Pazartesi, 27 Rebiu’l Evvel 1446 | 2024/09/30
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Âhir Lahza Gazetesi Yazarına Reddiye

Kerîm Kardeş, el-Hindî İzzeddîn,

es-Selâmu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakâtuh,

Âhir Lahza Gazetesi'nin 27.02.2008 Çarşamba tarihli 567 sayılı baskısında, "Allah için Şâhitliğim" isimli köşenizde, "Ekmek, Ülkenin Krizi!" başlıklı makâlenizi mütâlaa ettik. Makâlenizde şöyle geçti: "Herkes un krizine kayıtsız, ne Ensâr-us Sunne... ne onlar, ne Şeyh Ebu Nâru'nun cemaati... ne de Sudan içinde ve dışında meydana gelen her olay hakkında gündelik açıklamalar yayınlamakta aktif davranan "Hizb-ut Tahrir"... Ne var ki un krizi ve ekmek fiyatlarının artışı, onların öncelikle önem verdikleri konulardan biri değildir."

Kerîm Kardeş, muhakkak ki Hizb-ut Tahrir, ideolojisi İslâm olan siyâsî bir partidir; Ümmet içerisinde ve Ümmet ile birlikte, İslâm'ı hayatî bir mesele haline getirmek için çalışır ve Ümmet'in acısını çektiği ve başına musallat olan tüm meselelerini ve maslahatlarını benimser. Bunun için görüş belirtmediği hiçbir şey bırakmaz ve bu görüşler dâima, İslâmî Akîde esâsı üzerine olur. Dolayısıyla yöneticileri muhâsebe eder ve Ümmet'i de onları muhâsebe etmeye çağırır. Lakin demokratik temele binâen yada başka herhangi bir şeye göre değil, ancak ve sadece İslâm'a ve hükümlerine göre bunu yapar. Un krizi ve ekmek fiyatlarındaki artışın, öncelikle önem verdiğimiz konulardan biri olmadığı hakkındaki sözlerinize gelince; bu, gerçeklikten ve doğruluktan uzak bir sözdür. Çünkü Hizb-ut Tahrir, her fiyat artışında, yapılan tüm zamlar hakkında basın açıklamaları ve beyanlar yayınlayıp bunları günlük gazetelerin tümüne ulaştırır. Sen şahsen, gerek Âhir Lahza Gazetesi'nde iken, gerekse Âhir Lahza'dan önce çalıştığın gazetelerde iken, beyanlarımızı düzenli olarak almışsındır ve sen buna şâhitsindir.

Yine de hatırlatmak bâbından, - { فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِين } "Çünkü hatırlatmak mü'minlere fayda verir." [ez-Zâriyât 55] - size, ekmek zamları ve diğer mallara yönelik fiyat artışları hakkında yazdığımız beyanlardan ve yayınlardan bazılarını zikrediyoruz:

 

Sayı

Yayın Türü

Başlık

Tarih

1

Basın Açıklaması

Ekmek Fiyatlarının Artışı

19.02.2004

2

Basın Açıklaması

Benzin Zammının Gerekçesi Yoktur

26.04.2004

3

Basın Açıklaması

Derdi Doğalgaz ve Gazolin Krizi İken İnsanlar İçin Kim Vardır?

20.09.2005

4

Basın Açıklaması

Şeker, Benzin ve Tüp Gaz Fiyatlarının Arttırılması, Şer'î Ahkâma Muhâlefet ve Halkın Acılarını Arttırmaktır

19.08.2006

5

Vilayet Yayını

Yakıt ve Şeker Fiyatlarının Arttırılması, Şeran Haramdır ve İnsanların Belindeki Kamburu Büyütmektir

24.08.2006

6

Basın Açıklaması

Katma Değer Vergisini Arttırmak Yoksulluğu Arttırmaktır

21.05.2007

7

Basın Açıklaması

Zâlim Kapitalizm Nizâmı Altında İnsanların Yiyecekleri Dahi Haram Olan İhtikâr, Vergiler ve Harçlar Kapsamına Sokulmaktadır!

02.10.2007

8

Vilayet Yayını

Vatanî Meclis Üyelerine Açık Mektup

11.12.2007

9

Basın Açıklaması

Harçlar, Vergiler ve Haram İhtikâr Yoluyla Fiyatları Yükselten Bizzat Devlettir

21.02.2008

 

Not: Hizb, devletin ilk kez yasal hale getirdiği sırada Katma Değer Vergisi'nin şer'î hükmü hakkında 29.05.2000 tarihinde bir de kitapçık yayınlamıştır. Mezkur belgelerin tamamı ilişiktedir.

 

En içten dileklerimle,

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Hindistan ile Savunma ve Güvenlik İşbirliği Yapmak Haramdır, Bangladeş İçin Tehlikedir

Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü ve Genel Koordinatörü Muhyiddîn Ahmed, bugün yayınladığı bir basın açıklamasında, Genelkurmay Başkanı Muîn Ahmed'in Hindistan ile savunma ve güvenlik işbirliğini canlandırma taahhüdünde bulunduğu haberlerinden büyük kaygı duyduğunu ifade etti. Şu anda Hindistan ziyâretinde bulunan Genelkurmay Başkanı, Hindu isyancı gruplara karşı ortak operasyon düzenleme konusunda Hindu muâdilleri ile görüşmeler yapmaktadır. Üstelik onlar, Bangladeş ve Hindistan silahlı kuvvetleri arasında süregelen eğitim, enformasyon paylaşımı ve bölgedeki kapsamlı güvenlik ortamının geliştirilmesi konularındaki işbirliğini ilerletmeyi de tartışmaktadırlar.

Muhyiddîn Ahmed, Hindistan ile böylesi bir ordular arası işbirliğinin Bangladeş için tehlike teşkil ettiğini söyledi. Nitekim Hindistan, Müslümanlara ve Bangladeş halkına düşmanlığını açıkça göstermiş muhârip bir devlettir. Hindistan'ın Müslümanlara ve Bangladeş halkına karşı işlediği sayısız saldırgan eylemleri vardır. Örneğin; yıllarca Bangladeş halkından binlercesini katleden sınır güvenlik güçleri, Farraka felâketi ile Tippaymuh felâketi, Çittagong Tepeleri bölgesindeki isyancı gruplara yardım etmek ve benzerleri gibi. Böyle bir muhârip devlet ile askerî işbirliği yapmak, açıkçası Bangladeş Ordusu'nu ağır bir hasara uğratacaktır.

Dahası muhârip Müşrik ve Kâfir devlet ile herhangi bir ortak askerî eğitim yapmaları, ortak askerî operasyon düzenlemeleri, ikili savunma paktı oluşturmaları, askerî ittifak kurmaları ve benzerleri Müslümanlara haram kılınmıştır. Zîra Nebî Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur: لاَ تَسْتَضِيئُوا بِنَارِ الْمُشْرِكِينَ "Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın." Buradaki ateş, kuvvete kinayedir. Yine şöyle buyurmuştur:  فَإنَّا لاَ نَسْتَعِينُ بِالْمُشْرِكِينَ "Muhakkak ki bizler Müşriklerden yardım istemeyiz."

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Medya organları, Türk Hükümeti'nin, Irak Kürdistanı da dâhil Irak'ın işgâlcisi Birleşik Devletler'den, Kuzey Irak'ta [Irak Kürdistanı'nda] askerî operasyonunu yapmak üzere muvâfakat aldığını bildirdiler. Bu hususu, Türk ve Amerikan resmî kaynakları da teyit ettiler. İşgâl altındaki Irak'ın ve bu cümleden Kürdistan'ın güvenliği Birleşik Devletler'in sorumluluğu altında olduğu halde, Türkiye'nin oraya askerî operasyon başlatmasına izin vermiştir. O halde bu, Amerika'nın Irak Kürdistanı'nı, Amerika için Irak Kürdistanı'ndan daha büyük ehemmiyete sahip Türkiye'deki maslahatları uğrunda "sattığı" anlamına gelir mi?

 

Cevap: Irak'ın Amerikan işgali altında olduğu, Irak'a yönelik hâricî bir saldırının, bazı bakımlardan Amerika'ya "saldırı" olacağı ve buna göre Amerika'nın âdeten, Amerikan işgâli altında olduğu sürece herhangi bir devletin Irak'a savaş açmasına izin vermeyeceği doğrudur.

Kezâ Türkiye'nin Amerika için çok önemli olduğu da doğrudur. Lâkin ehemmiyet dereceleri değişse de, Irak ve "Kürdistanı" da Amerika için bir o kadar önemlidir. Ancak "Amerika'nın Irak Kürdistanı'nı, Türkiye'deki maslahatları uğrunda sattığı" sözü doğru değildir. Zîra Amerika'nın Türkiye'deki maslahatları Adalet ve Kalkınma Partisi [AKP] tarafından güvence altına alınıyorken, Irak'taki ve Kürdistanı'ndaki maslahatları da öyledir. Çünkü Irak Hükümeti, bir Amerikan ürünüdür...

Amerika'nın Türk Hükümeti'ne Kuzey Irak'a askerî operasyonu için izin vermesine gelince; bu, söz konusu maslahatların her iki beldede de, Türkiye'de ve Irak'ta sabitleştirilmesidir, birinin öteki karşılığında satılması değildir. Nasıl mı? Aşağıdaki gibi:

1.     Amerika'nın Suriye'yi korumak üzere Türkiye ile tertip ettiği meşhur anlaşma uyarınca, Amerika'nın Abdullah Öcalan'dan vazgeçip onu Türk yetkililerine teslim etmesinden bu yana ve AKP'nin Türkiye'de iktidara gelmesinden sonra, Amerikan stratejisi, dolayısıyla AKP'nin stratejisi, Kürt meselesini siyâsî bir mesele olarak değerlendirmek haline geldi... Türk Hükümeti yetkililerinin Türkiye'nin Kürt bölgelerine yönelik temasları ve ziyâretleri başladı. Bunu, medya organlarında Kürt dili ile programlar yapılmasına ilişkin kültürel münâzaralar... izledi.

2.     İngiliz yanlısı üst düzey ordu komutanları ise Kürt meselesini; Erdoğan Hükümeti'nin ve dolayısıyla Amerika'nın Türkiye'deki nüfûzunun Ordudaki İngilizci laiklerin nüfûzu aleyhine ağırlaştığını mülâhaza ettikleri zamanlarda, AKP Hükümeti karşısında müşküller çıkarmak için istismar ettikleri bir güvenlik meselesi olarak değerlendirmeyi sürdürdüler.

3.     AKP Hükümeti'nden ve Türkiye'deki Amerikan nüfûzunun artmasından evvel, Ordu içerisindeki İngilizci Kemalistler, Türkiye'deki İngilizci Kemalist çizginin dışına çıktığını gördükleri herhangi bir Türk hükümetine karşı darbe yapabiliyordu... Ordunun geçen asrın ikinci yarısında peş peşe yaptığı darbeler mâlum ve meşhurdur.

4.     AKP Hükümeti, açık ve görünür biçimde Amerika yanlısı olduğu, Milli Güvenlik Kurulu'na, Anayasa Mahkemesi'ne... yönelik yaptığı anayasal değişiklikler... Cumhurbaşkanlığı seçimi ve benzer yollarla Ordudaki Kemalistlerin nüfûzunu "kırpmaya" kalktığı halde, bütün bunlara rağmen Ordu, Amerika'nın Türkiye'de üzerinde yoğunlaştığı ve AKP Hükümeti'nin hakkında yaygara kopardığı sivil (demokratik) iktidar atmosferleri ve kezâ Hükümet'in Avrupa Birliği güçlerine, birliğe katılımını kolaylaştırmak için yönelimi... nedeniyle darbe yapmaya güç yetiremedi. Bütün bunlar Orduyu, nihâî olarak olmasa da, en azından görünür gelecekte darbe yapma imkânından uzaklaştırdı.

5.     Bunun içindir ki Ordu, Kürt meselesini, bilhassa Kuzey Irak'taki kamplarında bulunan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) kanadını askerî güvenlik açısından istismar etmeye kast etti. Bu kanat, Türkiye'deki Kürtlerin meselesinin çözümü için, öteki kanadın üzerinde çalıştığı siyâsî eylemin yanı sıra askerî eylemi de benimsemektedir. Kuzey Irak'taki PKK kanadının, İngiliz arka plânına sahip ve dolayısıyla farklı maksatlarla olsa bile, meselenin askerî güvenlik açısından tahrik edilmesi yönüyle Ordudaki İngilizci Laikler ile buluşan Barzani ile irtibatı vardır. Öte yandan Talabani ve partisi ise Amerika yanlısıdır. Bu nedenle PKK kanadı, Barzani bölgesi ile çakışan kuzey bölgelerinde mevcuttur, Talabani bölgelerinde değil. İşte Ordu, Irak işgâlcisi Birleşik Devletler ile birlikte AKP Hükümeti'ni sıkıntıya sokmak için buna kast ediyordu. Dolayısıyla Ordunun Irak'ta [Kürdistan'da] bulunan PKK'ya karşı askerî eyleme girişmesi, Amerika'nın AKP Hükümeti ile alâkasını etkileyecek, askerî müdâhalenin genişliği ne kadar artarsa, Türk-Amerikan ilişkilerinin seyreltisi o kadar artacak, yani bu da AKP Hükümeti'ni zayıflatacak ve onu çıkmaza sokacaktır.

6.     O nedenle Ordu komutanlarından olan İngilizci Laikler, bu minvâlde sahneyi hazırlamaya başlayıp [geçen senenin sonlarında olduğu gibi] gerekli koruma sağlanmaksızın yaya veya hafif silahlı devriye birlikleri, PKK'nın Irak'taki mevzilerine yakın sıcak sınır mevkilerinin yakınlarına gönderdiler. Bu da birçok Türk askerinin katledilmesine ve esir alınmasına yol açtı... Sonra Ordunun medyadaki tellalları, meydana gelenleri "şişirip" bunun Orduya bir hakâret olduğunu ve PKK kamplarını vurmak için Kuzey Irak'a geniş çaplı bir askerî operasyon yapılması gerektiğini söylemeye... Irak'taki PKK kalelerine askerî bir saldırıyı destekleyici bir kamuoyu oluşturacak şekilde AKP Hükümeti'ni askerlerin kanına ve esir alınmalarına hiçbir değer vermediği ithamını neredeyse açık bir îmâ ile söylenmeye, sonra Hükümet'in savsaklamasını eleştirmeye başladılar.

7.     Hükümet konuyu ağırdan aldı... Sonra ister uydurma olsun, ister gerçek olsun, bazı farklı bölgelerde PKK savaşçılarının üzerine atılan olayların yanı sıra katledilen ve esir alınan askerler konusundaki yaygaraların artması... bütün bunlar Hükümet'i harekete geçirdi ve Meclis'e bir tezkere sunup onaylattı. Tezkere metninde, askerî operasyonun, Hükümet'in münâsip göreceği bir vakitte yapılacağı ifade ediliyordu. İşte bu, nihâyet olmasa da bir "soluklanma" idi. Çünkü bu tezkere, operasyon için vakit belirlememiş, aksine Hükümet'in münâsip göreceği bir vakte bırakmıştı.

8.     Ordudaki İngilizci Laikler, Amerikalıların işgâl ettiği Irak Kürdistanı'na yönelik geniş çaplı bir askerî operasyon yapılmasının; Hükümet'in, Ordunun Irak'a sokulmasına muvâfakat vermesi halinde Amerika ile sıcak bir kriz yaşamasına neden olacağını, Amerika ile çatışma yaşanmaması için Ordunun Irak'a sokulmasına muvâfakat vermemesi halinde ise Hükümet'in, askerlerin kanlarının intikâmını almadığından dolayı Türk kamuoyu önünde sıcak bir kriz yaşayacağını düşünüyorlardı. Kendilerini İngilizci Kemalizm'in koruyucuları addeden İngiliz yanlısı Ordu komutanları, her iki durumda da AKP Hükümeti'nin sıcak kriz yaşayacağını öngörüyorlardı.

9.     Ne var ki Erdoğan'ın Amerika'ya yaptığı son ziyâret ve ardı sıra Ankara'da ve Bağdat'taki Amerikan kuvvetleri karargâhında yapılan siyâsî görüşmeler sonucunda Amerika'nın Türk Hükümeti'ne; "haksızlığa" razı olmadığını ve askerlerinin kanının yerde kalmasını kabul etmediğini (!) gösterecek, aynı zamanda İngiliz yanlısı Ordu komutanlarının plânına son vermek [soluklandırmak] üzere çalışmasını sağlayacak şekilde zamanı ve mekânı sınırlı bir askerî operasyon düzenleme izni vermesine dair bir anlaşmaya varıldı.

10.    İşte böylece Amerika'nın, Talabani'nin ve el-Mâlikî'nin desteklediği, Kuzey Irak'taki Barzani Hükümeti'nin yakındığı ve Avrupa'nın çekimser bir biçimde eleştirdiği bu operasyon başladı.

11.    Şu halde beklenti şöyledir: Ordu yönünden: Ordu, Kürdistan [Barzani] Hükümeti ile çarpışmak ve dolayısıyla karmaşık gidişâtı geri getirmek, Türk Hükümeti'ni Amerika ile çıkmaza sokmak... meseleye yönelik Avrupa müdâhalesini aktifleştirmek... üzere operasyonun çapını genişletmeye uğraşacak, bu da AKP Hükümeti için şiddetli bir sarsıntı ile sonuçlanacaktır. Diğer yönden: Amerika; AKP Hükümeti ve Irak'taki destekleyici taraflar ile birlikte, bu operasyonun zaman ve mekân bakımından sınırlandırılması üzerinde çalışacak... ardından hedeflerin gerçekleştirildiği ve geri çekileceği îlân edilecek ve dolayısıyla AKP Hükümeti, kendi hanesine bir puan daha ekleyecektir.

12.    Râcih olan; operasyonun sınırlılığı ve genişleyememesi üzerindeki belirleyici faktörlerin daha güçlü oluşudur ki bunlar; Amerika, AKP Hükümeti ve Irak'taki bazı destekleyici taraflardır. Ayrıca önemli dördüncü bir faktör daha vardır. Bununla da gerek genişlemeyi engelleyebilecek yoğun kar yağışı ve benzeri çetin kış koşullarını, gerekse Türk Ordusu'nun kayıplara uğramasına neden olabilecek jeolojik ve dağlık arazi koşullarını kastediyorum. Açıktır ki bu faktörler, operasyonun sınırlı bir mekân ve sınırlı bir zaman içerisine kısıtlanmasına daha fazla etki edecektir. Yine AKP Hükümeti'nin bu operasyon yoluyla hanesine bir puan daha eklemesi de mümkündür. Ancak şu iki durum müstesna: Birincisi; İşlerin çığırından çıkıp savaşın zaman ve mekân açısından uzaması durumunda ve ikincisi; dikkat çekici sayıda Türk askerinin katledilmesi durumunda. Bu iki durumda, AKP Hükümeti'ni çıkmaza sokacak bir kriz meydana gelecektir. Bu sebeple dedik ki "râcih olan" budur. Çünkü bu iki durumun meydana gelme ihtimâli, râcih olmasa da, mümkün bir ihtimâl olarak durmaktadır.

Velhâsıl; Amerika, Türkiye'ye Irak Kürdistanı'ndaki PKK'ya karşı askerî operasyonunu düzenleme izni vermekle, ne Kürdistan'dan, ne de Türkiye'den vazgeçmiş olmaktadır. Aksine hem Türkiye'deki maslahatlarını, hem de Irak'taki ve Irak Kürdistanı'ndaki maslahatlarını korumak maksadıyla izin vermiştir.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Demokrasi ile İnsanlar, Arazi Mafyasından Kaçarken Vurgunculara Tutuluyor

Demokratik sistemde seçimler, gerçekte bir avuç yönetici elit arasında oynanan bir köşe kapmaca oyunudur. Bu tür seçimler tekrar tekrar kanıtlamıştır ki bu sistem içerisinde köklü değişim imkânı yoktur. Nitekim demokrasi insanları arazi mafyasından kurtarıp iki dönemdir denenmekte olan vurguncuların kucağına atmıştır. Bunun için insanların kayda değer bir çoğunluğu oy kullanmamıştır ki bu, demokrasi yoluyla köklü ve gerçek değişimin gerçekleşeceğine dair hiçbir ümitlerinin kalmadığına işârettir. Butto'nun Pakistan Halk Partisi (PPP) ve Şerîf'in Pakistan Müslüman Birliği (PML-N), önceki iktidar dönemlerinde, kendi halklarının çıkarlarından ziyâde Sömürgecilerin çıkarlarını güvence altına almış partilerdir. Ve bugün, bu partiler henüz iktidarı üstlenmedikleri halde, Amerika'nın İslâm'a karşı savaşına destek sözü verdiklerini ilan etmiş durumdadırlar. Yine açıktır ki bu liderler, Müşerref ve Amerika ile anlaşmalar yaptıktan sonra Pakistan'a adım atma cüreti göstermişlerdir. Dolayısıyla Amerika ile Müşerref'in gözleri içine ürkekçe bakarak gelenlere ümit beslemek, tek kelimeyle siyâsî saflıktır.

Dahası, oy veren az bir halk kitlesi bile, ağırlıklı olarak Amerika'ya boyunduruğa karşı çıktıkları için oy vermişlerdir. Yazıktır ki bu siyâsî iktidar paylaşımı sonrasında atılan oylar, Amerika'nın çıkarlarına hizmet uğrunda kullanılacaktır. Bu nedenle, bir koalisyon hükümeti kurulması halinde Navaz'ın "Amerikan karşıtlığı" argümanı, Halk Partisi'nce de paylaşılıp sözde teröre karşı savaşta kullanılacaktır. İşte demokrasinin realitesi budur! Sömürgeci seçim tiyatrosu, Sömürgecinin çıkarlarını temin etmek üzere sözde halkın temsilcileri olmalarına izin verilenlerce oynanacak, insanlar sıradan izleyiciler olmaktan öte geçmeyecektir. Bu "demokratik oyunu" ebediyen bozmak üzere Hilâfet'in ikâmesi olmazsa olmazdır. İşte o zaman, Sömürgeci çıkarları güvence altına alan kânunlara açılan tüm kapılar kapanacak, çünkü ülkenin kânunları kayıtsız-şartsız Allahu Te'alâ'nın hükümleri olacaktır.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Harçlar, Vergiler ve Haram İhtikâr Yoluyla Fiyatları Yükselten Bizzat Devlettir

50 kiloluk bir çuval unun fiyatı, %23 artarak 90 Cüneyh'ten 117 Cüneyh'e yükseldi. Böylece bir ton unun ekmek fırınlarına teslim fiyatı 2.340 Cüneyh olacak, bu da insanların temel besin maddesi olan ekmeğe yansıyacaktır. Buna bir de öteki temel gıda maddelerine yapılan zam da denk gelince, hayat daha da sıkıntılı bir hale gelmiştir. Devlet ise bu zamlara gerekçe olarak dünya piyasalarında buğdayın ton fiyatının 700 Dolar'a yükselmesini gösterdi. Bu vakıa hakkında aşağıdaki hususları açıklama gereği duyuyoruz:

Birincisi: Dünya piyasalarında buğdayın, "Mart 2008 teslim" ton fiyatı 470 Dolar'dır, devletin belirttiği gibi 700 Dolar değildir.

İkincisi: Buğdayın fiyatını yükselten; devletin buğdaya koyduğu masraflar, harçlar, vergiler ve gümrük giderleridir. Mevcut gelir vergileri, özel harçlar, üretim, stok ve liman engelleri, damga vergisi, katma değer vergisi, gümrük gelirleri ve benzeri pek çok masraf ve vergi, maliyeti daha da artırmaktadır. Öyle ki bütün bunların toplamı, bir ton buğdayın gerçek fiyatına %90'ı aşan bir yük getirmektedir. Nitekim buğdayın dünya çapında ton fiyatı 968,2 Cüneyh'tir, buna 110 Cüneyh nakliye bedeli eklendiğinde, bir ton buğdayın un fabrikalarına teslim fiyatı 1.078,2 Cüneyh olmaktadır, ama ekmek fırınlarına 2.340 Cüneyh'ten satılmaktadır ki bu, un fabrikalarının kendi kârlarını almalarından sonra devletin ton başına yaklaşık 1.000 Cüneyh (!) aldığı anlamına gelmektedir.

İşte mallardan ve hizmetlerden alınan tüm bu vergiler, harçlar ve masraflar, fiyatların yükselmesine doğrudan etki etmektedir ki bu, Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavlinden ötürü şer'an haramdırمَنْ دَخَلَ فِي شَيْءٍ مِنْ أًَََسْعَارِ الْمُسْلِمِين لِيَغْلِيهِ عَلَيْهِمْ كَانَ حَقاً عَلَى اللهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى أَنْ يَقْعَدَهُ بِعُظْمٍ مِنَ النَّارِ يَوْمِ الْقِيَامَة "Her kim Müslümanların fiyatlarından bir şeyde onlara pahalılaştırmak için müdâhalede bulunursa, Kıyâmet Günü'nde ateşten kemikler üzerine oturtması Allah Tebârake ve Te'alâ üzerine bir haktır."

Ayrıca devletin tebâsına yönelik mallardan ve hizmetlerden aldığı gümrük vergileri de Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavlinden ötürü şer'an haramdır:  لاَ يَدْخُلُ الْجَنّةَ صَاحِبُ مَكْسٍ "Meks sahibi Cennet'e giremez." Meks ise gümrük vergisidir.

Yine devlet, halkın temel gıda maddelerini belirli sektörlerin tekeline terk etmektedir ki bu da Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavlinden ötürü haramdır:  لاَ يَحْتَكِرُ إلاّ خَاطِئ "Hatâen olmadıkça ihtikâr yapılmaz." Yine İbn-ul Museyyeb yoluyla şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:  المُحْتَكِرُ مَلْعُون، وَالجَالِبُ مَرْزُوق "Muhtekir (ihtikâr yapan, stokçu) melundur (lânetlenir), câlib (ihtikâr yapmayan) merzuktur (rızıklandırılır)."

Ziraata elverişli 200 milyon feddândan [Mısır, Sudan ve Suriye'de kullanılan ve 4047 m2''ye eşdeğer bir arazi ölçü birimidir.] daha geniş arazilere ve dünyanın en büyük nehirlerinden birinin yanı sıra 85'ten fazla akarsuya sahip olduğumuz halde yıllık ihtiyacımız olduğu söylenen 2 milyon ton buğdayı temin etmekten âciz kalmamız ve gıda güvenliğimizin başlıca düşmanları olan Amerika'ya, Kanada'ya ve Avustralya'ya rehin bırakılmamız bir utanç değil midir?

Gerçek şu ki bizleri güçlü kılacak şey, ne sahip olduğumuz imkânlar ve mallardır, ne enerji ve tarım uzmanlarıdır, ne de Sudan'ın dünyanın en büyük tahıl ambarı haline getirmektir. Aksine muhtaç olduğumuz kudret; esâsı üzere insanların siyâset edileceği dosdoğru ve adâletli bir siyâsî fikirdir. Bu da ancak İslâm'ın devlete dayalı muazzam metodundan başkasıyla varlık bulamaz. İşte o devlet, ancak ve sadece İslâmî Akîde'yi hayatın esâsı, helâli ve harâmı da amellerin ölçüsü haline getirecek, Allah'ın kullarına adâlet ve ihsân ile muâmele edecek, Allahu Te'alâ'yı râzı etmeyi hayatın gâyesi haline getirecek olan gerçek gözetim devleti, Râşidî Hilâfet Devleti'dir. Allah [Azze ve Celle] şöyle buyurmaktadır:  فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلا يَضِلُّ وَلا يَشْقَى وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضنكاً "Her kim benim hidayetime uyarsa o asla sapmaz ve bedbaht olmaz. Her kim de Zikrimden (Dînimden) yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olur." [Tâ-hâ 124-125]

Devamını oku...

Siyâsî Soruların Cevapları

Birincisi: 272 sandalyeli Ulusal Meclis'in 222'sine yönelik oyların sayılması ardından dün açıklanan Pakistan seçimlerinin ilk sonuçlarına göre, Benâzir Butto'nun Pakistan Halk Partisi 73 sandalye kazanırken Navâz Şerîf'in Pakistan Müslüman Birliği (PML-N) Partisi 63 sandalye kazandı. Müşerref'i destekleyen iktidardaki Pakistan Müslüman Birliği (PML-Q) Partisi ise yalnızca 29 sandalye kazanabildi... Bu tablo kesin sonuçları aşağı-yukarı netleştirmektedir... Bu da Müşerref'e verilen desteğin ne kadar gerilediğinin açıklığa kavuşması için yeterlidir. O halde bu, Butto'nun partisi yoluyla İngiliz nüfûzunun Pakistan'a geri dönüşüne karşılık Pakistan'daki Amerikan nüfûzunun hüsran derecesinde gerilediği anlamına gelir mi?

Cevap: Bu soruya cevap vermek için aşağıdaki hususları zikretmek kaçınılmazdır:

1.   Açıktır ki Müşerref, kendisini Amerika'nın kucağına atmasından, Afganistan'a karşı savaşta onu desteklemesinden, Pakistan'daki atmosferleri Afganistan'a saldırısının hareket noktası olması yönünde hazırlamasından... sonra kabileler bölgesinde ve Afganistan'a sınır bölgelerde katliamlar işlemesinden, ardından Lâl Mescid katliamını gerçekleştirmesinden... bunları müteâkiben Swat'ta ve diğer yerlerde işlediği kanlı hâdiselerden... beri Müslümanlar önündeki popülaritesini zaten kaybetmiştir.

2.   Onun için Amerika, Müşerref'in laik hareketlerce desteklenmesinin kaçınılmaz olduğunu gördü. Böylece İngiltere ile ve dolayısıyla yıllardır İngiltere'de "sürgün" yaşayan, İngiltere ile birlikte hareket eden ve dolayısıyla partisi içerisindeki İngiliz etkisi iyice güçlenen Benâzir Butto ile Müşerref arasında bir anlaşma yaptı ki bu anlaşma, Butto'ya yöneltilen yolsuzluk suçlamalarının kaldırılmasını, Pakistan'a "aklanmış" olarak dönmesini, buna mukâbil partisinin de Müşerref'in, önceki parlamentonun seçici heyetine göre, yani mevcut parlamento seçimlerinden önce Cumhurbaşkanı'nın seçilmesinin önünü açmasını, sonra da Butto'nun Başbakan olmasını gerektiriyordu... Yani otorite paylaşılacaktı: Cumhurbaşkanlığı Müşerref'e, Başbakanlık da Butto'ya. Amerika, kendi maslahatlarının bir garantisi olarak Müşerref'in iktidardaki bekâsını korumak için buna mecbur kalmış, İngiltere yani Butto lehine kısmen taviz vermeyi kabul etmişti. Çünkü Amerika, Pakistan'daki Müslümanların aleyhteki halkçı kampanyasına bakarak, Müşerref'in başarısızlığa uğramasıyla nüfûzunun tamamı olmasa da çoğunu kaybetmekten korkuyordu.

Böylece işler, anlaşma uyarınca ilerledi. Butto geri döndü ve Müşerref, Pakistan Halk Partisi'nin, seçilmesi aleyhindeki tavrından vazgeçmesi üzerine Cumhurbaşkanı seçildi... ve Butto, titizlikle plânlanmış kampanyaları çerçevesinde Pakistan'ı dolaşmaya başladı.

3.   Ancak Butto, insanların Müşerref'ten nefretinin boyutunu mülâhaza etti. Bunun üzerine İngiliz usûlünce bu noktayı istismâr etti. Coşmaya başladı ve kampanyasını, anlaşma sınırlarında tutmayıp Müşerref'i düşürmek için yoğunlaştırdı. Bunda, Amerika'yı ve dolayısıyla Müşerref'i endişelendirecek kadar başarılı oldu... Sonra Butto suikasta uğradı... Bununla birlikte Halk Partisi'nin popülaritesi azalacağına arttı. Sırf kendi taraftarlarını değil, neredeyse tüm Müşerref muhâliflerini yanına çekecekti, Halk Partisi'ne duyulan sempatinden dolayı değil, Müşerref'e duyulan nefretten dolayı.

4.   Bu da Amerika için tehlike çanlarının çalması idi. Zîra Butto'nun, sırf çoğunluğu kazanmakla kalmayıp üçte iki çoğunluğa ulaşarak oyları silip süpürmesinden korkmuştu ki bu da Müşerref'in ve dolayısıyla Amerikan nüfuzunun sökülmesine ve İngiliz nüfûzunun geri dönüşüne imkân tanıyacak, bu yalnızca mümkün değil, kolay da olacaktı. İşte o zaman Navâz Şerîf'in Pakistan'a geri dönmesine ve partisinin seçimlere katılmasına izin verilmesini, Müşerref'e muhâlif bir görüntüye bürünmesini ve dolayısıyla Müşerref muhâliflerinin bir kısmını yanına çekmesini, böylelikle tüm muhâlif oyların Butto'nun partisine gitmesine engel olmasını kararlaştırdı.

5.   Muhakkak ki Navâz Şerîf, Amerika'nın eski uşaklarındandır. Geçen asrın sonlarında (1999'da) Hindistan'da iktidarda bulunan Amerikan yanlısı Vajpayi liderliğindeki Baharatiya Cenata Partisi'ne ağır bir darbe vuran Kargil Tepeleri'nin ele geçirilmesi hususunda, Pakistan Ordusu'nun Keşmirli mücâhidlere yardım etmesini Başbakan olduğu halde engelleyememesinden dolayı Amerika ona çok öfkelenmişti.

Nitekim Amerika, yoğun uğraşlar sonrasında Vajpayi'nin bağlılığını kazanmıştı. Çünkü İngiliz yanlısı Kongre Partisi, senelerdir Hindistan'daki iktidarı elinde tutuyordu. Amerikan yanlısı Vajpayi iktidara gelince Amerika, Hindistan'daki iktidarın on yıllardır Kongre Partisi tekelinde kalmasından sonra Hindistan'a nüfûzunu sokup pekişmeyi [ya da en azından İngiltere'ye ortak olmayı] umarak askerî, iktisâdî ve güvenlik açılarından Vajpayi'yi destekledi.

Keşmirli mücâhidlerin Pakistan Ordusu'nun desteğiyle Kargil Tepeleri'ni ele geçirmesi ise, Vajpayi iktidarı için bir hezîmet, dahası bir musîbet oldu... Böylelikle Amerika, Navâz Şerîf'e öfkelendi, sonra Müşerref'in darbe hareketi ile devirdi, ardından da Pakistan Ordusu'nu ve Keşmirli mücâhidleri Kargil Tepeleri'nden geri çekti.

Navâz Şerîf yaklaşık sekiz sene boyunca Pakistan'dan "sürgün" halde kaldı. Amerika, uslandırıcı bir ceza olarak onun geri dönüşünü kabul etmedi, tâ ki Butto'nun partisinin popülaritesi yükselinceye, anlaşma şartlarını ihlâl edinceye, dolayısıyla hem tek başına hükümeti kurmasına, hem de tek başına oyunun kurallarını değiştirmesine imkân tanıyacak şekilde oyların üçte ikisini yada en azından çoğunluğunu kazanacağı beklentisi doğuncaya kadar... İşte o zaman, Butto ile uyumlu açıklamalarında Müşerref'e muhâlif göstererek Navâz Şerîf'e ve Pakistan'a geri getirilmesine "râzı oldu." Öyle ki partisinin aday göstermesini destekledikleri halde şahsen adaylık yasağını kaldırmayarak onu Butto'dan bile daha muhâlif gösterdiler.

6.   Ardından bu havada seçimler gerçekleştirildi. Böylece Butto'nun partisi ile Navâz'ın partisi, Müşerref muhâlifi oyları paylaştılar. İlk sonuçlar, Butto'nun partisinin ne üçte ikiyi, ne de çoğunluğu elde edebildiğini, aksine koalisyon hükümetine mecbur kaldığını gösterdi.

7.   Bütün bu geçenlerden açığa çıkmaktadır ki Amerika'nın kefesi hâlen ağır basmaktadır:

a.   Müşerref, Cumhurbaşkanıdır ve Başbakan'ın yetkileri pahasına Cumhurbaşkanı'na bazı fiilî yetkiler veren anayasal değişikler yapmıştır.

b.   Navâz Şerîf'in partisi, [yaklaşık Butto'nun partisi kadar] etkin sandalye sayısına sahiptir ve Butto'nun partisi, ister onunla, isterse Müşerref yanlısı PML-Q Partisi ile, isterse hatta bağımsızlar ve diğer azınlıklar ile koalisyon hükümeti kursun, onun etkisini yadsıyamaz... Gerçek şu ki Butto'nun partisi kendisini, bütün hallerde faal Amerikan güçleri ile kuşatılmış bulacaktır.

c.   Ayrıca Butto'nun partisi, partisel bir "topluluktur", sınırlandırılmış sâbit ilkelere sahip partisel bir "kitleleşme" değildir. Onun içindir ki bağlılığının değişmesi kolaydır. Meselâ; geçmişte bu parti, bağlılığında değişim geçirmiş, Butto'nun İngiltere'ye sürgününden evvel Amerika'ya yakın iken, orada geçirdiği yıllarda İngiltere onun bağlılığını kazanmıştır... Bu nedenle değişime mâruz bir partidir.

8.   Bütün bu geçenlerden açığa çıkmaktadır ki Amerika'nın Pakistan'daki nüfûzu sürmektedir. İngiltere de orada olsa olsa, Pakistan'da "burnunu sokabileceği" şöyle böyle bir delik bulmuş olur. Bu da Amerika ile İngiltere arasındaki siyâsî çatışmayı, kısmen perde arkasından döndürecektir: Amerika'nın Butto'nun partisine etki etmesi yada İngiltere'nin Pakistan'da "burnunu soktuğu" deliği genişletmesi...

9.   Velhâsıl; Pakistan'daki Amerikan nüfûzunun, seçim sonuçları sebebiyle hüsran derecesinde gerilediği söylenemez, bu nüfûzun harâret derecesi kısmen düşmüş olsa da...

 

İkincisi: Kosova dün bağımsızlığını ilan etti ve Birleşik Devletler peşi sıra onu tanımaya koştu. Bilindiği gibi bu bağımsızlığın ardında Amerika vardır. O halde bu, Bush yönetiminin, Irak'ta ve Afganistan'da süregelen düşmanlığı sonucu meydana gelen cürümleri sonrasında Ortadoğu'daki Müslümanlar nezdindeki konumunu düzeltmek üzere Kosova Müslümanlarına yardım etmek istediği anlamına gelir mi?

Cevap:

1.   Birleşik Devletler, Kosova'nın bağımsızlığını ne İslâm için, ne de Müslümanlar için desteklemiştir. Onun nezdinde böyle bir düşünce, uzaktan-yakından asla yoktur.

Mesele, Sırbistan ile ilgilidir. Nitekim Sırbistan, nüfûzunu Balkanlara yaymak isteyen Amerika'nın boğazına bir kılçık olarak takılmıştır. Zîra Amerika'nın Balkanlar'daki varlığı, faal bir şekilde bölgeye etki ve tahakküm etmesini sağlayacaktır. Balkanlar; Rusya ve Orta Asya kapısı olduğu gibi, Balkanlar'da ve Doğu Avrupa'da bulunan, Amerika'nın deyimiyle "Yeni Avrupa"nın da kapısıdır. Dolayısıyla bu tahakküm, siyâsî, iktisâdî, güvenlik, hatta askerî bakımlardan Amerikan maslahatlarına hizmet edecektir.

Sırbistan ise bu durum önünde, sert [yada en azından sıkıcı] bir engel olmuştur. Bu nedenle Amerika, Sırbistan'ı zayıflatmaya önem vermiştir. Dolayısıyla hem Karadağ'ın Sırbistan ile olan birlikteliğinden ayrılmasının ardında, hem NATO'nun Kosova ve doğrudan Sırbistan'da Sırp Ordusu'na saldırmasının ardında, hem de Kosova'nın ayrılması projelerinin ardında olmuştur.

2.   Kosova'nın bağımsızlığı, gerçekte devletlerin bildik bağımsızlık türünden değildir. Zîra bu, Kosova'yı Birleşmiş Milletler adıyla devletlerarası vesâyet altında, ancak fiiliyatta Kosova Devlet Başkanı'na, Başbakanı'na ve Hükümeti'nin tümüne... tahakküm eden Amerika'nın vesâyeti altında bırakan devletlerarası karara göredir.

3.   Bunun sanki Müslümanlara bir yardım ve onları kurtarmakmış gibi gösterilmesine gelince; bu, Sırp Hükümeti'nin Kosova Müslümanlarına karşı işlediği vahşi cürümlerin en çirkinidir. Nitekim orada öyle katliamlar işlendi ki Kosova'daki Müslümanlar, NATO'yu ve bilhassa Amerika'yı kurtarıcıları olarak bekler oldular. Kutlamalarda görülen de buydu zaten. Kutlamalarda açılan Amerikan bayrakları, neredeyse "bağımsız" Kosova bayrakları kadar vardı, Amerikan bayrakları daha fazla olmasa da!

Hülâsası şu ki Amerika, Rusya yanlısı Sırbistan'ı zayıflatmak üzere Kosova konusunda yoğun uğraşlar verdi. Bu da Balkanlar'ın bütünüyle Amerikan kalelerinden bir kale haline engelsiz bir şekilde gelmesi içindir. Dolayısıyla bu, ne Müslümanlara yardım etmek, ne de Ortadoğu'daki Müslümanlar nezdinde Amerika'nın konumunu düzeltmek içindir. Kaldı ki Amerika'nın Müslümanların beldelerindeki cürümleri artan bir tırmanıştadır.

İster Amerikalı, ister İngiliz, ister Yahudi, ister Rus, ister Sırp, isterse Hindu... mücrimler olsun, ister Afganistan'da, ister Irak'ta, ister Filistin'de, ister Çeçenistan'da, ister Kosova'da, ister Bosna Hersek'te, isterse Keşmir'de olsun, Müslümanlara yardım etmek ve onları Kâfirlerin cürümlerinden kurtarmak Kâfirlerin işi değildir. Çünkü Küfür tek millettir. Müslümanlara yardım etmek ve onları kurtarmak ancak, Râşidî Hilâfet Devleti gölgesinde, Halîfelerinin liderliğinde sâdık ve mücâhid Müslümanların işidir.

Yürekleri burkan şey şu ki kendilerine yardım edecek dosdoğru Müslüman bir yöneticileri olmadığı halde Müslümanların beldelerinde işlenen bu vahşî cürümler öyle alçaltıcı bir hadde vardı ki kurtuluşları için Kâfirlerden medet umar oldular!

 

Üçüncüsü: Bush, beş Afrika ülkesine bir ziyâret düzenlemektedir. Bunlar; Benin, Ruanda, Tanzanya, Liberya ve Gana'dır. O halde bu, Amerika'nın bu ziyâretler çerçevesinde Afrika'da Avrupa'ya karşı "sıcak" bir siyâsî hamle başlattığı anlamına gelir mi?

Cevap: Durum böyle değildir. Zîra Bush'un ziyâret ettiği bu beş devlet de, Avrupa ile çatışma olmaksızın Birleşik Devletler'e bağlıdır. Nitekim Bush ziyâret programına, Fransa veya İngiltere yanlısı devletleri koymamıştır. Sırf bu da değil, ziyâret programına, Çad ve Kenya gibi Amerika-Avrupa çekişmesi yaşanan devletleri de koymamıştır... Zîra o bu ziyâretini, istikrarlı bağlılık ile Amerika'ya bağlı olan devletler ile sınırlandırmıştır. Bu demektir ki bu ziyâreti, Avrupa'ya karşı ne sıcak, ne de soğuk bir siyâsî hamle değildir.

Bir yandan böyledir, diğer yandan ise şöyledir: Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'nın seçim yılında olması, dış politika etkinliği bakımından kanatlarını "kırmaktadır" ki bu durumda onu "topal ördek" diye tanımlarlar. Bu tanımlama, başarılı başkan için böyle iken, Bush gibi bir başkan için nasıl olur? Zîra o, "kötürüm" bir ördektir.

Bush'un bu ziyâreti hakkında râcih olan, başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti'yi desteklemek üzere seçime yönelik maksatlar taşıyor olmasıdır. Nitekim Demokrat Parti, kampanyasını Cumhuriyetçi Parti'nin dış politika başarısızlığı üzerine odaklamıştır. Bu nedenle Bush, dış politikada "çirkin olmayan" bir imajı öne çıkarmak üzere "ihtiram" sahibi olduğu devletleri ziyârete kast etmektedir. Nitekim Amerika için "payanda" bulunan bu beş Afrika devletini ziyâret etmektedir, tıpkı işgâl altındaki Filistin ve Abbas Otoritesi ile Körfez devletlerine ... seçime yönelik maksatlarla düzenlediği ziyâret gibi.

Böylesi ziyâretler, âdeten, sıcak karşılama törenleri ve önünde kırmızı halılar serilmesi için olduğu kadar, projelerin ve çözümlerin ikrârı için olmazlar.

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Endonezya'dan Basın Açıklaması إِنَّ الَّذِينَ يُؤْذُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَعَنَهُمُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأَعَدَّ لَهُمْ عَذَابًا مُّهِينًا "Şüphesiz ki Allah'a ve Resulü'ne eziyet verenlere Allah hem dünyada, hem a

Danimarka İstihbârat Teşkilatı'nın Nebîmiz Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakâret eden karikatüristlere yönelik suikast planını boşa çıkardığını iddia etmesinden sonra, onur kırıcı bu karikatürleri 13.02.2008'te hem Danimarka'nın önde gelen 11 medya organı ve Danimarka Televizyonu, hem de en az üç Avrupa gazetesi kin ve nefret dolu aynı karikatürleri yayınladı. Danimarka İstihbârat Teşkilatı Başkanı, Tunus ve Fas asıllı üç Danimarka vatandaşı zanlıyı aklamasına rağmen onlar, ifâde özgürlüğünü savunma gerekçesi ile bu karikatürleri yeniden yayınladılar. Oysa bu karikatürler, Nebîmiz Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e, Müslümanların mukaddesatına ve değerlerine dil uzatmaya yönelik maksatlı teşebbüslerdir. Nitekim bu karikatürler, iki sene önce ilk kez yayınlandığında dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların şiddetli öfkesi ile karşılaşmış, ancak bu durum, bir Norveç gazetesinin yeniden yayınlamasını engelleyemediği gibi, Fransız gazetesi France Soir de aynı cürümü işlemiştir. Şimdi de Müslümanların duygularıyla oynamayı ve öfkelerini kabartmayı umursamaksızın bu maksatlı girişimlere yeniden teşebbüs ediliyor.

Efendimiz Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakâret eden bu karikatürler, gerçekte gerek mukaddesleri, gerek simgeleri, gerekse değerleri hedef alınarak uzun süredir Müslümanlar aleyhinde devam eden plânlı saldırı silsilesinin bir halkasıdır.

-     1988'de Batı'da Selman Ruşdî'nin "Şeytânî Âyetler" (the Satanic Verses) isimli mücrim kitabı yayınlandı. Bu kitap, Kur'ân'ı -hâşâ- şeytânî âyetler olarak tasvir etmekte, içerisinde Rasûl-il Kerîm [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in zevceleri olan mü'minlerin annelerine küstahça saldırılmakta ve [إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ] "İnsanlar için kurulan ilk ev (ma'bed)" [Âl-i İmrân 96] olan Kâbe-i Müşerrefe'ye -hâşâ- fuhuş evi denilmekteydi. Selman Ruşdî, halen İngiliz hükümetinin ve güvenlik birimlerinin koruması altında yaşamaktadır.

-     Yine 1994'te Yahudi Steven Spielberg, Sâlim Ebu Aziz adında bir Müslümanın liderliğini yaptığı "Kızıl Cihad" (Crimson Jihad) adında bir örgütlenmeyi anlatan Gerçek Yalanlar (True Lies) isimli bir film çıkardı.

-     1997 yılında "İsrailli" Yahudi bir kadın, İslâm dinîne ve bu Ümmet'in Nebîsine hakâret edildiği yirmi adet fotoğraf yayınladı. Bunlardan biri, üzerinde Arapça ve İngilizce olarak "Muhammed" yazılı bir Filistin sarığı sarmış bir domuzun fotoğrafıdır. Bir diğerinde de yine bir domuzun toynağına bir kurşun kalem konulmuş halde -hâşâ Kur'ân'ı kastederek- bir kitap yazarken tasvir ediliyordu.

-     2004 yılında Hollandalı Theo van Gogh, Hollandalı Müslümanları öfkelendirecek şekilde Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakâret içerikli 10 dakikalık bir film (Submission) yayınladı. Ayrıca laik ve liberal fikirler ile kirlenmiş bazı Müslümanlar da bu hakâretlere ortak oldular. Nitekim Van Gogh'un bu filminin senaristi, Hollanda Parlamentosu'nun eski milletvekili Somali asıllı bir Müslüman olan Ayan Hırsî Alî idi. Filmde İslâm'ın kadınlara baskı ve zulüm uyguladığı iddia ediliyor, bunun için maruz kaldığı şiddet nedeniyle Allah'a dua eden yarı çıplak bir kadın oyuncu sergileniyordu. Üstelik filmde, bu yarı çıplak kadınlar, sırtlarında Kur'ân âyetleri yazılı olduğu halde gösteriliyordu. [Van Gogh'un 2004'te öldürülmesinden beri Ayan Hırsî Hollanda güvenlik birimlerinin koruması altında yaşamaktadır.]

Bunlar ve benzeri saldırılar, dâima Batılı ülkelerde benimsenmiş, desteklenmiş ve haklı görülmüştür.

Bu hâdise hakkında Hizb-ut Tahrir / Endonezya, Müslümanların dikkatini aşağıdaki hususlara yöneltir: Bu karikatürlerin yeniden yayınlanması kasıtlı eylemlerdir ve bu aşağıdaki tutumlardan ortaya çıkmaktadır:

Birincisi: İslâm, Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in tasvirinin yanı sıra Aleyhi's Salâtu ve's Selâm'a herhangi bir şekilde dil uzatılmasını men eder. Buna rağmen Jyllands-Posten Gazetesi şöyle demektedir: "Gayr-i müslimlerin bu şer'î hükme itaat etmesi gerekmez." Bilakis onların maksadı, Nebîlerine ve İslâmlarına ne kadar bağlı olduklarını görmek üzere Müslümanların nabzını ölçmektir.

İkincisi: Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakâret girişimleri defâlarca yinelenmiş ve her defasında Müslümanların bunlara tepkisi, karşı çıkarak, eleştirerek ve kınayarak şiddetli olmuştur. Ancak bu gazete, iki sene önce dünyanın dört bir yanında şiddetli protestolara neden olan bu karikatürlerin yayınlanması da dâhil, Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakâretlerini sürdürmüştür.

Üçüncüsü: Danimarka Hükümeti, bu hakârete suskun kalmış, hatta özgürlükler gerekçesiyle savunmuştur.

Dördüncüsü: Danimarka halkının %79'nun Başbakan Rasmussen'in Müslümanlardan özür dilmesine gerek olmadığını düşündükleri ve %62'sinin de gazetenin Müslümanlardan özür dilmesi gerekmediğini ifâde ettikleri sonucunu ortaya koyan bir ankete göre bu ısrar Danimarka toplumunda da mevcuttur.

Sözde iddialarına göre bu karikatürlerin yeniden yayınlanması, ifâde özgürlüğünün korunması taahhüdünün bir tezâhürüdür. Ancak bunun vakıası, sadece ifâde özgürlüğü olmayıp Müslümanlara ve İslâm'ın Nebîsi Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e saldırma, küfür ve hakâret etme özgürlüğüdür. Yahudilerin sözde "Holokost" dedikleri toplu katliamı eleştirmeye cesâret edebiliyorlar mı? İnsan hakları fikri ve uygulaması, "ötekiler" yani Müslümanlar aleyhine karşı kesimin çıkarı için istismâr edilerek geçerliliğini yitirmiştir. Fransa'da Müslüman kızların başörtüsü takmaları yasaklanırken geveleyip durdukları o özgürlükler neredeydi? Müslümanlar, kokuşmuş Kapitalizm'e alternatif olarak İslâmî Şeriat'ın tatbikine çağırdıklarında, ne diye aşırılık ve radikalizm ile, köktencilik ve terörizm ile yaftalandılar? Niçin Müslümanlara, kendi beldelerinde arzuladıkları hayat nizâmını tercih etmelerine imkân tanınmıyor?

İslâm'a ve Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e karikatürlerle hakâret girişimleri, liderliğini Amerika'nın, Avrupa'nın ve müttefiklerinin yaptığı sözde terörizme karşı savaşın ayrılmaz bir parçasıdır. Bunun delili, bu karikatürlerin Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'i başı bomba şeklinde bir sarıkla tasvir etmesi, âdeta İslâmî Ümmet'in -hâşâ- o teröristin sülbünden gelen bir ümmet olduğu için savaşılması gerektiğini ifâde ediyordu.

Bu bağlamda Hizb-ut Tahrir / Endonezya aşağıdaki hususları açıklar:

1.   İslâmî Hilâfet Devleti'nde tatbiki vâcip olan şer'î hüküm şudur: Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e küfredilmesi yahut sövülmesi yahut kerîm şahsına hakâret edilmesi yahut herhangi bir şekilde dil uzatılması kesinlikle haramdır. Her kim bunu yaparsa kesinlikle öldürülür. Müslüman olursa idam cezasına çarptırılır ve -İslâmî Devlet'in tebâsından olsa bile- tevbesi kesinlikle kabul edilmez. Meşhur fıkıh kitabı Neyl-ul Evtâr yazarı İmâm Şevkânî bunu beyân etmiş ve mezhep imamlarından İmâm Şafiî ile İmâm Ahmed ibn-u Hanbel'in bunu ikrâr ettiğini bildirmiştir. Fakat Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakâret eden kimse, İslâm Devleti'nde yaşayan zimmet ehlinden biri olursa da öldürülür, tevbe edip İslâm Akîdesi'ne îmân etmesi hali müstesna.

Emîr-ul Mu'minîn Alî [KerramAllahu Vechehu]'dan şöyle rivâyet edildi: أَنَّ يَهُودِيَّةً كَانَتْ تَشْتُمُ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَتَقَعُ فِيهِ فَخَنَقَهَا رَجُلٌ حَتَّى مَاتَتْ فَأَبْطَلَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ دَمَهَا "Bir Yahudi kadını Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e dil uzatıp hakâret ediyordu. Bunun üzerine bir adam, ölünceye kadar boğazını sıkarak onu öldürdü ve Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] de o kadının zimmetini iptal etti." [Ebu Dâvûd rivâyet etti.] İbn-u Abbâs [RadiyAllahu Anhumâ]'dan da şöyle rivâyet edildi:  أَنَّ أَعْمَى كَانَتْ لَهُ أُمُّ وَلَدٍ تَشْتُمُ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَتَقَعُ فِيهِ، فَيَنْهَاهَا فَلاَ تَنْتَهِي، وَيَزْجُرُهَا فَلاَ تَنْزَجِرُ، قَالَ فَلَمَّا كَانَتْ ذَاتَ لَيْلَةٍ جَعَلَتْ تَقَعُ فِي النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَتَشْتُمُهُ، فَأَخَذَ الْمِغْوَلَ فَوَضَعَهُ فِي بَطْنِهَا، وَاتَّكَأَ عَلَيْهَا فَقَتَلَهَا، فَلَمَّا أَصْبَحَ ذُكِرَ ذَلِكَ لِرَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَجَمَعَ النَّاسَ فَقَالَ أَنْشُدُ اللَّهَ رَجُلاً فَعَلَ مَا فَعَلَ لِي عَلَيْهِ حَقٌّ إِلاَّ قَامَ فَقَامَ الأَعْمَى يَتَخَطَّى النَّاسَ وَهُوَ يَتَزَلْزَلُ حَتَّى قَعَدَ بَيْنَ يَدَيْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَنَا صَاحِبُهَا كَانَتْ تَشْتُمُكَ وَتَقَعُ فِيكَ فَأَنْهَاهَا فَلاَ تَنْتَهِي وَأَزْجُرُهَا فَلاَ تَنْزَجِرُ وَلِي مِنْهَا ابْنَانِ مِثْلُ اللُّؤْلُؤَتَيْنِ وَكَانَتْ بِي رَفِيقَةً فَلَمَّا كَانَ الْبَارِحَةَ جَعَلَتْ تَشْتُمُكَ وَتَقَعُ فِيكَ فَأَخَذْتُ الْمِغْوَلَ فَوَضَعْتُهُ فِي بَطْنِهَا وَاتَّكَأْتُ عَلَيْهَا حَتَّى قَتَلْتُهَا فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَلاَ اشْهَدُوا أَنَّ دَمَهَا هَدَرٌ Bir âmânın, ümmü veledi (efendisinden çocuğu olmuş gayr-i muslim cariyesi) vardı. Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e sövüp hakâret ediyordu. O kendisini bundan nehyettiği halde, (hakâretlerine) son vermiyordu. Onu engellemeye uğraştığı halde bundan vazgeçmiyordu. (Râvi) dedi ki, bir gece yine Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e sövüp hakâret etmeye başlayınca, kamayı alıp karnına sapladı. İyice bastırıp öldürdü. Sabah olunca bu durum Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e bildirilince insanları toplayıp şöyle dedi: "Yapacağını yapan adamı Allah için çağırıyoruz, ayağa kalkmadığı sürece benim onun üzerinde hakkım vardır." Bunun üzerine âmâ tedirgin bir halde ayağa kalktı, insanların omuzlarından aşarak gelip Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in önüne oturdu. Sonra şöyle dedi: "Yâ RasulAllah, ben onun efendisiyim. O sana sövüp hakâret ediyorum. Onu nehyettiğim halde bundan sakınmıyordu, onu engellemeye çalıştığım halde bundan vazgeçmiyordu. Ondan inci tanesi gibi iki oğlum vardır. O benim refikamdı. Dün gece yine sana sövüp hakâret etmeye başlayınca kamayı aldım, karnına sapladım, öldürünceye kadar iyice bastırdım." Bunun üzerine Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle dedi: "İşte, şâhitlik ediniz ki onun kanı heder olmuştur." [Ebu Dâvûd ve en-Nesâî rivâyet etti.]

2.   Hizb-ut Tahrir tüm Müslümanları, Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in kudsiyetini savunmak üzere birbirleriyle yardımlaşmaya çağırır ve Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e dil uzatan herkesi şiddetle lânetler. Müslümanlar, Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e bağlılıklarını, sırf O'nun için öfkelenmekle yetinerek değil, aynı zamanda O'nun Sünnetine sımsıkı sarılarak ve getirdiği risâlete nusret vermede acele ederek de göstermelidir.

3.   Yine Hizb-ut Tahrir tüm Müslümanları, İslâmî Hilâfet Devleti'ni kurmak için samîmi şekilde çalışmaya dâvet eder. Zîra hem tüm bu saldırıları ve hakâretleri durdurmaya muktedir olan, hem de İslâm ahkâmını, İslâm Ümmeti'ni ve özellikle İslâm'ın Nebîsi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in kutsiyetini korumaya muktedir olan ancak Hilâfet'tir. Aynen Müslümanların Halîfesi Sultan II. AbdulHamîd Hân'ın yaptığı gibi. O ki İslâm'ın Rasulü'ne Voltaire'in hakâretâmiz tiyatrosunu sahneye koymak istedikleri vakit İngiltere'ye karşı Cihâd ilan etmekle Fransa'yı ve İngiltere'yi tehdit ederek bu İngiliz cürümüne engel olmuştu.

4.   Ey Müslümanlar! Sizler insanlar için çıkartılmış en hayırlı Ümmetsiniz. O halde bu esâs üzere hareket ediniz, bu küfürbazları ve sapıkları zulumâttan nûra çıkartmak için İslâm hidâyetini taşıyınız.

 

Ve's Selâmu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakâtuh.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Merkezî Temas Lecnesi, Dr. Turâbî'yi Ziyâret Etti  

Merkezî Temas Lecnesi Başkanı Üstâz Nâsır Rıdâ liderliğinde bir Hizb-ut Tahrir heyeti, Halk Kongresi Partisi Genel Sekreteri Dr. Hasen Abdullah et-Turâbî ile parti binasındaki ofisinde görüştü. Bu görüşme, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilâyeti'nin Sudan'daki siyâsî ve partisel çalışma yapan liderlere yönelik görüşmeler çerçevesinde gerçekleşti. Üstâz Nâsır Rıdâ; görüşme sırasında ziyâretin maksadının, Ümmet'in meseleleri ve ülkenin art arda yaşadığı krizlerden nasıl kurtulacağı konusunda fikir teatisinde ve istişarede bulunmak olduğunu açıklayarak Hizb-ut Tahrir'in küresel bazda öne çıkmasına katkıda bulunan faktörün; ideoloji üzerinde sebât edilmesi, hedefin açık ve net olması, yine Hizb'in her yerde Ümmet'in meselelerini benimsemesi, Ümmet'in derdiyle dertlenmesi ve İslâmî Akîde'den çıkan sahîh çözümleri aydınlatması olduğunu vurguladı.

Görüşme sırasında Dr. Turâbî'nin, Hizb-ut Tahrir ve faaliyetleri hakkında pek çok şey öğrenmek istediği ve bu minvâlde pek çok soru sorduğu açıkça gözlemlendi.

 

Heyetin Dr. Turâbî ile görüşmesi sırada çekilmiş bir fotoğraf

Heyetin Dr. Turâbî ile görüşmesi sırada çekilmiş bir fotoğraf

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER