte o gün, yasa koyucunun böyle bir Dırar Meclisi olmayacağı, yegâne yasa koyucunun Allah [Subhânehu ve Te'alâ] ve Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] olacağı, Allah ve Rasulü'nden başka hiç kimsenin bu hakka asla sahip olamayacağı, egemenliğin halka değil İslâm Şeriatı'na ait kılınacağı, İslâm'ı ve Müslümanları yükselten, Küfrü, Kâfirleri ve uşaklarını da alçaltan Râşidî Hilâfet Devleti, Allah'ın izni ve yardımı ile kurulacaktır. İşte o gün muhakkak Allah'ın kelimesi en yüce, Küfrün kelimesi en alçak olacak, hiçbir beşer kendi hevâsından küfür yasaları çıkaramayacak, Sömürgeci Kâfirlerin nüfûzu ve tahakkümü asla dönmemecesine ortadan kaldırılacaktır. Bu ne bir vehim, ne de sırf bir temennidir, bilakis bu, Allah'ın vazgeçmeyeceği vaadidir, Rasulü'nün boş çıkmayacak müjdesidir, Kerîm İslâm Ümmeti'nin gönülden arzusudur ve siyâsî geleceğin kaçınılmaz ufkudur. O halde Ey Müslümanlar ve Ey Güç Sahipleri! Can çekişmekte olan bu kokuşmuş zâlim rejimin ve birbirlerini boğazlayan Sömürgeci uzantılarının sonunu getirmek üzere ayağa kalkınız. Biliniz ki eğer bütün bu anlattıklarımız yanlışsa, şu an olduğu gibi hep birlikte zillet içinde yaşamaya devam ederiz, ama eğer doğruysa -ki Allah'ın izniyle doğrudur- o zaman icâbet etmemeniz halinde hüsrâna uğrayanlar sizler olursunuz.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ  "Ey imân edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verene çağırdığında icâbet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız." [el-Enfâl 24]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Amerika Gibi Bir Yılanı Sütle Beslemenin Mükâfâtı İşte Bu! Pakistan, Amerika'nın Savaşından Derhal Vazgeçmeli ve Taşa Kayayla Karşılık Vermelidir

Salıyı Çarşambaya bağlayan gece ödlek Amerikalılar, kabileler kuşağındaki Muhmend bölgesini bombalayarak 12 ordu personeli dâhil 47 Müslümanı şehit ettiler. Aşağılayıcı gerçek şu ki Pakistan helikopterleri, bu saldırgan hareketin intikâmını almak şöyle dursun, sırf cesetleri getirmek için ertesi sabaha kadar izin bile alamazken Amerikan savaş uçakları, tam bir dokunulmazlık içinde semâlarımızda devriye gezmeye devam etmektedirler. Medyada geçen haberlere göre Pakistan-Afganistan sınırında konuşlu 100 bin Pakistan askeri, bu saldırıya karşı herhangi bir askerî eyleme girişme gereği görmediler. Pakistan hükümetinin Amerikalılara keskin bir darbe vurmak yerine çekingen ve ürkek bir tepki göstermesi, her Pakistanlı Müslümanın utanç içinde başını öne eğmesine yol açtı. Yetersiz silahlanmış Mücâhitler bile Amerikan kuvvetlerine kan kusturabiliyorsa, tam donanımlı yüz binlerce askerlik Pakistan kuvvetleri kendilerini nasıl savunamazlar?

Bugün insanlar, Amerika'yı sanki -hâşâ- Allah Subhânehu kadar güçlü göre bu beceriksiz ve çolpa yönetimler yüzünden zilleti ve hayati kayıpları sineye çekmeye mecbur tutulmaktadırlar. "Önce Pakistan" sloganını istismar edenler, Amerikalılara Allah'ın hükümleri ihmâl edilerek verilen geniş çaplı desteğin ve arkamızdaki kuyu kazmasına izin verilmesinin sonuçlarını şimdiden kestirmelidirler. Amerikan yılanını beslemenin neticesi, şu anda ordumuzu ısırıyor olmasıdır.

Pakistan ordusunun hedef alınması, kabileler kuşağındaki askerî operasyonları yeniden başlatması için baskı yapmak ve kısa bir süre önce imzalanan barış anlaşmasından vazgeçirmektir. Pakistan ordusu, kendi halkına karşı savaşmasına yönelik Amerikan baskısını reddetmeli, Amerika'nın saldırgan eylemlerine karşı Pakistan'ı korumak için pratik adımlar atmalıdır. Bu durumda muazzam halk kitlelerinin gönülden kendi tarafında yer aldığını görür. Dahası her Pakistan askeri, kendi Müslüman kardeşine karşı savaşırken öldürülmektense Amerikalılara karşı savaşırken şehit düşmeyi bin kat daha fazla tercih eder. Ümmet, başındaki yöneticilerden, Amerikan saldırısı karşısında hiçbir şey yapmadan embesil gibi oturmak yerine Bagram'daki Amerikan askerî üssünü cruise füzeleriyle hedef almasını talep etmektedir. Üstelik Amerika'nın İslâm'a karşı bu savaşından, mutlaka vazgeçirilmesi gerekir, Bu da Afganistan'daki Amerikan kuvvetlerine yakıt, gıda ve askerî donanım tedârikinin kesilmesiyle mümkün olur. Amerika'ya bir ders vermenin yolu, yalvarmalar ve alttan almalar değildir, bilakis attığı her bir taşa koca kayalarla karşılık vermektir. İşte Hilâfet, böylesi küstah saldırılara böyle karşılık verecektir.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Hizb-ut Tahrir'in Kuveyt'te İdamla Yargılanan Üyeleri Beraat Etti

Hizb-ut Tahrir, ideolojisi İslâm olan siyâsî bir partidir, gayesi ise Râşidî Hilâfet'i kurarak İslâmî hayatı yeniden başlatmaktır. Metodu, siyâsî ve fikrî çalışmadır. Üslubu ise, Ümmet'in meselesini açıklamak üzere lisan ve kalem kullanarak İslâm'ın tedriçten uzak, kapsamlı ve tastamam tatbîkine dâvet etmektir.

Muhakkak ki Hizb-ut Tahrir, ne maddî eylemde bulunur, ne maddî eylemi benimser, ne de maddî eyleme teşvîk eder. Bu tür eylemleri de kendisine haram kılar; çünkü o, Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in İslâmî Devlet'i kurmadaki metodunu anlayışı ışığında Râşidî Hilâfet'in kurulması metodunun, maddî eylemlerden uzak olmasını benimser. İşte bu anlayış, 1952'de Hizb-ut Tahrir'in doğuşu ile birlikte doğmuştur ve yeni bir şey değildir.

Hizb-ut Tahrir şebâbının yargılanmasına gelince; H. 28 Receb 1342 el-muvâfık M. 3 Mart 1924'de Hilâfet'in yıkılışının yıldönümü münâsebetiyle ücreti ödenen ilânın 09.08.2007 tarihli günlük yerel gazetelerde yayınlanması talebinin akabinde olmuştur. Bu ilân ile o tarihten bu yana İslâm'ın tatbikinin ilgâ edildiğini, İslâmî hayatın durdurulduğunu, Müslümanların diyârının Hilâfet'ten yoksun kaldığını, Müslümanları ve beldelerini Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet ile gölgelendirmedikçe bu yıldönümünü tekrar yaşatmamasını Azîz-ul Kadîr olan Mevlâ'dan temennî ettiğimizi hatırlattık. Dolayısıyla yayınlanmayan ilânın bu içeriği, Hizb-ut Tahrir'in şiddet, tahribat ve tahrik eylemlerinden uzak olan fikrî ve siyâsî çalışmasını teyit etmektedir. Zaten yargı da bu husustaki sözünü söylemiştir.

Bu münâsebetle bize lütufta bulunup hapishaneden çıkaran Allah Sübuhânehû'ya binlerce şükürler ve hamdüsenâlar olsun.

Ayrıca Hizb'in konumunu, fikrî ve siyâsî çalışmaya yönelik bağlılığını açıklamada gösterdikleri yoğun uğraşlarından dolayı savunma makamına da müteşekkir ve minnettarız.

قَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَيْنَا إِنَّهُ مَن يَتَّقِ وَيِصْبِرْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ  "Allah bize lütufta bulundu; doğrusu her kim ittikâ eder ve sabrederse, muhakkak Allah muhsinlerin ecrini zâyi etmez." [Yûsuf 90]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Son Ebiyi Anlaşmasının İmzalanması, Bölgenin Sessiz-Sedâsız Kâfir Batı'ya Teslimine Yönelik Bir Adımdır

Sudan Devlet Başkanı ve Birinci Yardımcısı, mültecilerin geri dönüşüne ve Ebiyi Protokolü'nün uygulanmasına ilişkin yol haritası denilen belgeyi imzaladı. Bu belgede geçen maddeler arasında en tehlikeli olanlar şunlardır:

Birincisi: Barış Anlaşması'nda geçtiği gibi, müzâkerelerini yürütebilmesi için Ebiyi'deki Birleşmiş Milletler heyetinin gücüne, gerek Kuzeyinde, gerekse Güneyinde hareket etme serbestisi veren 3. maddesidir.

İkincisi: İki tarafın, bir ay içerisinde tahkîm heyeti yada tahkîm şartları yada tahkîmin diğer referansları yada yürütme ilkeleri hakkında bir anlaşmaya varamamaları halinde Lahey'deki Daimî Tahkîm Mahkemesi Genel Sekreteri, Devletlerarası Tahkîm Mahkemesi kurallarına ve devletlerarasında geçerli örflere göre tahkîm görevi üstlenecek, yürütme ilkelerini ve referanslarını belirleyecek bir heyet oluşturulacaktır şeklindeki 5. maddesidir.

Hizb-ut tahrir / Sudan Vilâyeti, Kasım 2007'de yayınladığı, "Natsios Önerileri, Servetlerini Yağmalamak İçin Ebiyi'den Hükümetin Otoritesini Çıkarmaktır" başlıklı neşriyatında Ebiyi'yi, Hükümetin otoritesinin olmadığı silahtan arındırılmış bir bölge haline getirmeyi hedefleyen Amerikan planlarından sakındırmıştı. Dolayısıyla otoritesi, Birleşmiş Milletler heyeti yoluyla Amerika'nın eline geçecektir ki böylece 2011'de sona erecek geçiş döneminden geriye kalan zaman içerisinde ve sonrasında sessiz-sedasız servetlerini hortumlayacaktır.

Hükümet atmış olduğu bu imza ile bir defa daha tuzağa düşmüş, oltaya takılmış, Sömürgeci Kâfire istediğini vermiş ve iki Amerikan delegesi -ki bunların sonuncusu Williamson'dur- yoluyla bölgeye getirdiği cürüm planlarını infâz etmiştir.

Kâfir Sömürgeci Amerika lehine Ebiyi'den sessiz-sedasız taviz vermek ve ümmetin mülkü olduğu halde servetleri ve kaynakları üzerinde ifrâta kaçmak büyük bir cürümdür ve Allahu Te'alâ'nın kavlinden ötürü şer'an câiz değildir:  وَلَن يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً "Muhakkak ki Allah, Kâfirler için Mü'minler aleyhine asla bir yol (egemenlik) kılmayacaktır!" [en-Nîsa 141] يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَتُرِيدُونَ أَن تَجْعَلُواْ لِلّهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا مُّبِينًا "Ey imân edenler! Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Yoksa Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delîl mi vermek istiyorsunuz?" [en-Nisâ 144]

Ayrıca Amerikan küfür güçlerinden veya diğer kâfir devletlerden yardım istemek, mutlak olarak haram bir ameldir. Çünkü Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] bundan nehyetmiş ve şöyle buyurmuştur:  لا تستضيئوا بنار المشركين "Müşriklerin ateşi ile aydınlanmayın." Ve şöyle buyurmuştur:  إنا لانستعين بمشرك "Biz müşrikten yardım almayız."

Tüm bunlardan daha tehlikeli olan ise devletlerarası küfür heyetlerine muhakeme olmaktır ve Allahu Te'alâ'nın kavlinden ötürü ağır bir haramdır:  أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُواْ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَن يَتَحَاكَمُواْ إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُواْ أَن يَكْفُرُواْ بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُضِلَّهُمْ ضَلاَلاً بَعِيدًا 60 وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْاْ إِلَى مَا أَنزَلَ اللّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ رَأَيْتَ الْمُنَافِقِينَ يَصُدُّونَ عَنكَ صُدُودًا "Sana ve Senden öncekilere indirilenlere îman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Onlar inkâr etmekle emrolundukları halde tâğuta muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlara, "Allah'ın indirdiğine (Kitâb'a) ve Rasul'e gelin" denildiği zaman, münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün."[en-Nisâ' 60-61]

Ey Müslümanlar! Amerika'nın ve diğer kâfir devletlerin planlarını boşa çıkaracak, Ümmet'i izzetine ve mecdine kavuşturacak ve Rabbini râzı edecek olan faktör; hayatı İslâmî Akîde esâsı üzerine ikâme edecek İkinci Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâm esâsı üzerine samimiyetle amel etmektir ki Allah, bu sayede üzerimizden zilleti kaldırsın ve düşmanlarımıza karşı bize nusret versin.  يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ "Ey îmân edenler! Eğer siz Allah'a [Dînine ] nusret verir, zafere ulaştırırsanız, Allah da size nusret verir, zafer ulaştırır ve ayaklarınızı [Dîni üzere] sâbit kılar." [Muhammed 7]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER